1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. EKONOMİK PROTOKOL: REVİZYON TARTIŞMALARI
EKONOMİK PROTOKOL: REVİZYON TARTIŞMALARI

EKONOMİK PROTOKOL: REVİZYON TARTIŞMALARI

EKONOMİK PROTOKOL: REVİZYON TARTIŞMALARI

A+A-


Yonca Özdemir
yoncita@metu.edu.tr


TC hükümeti ile KKTC arasında Aralık 2012’de imzalanan Ekonomik ve Mali İşbirliği Protokolü yeni hükümetin öncelikli olarak uğraşacağı problem olarak daha şimdiden gündemdeki yerini almış durumda. Hatta KKTC siyaseti yeni hükümetin bu programı revize edip mi uygulayacağı, yoksa hiç değiştirmeden mi uygulayacağı konusuna kilitlendi bile diyebiliriz.

İlk bakışta bu protokol İMF ya da Dünya Bankası’nın Üçüncü Dünya ülkelerine borç verdiğinde uyguladığı Yapısal Uyum Programlarının (Structural Adjustment Programs) kötü bir imitasyonu niteliğindedir. Tamamen bu kurumların jargonuyla yazılmış olmasına rağmen, özündeki sığlık ve önerilerindeki eksiklikler sebebiyle oldukça da acemi bir taklittir. “Sürdürebilirlik” kavramı bile kalkınma ekonomisi literatüründe çevre ile barışık, çevreyi de düşünerek planlanmış, yani kalkınırken gelecek nesillere tahrip olmamış bir çevre bırakmayı ve toplumun sadece kısa donem değil uzun dönem yararını hedefleyen bir kalkınma modeli anlamına gelirken, bu kavram bu protokolde sadece KKTC ekonomisinin büyümeye devam edebilmesi anlamında kullanılmıştır. Bu şekilde eğer bu protokol uygulanmazsa KKTC ekonomisinin sonunun geldiği ima edilmektedir. Nitekim alternatif enerji kaynaklarına yapılan küçük bir atıf haricinde bu protokolde gerçek sürdürebilirlik kavramı namına bir şey bulmak mümkün değil.  Hâlbuki Kıbrıs gibi pek çok doğal güzelliklere sahip bir ada ekonomisinin kalkınması için organik tarım, eko turizm ve alternatif enerji kaynakları sadece formalite icabı yapılmış bir atıftan ziyade bir kalkınma stratejisi olarak programın merkezinde olmalıydı. Ama kendimizi kandırmayalım; bu bir ekonomik kalkınma programı değildir. Bu program daha çok TC’nin KKTC’ye yaptığı yardımın zamanla azalması için mali disiplin sağlamaya ve ekonomide devletin rolünü azaltmaya yönelik bir dizi liberal ekonomik reçetedir.

Bu program hepten kötü bir program mı? Kesinlikle hayır. Zaten bu programın temel amacı protokolün ilk bölümünde  “KKTC halkının refah seviyesinin artırılması doğrultusunda sürdürülebilir ve rekabet edebilir bir ekonomik yapının istikrarlı büyümesini sağlamak, istihdamı artırmak, sağlanan mali disiplini sürdürülebilir kılmak ve dışa bağımlılığı azaltmak, yurt içi tasarrufları artırmak, tasarrufların yatırıma dönüşmesini sağlamak ve böylece makroekonomik istikrarı güçlendirmek,” şeklinde açıklanmıştır. Buna hangi Kıbrıslı hayır diyebilir ki? Ayrıca metnin devamında yine hiçbir Kıbrıslının karşı çıkmayacağı türden pek çok ekonomik alanda iyileştirme istenmektedir. Bunlardan belki en önemlileri kayıt dışı ekonomin kayıt altına alınması, devletin gelirlerinin arttırılması ve şeffaflığın arttırılması hususlardır. Programın bu tip maddeleriyle kimsenin bir sorunu olduğunu sanmıyorum. Sorun daha çok istenen iyileştirmelerin nasıl yapılacağı konusundadır. Yani önerilen (ya da dayatılan) bu reçete hastayı tedavi edecek nitelikte midir?

Protokolün ikinci kısmı fazla ayrıntılı ve genel amaç açısından çok da anlam taşımayan pek çok ekonomik veriyi kapsamaktadır. Bu bölümde verilen pek çok istatistiksel tablonun arasında bence gerçekten önemli olan bir tablo Gayrisafi Yurtiçi Hasıla tablosu, bir diğeri de Ödemeler Dengesi tablosudur. İlk tablo KKTC ekonomisinin hangi kalemlerden oluştuğunu, hangi sektörlerin ekonomiye ne kadar katkısı olduğu göstermesi bakımından önemlidir. Bu tabloya göre KKTC ekonomisinde en büyük pay kamu hizmetlerine aittir. Sanayi sektörünün bu kadar küçük bir ada ekonomisinde çok kayda değer olmaması normal olmakla birlikte turizm cenneti varsayılan ülkemizde aslında turizmin bile katkısının % 6’nın altında olması manidardır. Turizmin daha gelişmesinin önündeki başlıca engel uluslararası ambargo olduğu gibi, Ödemeler Dengesi tablosunda açıkça görülen dengesizliklerin en büyük nedeni de aslında ambargolardır. Bu tabloda görüleceği üzere KKTC müthiş bir ticaret açığı içindedir. İhracat yapması ambargolar sebebiyle engellenmiş KKTC’nin Ödemeler Dengesi fazlası vermesi TC hibeleri çok daha fazla artmadığı sürece mümkün değildir. Üniversiteler sebebiyle gelen yabancı para akışı ticari açığı kapatmaya yetmediğinden ve turizm gelirleri de az önce bahsedilen sebepten dolayı çok fazla artamayacağından dolayı KKTC dış açık vermeye mahkûmdur. Yine ambargo sebebiyle dış açıkları kapatmak için kullanılabilecek yabancı sermaye akışı da yoktur. Özetle, sadece bu iki tabloya bakarak KKTC ekonomisinin başlıca problemlerini görmek mümkündür ve maalesef bu problemler KKTC’ye uygulanan uluslararası kısıtlamalar ile ilgilidir. Bu kısıtlamaların da ancak Kıbrıs sorunu çözümlenirse ortadan kalkacağını hepimiz bilmekteyiz. 

İkinci bir sorun da bu protokolün KKTC ekonomisinin bugün yaşadığı sorunlarda, uluslararası kısıtlamalar bir yana, Türkiye’nin de hiçbir sorumluluğu olmadığı varsayımıdır. Protokolde KKTC’nin bugün yaşadığı sıkıntıların sebebinin KKTC’nin kaynakları kötü kullanması olduğu ima edilmektedir. Daha önce belirttiğim üzere, bugün ambargolar altında yaşayan herhangi bir ülkenin ekonomisinin iyi olması mümkün değildir. Dünyadan bu şekilde koparılmış bir ekonominin dünya standartlarına uygun yapılanması da pek mümkün değildir. Bu sorunun biraz olsun hafifletilmesinde katkısı olabilecek olan Türkiye’nin de henüz Kıbrıs ile olan ekonomik ilişkilerindeki tüm engelleri kaldırmamış olması bu programın başlıca amacını (KKTC’yi kendi kendine yeten bir ekonomi haline getirmek) baltalamaktadır. Kendi ekonomisi biraz sıkıntıya girdiğinde Gümrük Birliği Anlaşması’na istisnalar getirebilen TC, Kıbrıs’la ilgili ticari konularda gerçekten bu kadar aciz midir? Türkiye bu tip konularda üzerine düşen görevleri yeterince yapmadığı ve tüm suçu KKTC’ye attığı sürece protokolün amacı konusunda Kıbrıs halkı tarafından samimiyetten uzak olarak algılanacaktır. Evet, elimizdeki kaynakların çarçur edildiği de doğru. Fakat Türkiye de verdiği kaynakları bize salık verdiği şekilde “ekonomik yönden akılcı” kullanmak yerine cami ve imam hatip okulu açmak için harcadığı sürece yine Kıbrıs halkı tarafından samimiyetten uzak olarak algılanacaktır. Nitekim sadece KKTC değil, TC de ekonomik kaynakları dar siyasi amaçlar uğruna çarçur etmektedir.

Ayrıca bu protokolde KKTC ekonomisinin yardımlar haricinde de Türkiye ekonomisine ne kadar bağımlı olduğu da unutulmuş gözüküyor. Gerek para olarak TL’nin kullanılıyor olması, gerek Türkiye hariç neredeyse hiçbir başka ülke ile bir ekonomik ilişkinin bulunmaması sebebiyle TC ekonomisi hapşırsa KKTC ekonomisi grip olmaktadır. Gerek turizm, gerek ticaret, gerek eğitim sektörleri açısından Türkiye’ye çok bağımlı olan ve ambargolar altında yasayan KKTC ekonomisinin Türkiye’den fazla büyümesini beklemek de akılcı değildir. Nitekim 2012’de yeteri kadar büyümemekle suçlanan KKTC ekonomisi aslında % 2,8 oranında büyümüştür ve bu büyüme oranı Türkiye’nin aynı yıl sergilediği ekonomik büyümeden (% 2,2) fazladır. Yani KKTC’den her fırsatta “ekonomik akılcılık” talep eden bu protokolün en akılcı olmayan yanı da belki bu şekilde KKTC ekonomisinin büyümesi önündeki engellerin nerdeyse tamamen KKTC kaynaklı olduğunu varsaymasıdır. Bu programın önerdiği politikaların hepsinin doğru politikalar olduğunu ve hepsinin uygulandığını varsaysak dahi KKTC ekonomisinin dolaylı ya dolaysız ambargolar kalkmadan kendi kendine yeter bir ekonomi olamayacağı aşikârdır. En azından var olan kaynakların verimli kullanılması tabi ki olumlu bir gelişme olacaktır. Ama ekonomiye gerçek bir çözüm isteniyorsa gerçek çözümün bu protokolde değil de başka bir yerde olduğunu hatırlamakta fayda var.

Bir diğer sorun da bu programda KKTC’nin yaşadığı mali problemlere çözüm olarak önerilen bazı politikaların geçerliliği ile ilgilidir. Her ne kadar Türkiye ekonomisi son yıllarda başarılı gibi gözükse de, geçtiğimiz aylarda açıkça görülmeye başlandığı üzere aslında patlamaya hazır bir balon gibidir. Devasa cari açığını bir türlü azaltamayan Türkiye, sıcak para akışına muhtaçtır. Sıcak para akışının azalması ile birlikte de şimdiden sıkıntıya girmeye başlamış durumdadır. Türkiye kendi ekonomisini kırılgan hale getirmiş olan ekonomi politikalarının bazılarını şimdi KKTC’ye önermektedir. Evet, “faiz dışı” bütçesine İMF zoruyla çeki düzen vermiş olması belki takdire şayan bir gelişmedir, ama bu yolda yabancılara devredilen devasa KİT’ler ve kısılan sosyal harcamalar unutulmamalıdır. Aynı politikalar KKTC’de uygulanmaya çalışıldığında da toplumda buna karşı bir direnç oluşması normaldir. Aslında protokolün en can alıcı noktası açıkça ya da üstü kapalı bir şekilde bazı kamu kuruluşlarının özelleştirilmesini istemesidir. Özelleştirmenin faydaları konusunda hala ekonomistler arasında bile bir fikir birliği bulunmamaktadır. Bu durumda özelleştirme yerine “özerkleştirme” gerçekten de daha doğru bir politika olarak görünmektedir. Ama özerkleştirme özelleştirmenin ilk aşaması haline getirilmemelidir. Bunun yanı sıra kamu sektörünün daha verimli hale getirilmesi, e-devlet, kayıt dışı ekonomi ile mücadele, devlet harcamalarında ve ihalelerde şeffaflık, AB kriterlerine uyum, kamuda kayıt ve denetim standartlarının iyileştirilmesi, vb. protokolün olumlu önerileridir, çünkü bunlar çağdaş bir ekonominin gereksinim duyduğu koşullardır. Ancak, KKTC’den istenen bu standart ve denetimlerin çoğunun TC tarafından bile sağlanmamış olduğunu da hatırlatmakta fayda var! Protokolün turizme destek, KOBİ’lere destek, planlı tarım, vb. önerilerine de kimse karşı çıkmayacaktır, çünkü bunlar düzgün ve planlı şekilde uygulandığı takdirde gerçekten ekonominin büyümesine yardım edebilecek politikalardır. Ne var ki, bu olumlu önerilerin protokolün olumsuzluklarının gölgesinde kalmaması için programın gerçekten bir revizyona ihtiyacı vardır. Bununla beraber sadece özelleştirmeyi özerkleştirme ile değiştirip yapılması gereken bazı reformların da tarihlerini ötelemek revizyon yapıldı anlamına gelmeyecektir. Revizyon KKTC’nin programa kendi katkısını, yani kendi reçetesini de içermelidir. Aksi takdirde TC’nin sunduğu reçetelerin ve bu programın yukarıda bahsettiğim varsayımlarının doğru olduğu ve KKTC tarafından kabul edildiği anlamı çıkacaktır. Aslında KKTC’nin kendi hazırladığı ciddi bir ekonomik kalkınma programına ihtiyacı vardır. Ancak bu koşullarda bunun pek mümkün olmadığını varsayıyorsak en azından gerçek anlamda bir revizyon şarttır.  

Ne yazık ki revizyon bizi bu protokolle ilgili bir başka ciddi problemden kurtaramaz. Bu problem, Ağustos ayında Büyükelçi Akça’nın şikâyet ettiği üzere, bu protokolün Kıbrıs Türk halkı tarafından sahiplenilmemiş olmasıdır. “Programın sahiplenilmesi,” ya da İngilizce deyimiyle program ownership, kavramı da yine Dünya Bankası’nın jargonundan gelmektedir. Ekonomik reform uygulamaya çalışan diğer ülkelerin tecrübeleri göstermiştir ki, sahiplenilmeyen programlar başarıyla uygulanamaz. Sahiplenmeme problemini anlamak için önce şu soruyu sormak gerekiyor:  Bu ekonomik program kimin? Bu programı Kıbrıslıların kendi programı olarak hissetmesi mümkün müdür? Her ne kadar TC hükümeti programın sahiplenilmemesi konusunda KKTC’yi suçlasa da, bir ekonomik programın sahiplenilmemesi programı yapanın da sorumluluğudur. Nitekim Dünya Bankası da zamanla dayattığı yapısal uyum programlarının Üçüncü Dünya ülkelerinde pek sahiplenilmediğini fark edip bu konudaki stratejisini değiştirmiştir. Yeni tip programlarında programın bizzat o ülke paydaşları tarafından da tartışılarak hazırlanması, tabandan da katkı sağlanması ve böylece o ülkenin o programı kendi programı olarak hissedip sahiplenmesi için uğraşmaya başlamıştır. KKTC örneğinde ise TC tarafından hazırlanmış bir programın yardımların kesilmesi tehdidiyle tepeden inme bir şekilde KKTC’ye dayatıldığını gördüğümüzden programın sahiplenilmediğine hiç şaşırmıyoruz, aksine TC’nin bundan şikâyet etmesine şaşırıyoruz! Kıbrıslılar için bu protokol vesayet rejiminin bir sembolüdür; yani Kıbrıs halkının kendi hazırladığı ya da kendi rızası ile yapılan bir program değil, Kıbrıs halkına zorla dayatılan bir programdır. Daha önce belirttiğim üzere, bu şekilde empoze edilen programlar, kısa dönemde uygulanıyor gibi gözükse de uzun dönemde başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûmdur. Çünkü halka danışılmadan uygulamaya konan ve halkı olumsuz etkileyecek bu tip programlar demokratik bir ortamda halk desteği olmadan yürütülemez. Toplumsal ve siyasi tepkiler sonucu program ya geri çekilir, ya da programı uygulayan hükümet yeni seçimlerde sandığa gömülür.

Hiçbir ekonomik reform paketi bu paketten etkilenecek toplumun desteğini almadan uzun dönemde başarılı olamayacağına göre, yapılması gereken reformlar konusunda geniş bir toplumsal uzlaşma sağlamaktır. Bu uzlaşma toplumun ekonomik programdan etkilenecek kesimlerinin temsilcilerinin fikirleri dinlenip onların da katkısı sağlanmadığı sürece oluşamaz. Ne yazık ki Ekonomik Protokol’de sadece “Ekonomik Koordinasyon Kurulu” kurulması gerekliliğinden bahsedilmiştir. Oysaki esas kurulması gereken bir “Ekonomik ve Sosyal Kurul”dur. Ancak tüm paydaşları bir araya getirecek bu tip bir kurul aracılığıyla yürütülecek bir programın ekonomik ve siyasi olarak başarılı olma şansı vardır. Her toplum kesimi, özellikle de ücretli kesimler, ekonominin daha iyiye gitmesi için fedakârlık yapabilirler, fakat haklı olarak bu fedakârlığın sadece kendileri tarafından yapılmayacağından ve bu fedakârlığın sonucu ileride daha iyi hayat standartlarına kavuşacaklarından emin olmak isterler. Ancak üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanmış bir programın halk tarafından sahiplenilmesi mümkündür. Bu şekilde hazırlanan bir program toplumdaki tüm kesimlerin yeni ekonomik politikalardan nasıl etkileneceğini ve olumsuz etkileneceklerin durumunun nasıl telafi edileceğini hesaba katar. Böyle bir program kısa dönemli mali hesaplardan ziyade toplumun yararını ve uzun dönemli kalkınmayı gözetir ve böylece gerçekten sürdürülebilir bir ekonomiyi yaratabilir. Bunları tepeden inme getirilen bir programın yapması mümkün değildir.

Gaile’de daha önce de yazıldığı üzere,  sayılar ve tablolar problemin can alıcı noktasını, yani ekonominin insan hayatları üzerindeki etkisini maskelemektedir. Bugün “ekonomik akılcılık” her şeyin ekonominin yararı üzerine kurulması anlamına gelmektedir. Hâlbuki unutulmamalıdır ki, ekonomi insanlar içindir. Eğer ekonomi kararları insanların hayatlarına iyi değil de olumsuz etki ediyorsa, o zaman ekonomi esas amacına değil, sadece bazı dar çevrelerin çıkarlarına hizmet ediyor demektir. Bu dar çevrelerin çıkarlarını ekonomik akılcılık ile bir algılamak günümüzde pek çok ekonomistin, pek çok kurumun ve pek çok hükümetin bilerek ya da bilmeyerek yaptığı kötü ve aynı zamanda acımasız bir hatadır. Ümit ederiz ki yeni hükümet de aynı hataya düşmeyecektir.

 

***************

Umut Bozkurt, “Neoliberalizm, Gezi Olayları ve AKP’nin hegemonya krizi.” Gaile No: 228 (25 Ağustos 2013).

Bu haber toplam 1697 defa okunmuştur
Gaile 238. Sayısı

Gaile 238. Sayısı