1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Taraf’ Olmak mı ‘Tavır’ Almak mı?
‘Taraf’ Olmak mı ‘Tavır’ Almak mı?

‘Taraf’ Olmak mı ‘Tavır’ Almak mı?

‘Taraf’ Olmak mı ‘Tavır’ Almak mı?

A+A-

 

Hakkı Yücel

 yucelh@kibrisonline.com 


Türkiye’de ‘Kürt Sorunu’ olarak nitelendirilen ve aşılmasına yönelik şimdilerde ‘barış-çözüm’ ekseni doğrultusunda ciddi adımların atıldığı süreç, siyasal-toplumsal ölçekte de karşılığını buluyor. En son Ak Parti iktidarı, daha doğru bir ifadeyle, Başbakan Erdoğan öncülüğünde oluşturulan ve en azından şu anki karara göre iki ay süreyle işlev görecek olan ‘Akil İnsanlar’ heyeti, bu kapsamda yeni bir uygulamanın örneğini oluşturuyor. Genel anlamda kamuoyunun ‘barış’a hazırlanması, bu konuda aydınlatılması gibi bir misyonu yerine getirmesi öngörülen heyet mensuplarının, gerek belirlenmesi ve gerekse ne oranda başarılı olacakları üzerine tartışmalar süre dursun, aşikâr olan şu ki Türkiye siyasal-toplumsal anlamda çok boyutlu bir “yeniden inşa” süreci yaşıyor. Son kertede doksan yıllık cumhuriyet “fikriyatı”nı ve “zihniyeti”ni hedef alan, bu bağlamda birçok ‘siyasi’ ve ‘fikri sabite’yi değiştirecek olan bu sürecin sancılı olması çok anlaşılır bir durumdur. Kaldı ki bu, sadece Türkiye’ye özgü bir tablo da değildir; yirminci yüzyıl sonu itibarıyla yaşanan gelişmelerin yarattığı büyük sarsıntının,  evrensel ölçekte yansımaları olduğu, yerleşik birçok siyasi-ideolojik-toplumsal ‘sabite’yi sorgulanır hale getirdiği ve de ‘değişimi’ zorunlu kıldığı, bilinen bir gerçekliktir. Hal böyle olunca siyasal-toplumsal gerilimlerin yaşanması da kaçınılmaz olmaktadır..

Buradan hareketle eğer somutlaştıracak olursak Türkiye ölçeğinde yaşanan sürecin ortaya çıkardığı aktüel gerçeklik şudur: Cumhuriyetin “ulus devlet” kapsamında inşa ettiği, ‘etnik’ temelli ulusun, bu kapsam dahilinde yaşayan ve dil, din, ırk farklılıkları içeren toplulukları, bugünkü yapısı itibarıyla bir arada tutması artık mümkün değildir. Bir başka ifadeyle ‘Türk’ etnitisetisini temel alan, onun  belirleyiciliğinde ve hiyerarşik üstünlüğünde diğer farklı etnileri, dinsel ve dilsel unsurları bu kapsama dahil eden ulusçuluk/milliyetçilik anlayışı, artık bu unsurları ‘birleştiren’ değil ‘çatıştıran’ bir mahiyet kazandığından ve giderek ‘bir arada yaşamayı’ imkansız kıldığından geçerliliğini yitirmiştir.  Bu durum da bugüne kadar sürdürüle gelen yapının siyasi-fikri (ideolojik)  ‘sabiteleri’nin değişmesi gerektiği, bu bağlamda yeni yaklaşımların ve açılımların sergilenmesine imkân tanıyacak bir zihniyet değişimi/dönüşümünün zorunlu olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Hal böyle olunca yaşanan dinamik ve bir o kadar da karmaşık yeni süreç karşısında, ister ‘sağ’ ister ‘sol’ olsun, eskinin tarif edilmiş-tamamlanmış ‘sabiteler’inin mutlak ‘taraf’ı olmakla yetinmek, ‘taraf’ olmanın ‘mutlak aidiyeti’ ve konformizmi üzerinden yaşanan süreci değerlendirmek, ona ‘yaratıcı/yapıcı’ düzlemde müdahil olmayı engellemektedir. Öyledir, çünkü belirli bir ‘tarihi’  döneme denk düşen bu ‘tamamlanmış sabiteler’, zamanın sürekliliği ve değişkenliği karşısında ‘tarihsel’ bir mahiyet kazanan sürecin karmaşık dinamizmi ve değişkenliği karşında eskimekte ve de eksik kalmaktadır..

Akademisyen Nilgün Toker Kılınç, geçtiğimiz aylarda Birikim Yayınları arasında çıkan “Politika ve Sorumluluk” başlıklı çalışmasında yer alan “Demokrasinin Varlık Koşulu Olarak Çoğulculuk: Durağanlığa Karşı Dinamizm” (s.163-173) yazısında, Ernesto Laclau’dan hareketle, tam da bu konuya parmak basmaktadır. Bilenler hatırlayacaktır, ‘Radikal Demokrasi’yi tanımlarken Laclau’nun, daha çok siyasal-toplumsal kimlikler bağlamında olsa da, üzerinde durduğu bir kavram da “sabitlememe” kavramıdır. Laclau’dan yola çıkan  Nilgün T. Kılınç’ın da işaret ettiği üzere “her türlü kimlik, asla tam olarak kurulamayacağı ve kendi kendine özdeş olamayacağı için ‘sabitlenmemiş’, tamamlanmamış bir durumdadır(......)Çünkü toplumsal yaşam, belirlenmiş bir alan değil, olumsal, önceden bilinemez insani edimler alanıdır. Sabitlenmemişlik kavramı Laclau’ya göre üç temel boyut içerir: ‘Geçicilik, mümkünlük ve özgürlük’. Sabitlenmeme, yerleşmeme, sabit bir durağanlığa karşı geçicilik formudur, yani sabitlenmeme, bir değişim, aynılığa karşı fark, durağanlığa karşı hareket deneyimidir.”

Buradan bakıldığında, Türkiye’de ‘Kürt Sorunu’ çerçevesinde yaşanan süreci değerlendirirken temel dayanak noktasının, Laclau’nun ‘sabitleşmemişlik’ kavramı ve o kavrama içkin “geçicilik, mümkünlük, özgürlük”  boyutları olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Şundan ki çok dinamik ve değişken bir mahiyet arz etmekte olan yaşanan süreç (aktüel gerçeklik) değerlendirilirken ‘geçicilik’ onun ‘değişken ve dinamik’ karakterini; ‘mümkünlük’ bu ‘değişken ve dinamik’ karakterin ortaya çıkardığı ‘farkılı imkânları ve fırsatları’; ‘özgürlük’ ise sürece müdahil olacak iradenin ‘yaratıcı –yapıcı-eleştirel’ gücünü ima etmektedir. Eğer böyle ise burada sergilenmesi gereken toplumsal-siyasal tutum, kendi üstüne kapanan, tamamlanmış ucu kapalı ‘ideolojik kalıpların’ değişmez sabitelerine yaslanan, kendi hakikatini zamandan (süreçten) bağımsız kılarak aşkınlaştırmış bir anlayışın ‘taraf’ı olmak, onun konformist rahatlığına sığınmak değil; tam aksine süreci kendi dinamizmi ve değişkenliği içinden okuyan (“süreci kendi içinden okumak”tan söz ederken tam da bunu ifade eden ve ‘siyaset teorisi’ tartışmaları vesilesiyle şimdilerde yeniden gündemde olan Hannah Arendt ismini bir not olarak bir kez daha düşelim) , onun ortaya çıkardığı fırsatları ve imkânları değerlendiren, bu bağlamda diyaloğu ve iletişimi gözeten, ucu açık (‘sabitlenmemiş’)  yaratıcı ve yapıcı iradi ‘tavır’ sergilemek esas olsa gerektir. Son kertede bir zihniyet dönüşümünü, ‘yeni bir dili’ (söylemi) gerekli kılan bu tablonun, çok sıklıkla ifade edildiği gibi ‘ezber bozacağı’ -haliyle kafa karıştıracağı- ve bunun da siyasal-toplumsal ölçekte sancılar yaratacağı, gerilimlere yol açacağı aşikârdır. Nitekim öyle de olmaktadır.

Bu yazıda asıl murat edilen, başlıkta da yer alan, ‘taraf’ olmak mı, ‘tavır’ almak mı sorusu bağlamında solun (başta Türkiye Solu’nun) konumuna dikkat çekmektir. Görünen odur ki sol bu süreçte büyük oranda ‘tavır’ almak yerine ‘taraf’ olmayı seçmiştir. Daha açık bir ifadeyle dinamik ve değişken bir mahiyet arz eden süreci kendi içinden okumak, ona müdahil olarak, aynı oranda yaratıcı-dinamik siyasi ‘tavır’ almak yerine; süreci kendi dışından ve ideolojik sabiteleri üzerinden okumak, kesin ve keskin hatlarla birbirinden ayırdığı ‘taraf olmak’la ‘karşı olmak’ ikilemi arasına sıkışarak tutarlılık adına ‘taraf olmak’la yetinmiş, bir bakıma siyasetsizliği ‘siyaset’ olarak benimsemiştir. Böyle olduğu içindir ki, örneğin Ak Parti’yi baştan itibaren kendi ideolojik ‘sabiteler’i üzerinden tanımlamış, en azından ‘Kürt Sorunu’nun çözümü yönünde attığı olumlu adımları görmezden gelerek yekten mahkûm etmiştir. Bunu yaparken, ‘taraf’ olmanın kutsiyetine ve tutarlılığına(!) sığınmak yerine süreci kendi içinden okuyarak ona müdahil olan, olumlu adımların atıldığı yerde destek veren, olumsuzluklar karşısında ise eleştirel yaklaşımlarda bulunmak biçiminde yaratıcı-yapıcı siyasi ‘tavır’ koyan, diyaloğa, iletişime ve yeni ittifaklara açık kesimleri her koşulda ‘dönek-hain’ olarak suçlama kolaycılığından da vazgeçmemiştir.

Kürt Sorunu çerçevesinde yaşanan gelişmeler karşısında  Türkiye Solu’nun, farklı düzlemlerde evrensel ölçekte solun -ve de Kıbrıslı Türk Solu’nun- bugün itibarıyla kanımca temel sorunu; “aktüel gerçeklik” karşında müdahil olma ve onun içinden yeni sol siyaset üretme ‘tavrı’ mı sergileyeceği; yoksa “aktüel gerçekliği” es geçip, kendi içine kapanarak kendi ‘aşkın’ hakikatiyle kendini sınırladığı ‘taraf’ta durmak ve onun zihni-ideolojik konformizmiyle yaşamakla mı yetineceğidir.

Burada yapılacak seçim solun geleceğini de belirleyecektir.

Bu haber toplam 2031 defa okunmuştur
Gaile 209. Sayısı

Gaile 209. Sayısı