
‘Gaco’ sorununu TC elçisi çözer!
Mutlu Azgın… Siyasetin hep içinde olan bir isim… Her konuda fikir sahibi, içi dolu ve düşündüren, tartıştıran yorumlarıyla, ‘açıklayıcı’ tarzıyla ilginç bir siyasetçi… Mutlu Azgın’a da sordum, “Neden gaco”
Mutlu Azgın… Siyasetin hep içinde olan bir isim… Her konuda fikir sahibi, içi dolu ve düşündüren, tartıştıran yorumlarıyla, ‘açıklayıcı’ tarzıyla ilginç bir siyasetçi… Mutlu Azgın’a da sordum, “Neden gaco” ve “Niye yok oluyoruz kaygısı taşıyoruz” diye… Mutlu, güçlü yorumu ve detaycı bakış açısıyla olaya faklı bir yönden bakıyor… “Uzun uzun neden gaco denmemesi gerektiğini konuşmak ve çikolata tadında bir röportaj döşemek mümkün” diyor, ve “Çikolatanın tadına değil, onu eritene konsantre olmalıyız” şeklinde konuşuyor…Düşündüren, bir o kadar da ‘iğneleyen’ bir yorum… İşte Mutlu Azgın’la yaptığım röportaj:
İnsanların yabancılaştıkları “şeylere”, olaylara, bireylere karşı giriştikleri ilk şey genellemedir, “karşı” tanımı yapmak, karşı tanımı yaptığını homojenleştirmek ve tekleştirmektir. Eğer söz konusu muameleye maruz kalan insanlar ise, her insanın biricikliğini ortadan kaldıracak “kişiliksizleştirme” devreye girer . Bu durum yabancının, ötekinin aynı zamanda “anlamlandırılması” sürecidir. Bir noktadan sonra kendi kısır döngüsünü yaratır ve “tanımladığınız” biçimde anlamlandırmaya, anlamlandırmaya çalıştığınız sürece tanımlamaya başlarsınız.
Uzun uzun neden gaco denmemesi gerektiğini konuşmak ve çikolata tadında bir röportaj döşemek mümkün. Ancak materyal ve sosyal alanlar, “an”lar ve koşullar çikolatamızın güneşidir. Bu nedenle biz çikolatanın tadına değil güneşin yakıcılığına/eriticiliğine konsantre olmaya çalışalım.
Nüfusumuz belli mi? Hükümetlerin yaptırdığı nüfus sayımlarına güven var mı? Kaç kişi olduğumuz ve bu insanların hangisinin hangi kökenden ve nereden geldiğini biliyor muyuz? Bu sorulara sağlıklı cevaplar veremiyoruz. Baksanıza, kimlik kartı ibraz zorunluluğu bile yoktu son sayımda. Ve dahası, yönlendirici ve cevabı belli sorular vardı mesela: “Türk, Rum, diğer” seçenekleri gibi “seçmeye ve tanımlamaya zorlayıcı” sözde seçenekler. Kaç kişi Kıbrıslı Türk veya Kıbrıslı olduğunu düşündüğü için “diğer” seçeneğini işaretlemiştir? Bu çok basit bir devlet tinyozluğu, yönlendiriciliği ve tanımlamacılığıdır.
Hal böyle olunca, insanlar kişisel veya grupsal veya ideolojik konumları uyarınca subjektif “algıları”yla konuşabiliyorlar. Bu subjektif algılar bir noktadan sonra somut gerçeğe dönüşüyor; ve hangisinin gerçeğinin “en gerçek” olduğunu bilmiyoruz, bilemiyoruz. Sosyal alan ve etkileşime göre değişiklik gösteriyor bu algılar/gerçekler. Devlet hastanesine giden aynı günün akşamı karar kesiyor, artık bittik diye. Türkiyeli göçmen çocukların ağırlıkta olduğu okulun öğretmeni aynı tespitte bulunabiliyor. Güpegündüz evi soyulan aynı biçimde. Hangisini suçlayabilirsiniz? Hangisine o yaşadığın gerçek değil diyebilirsiniz? Dolayısıyla, ortada bizzat devletin yarattığı, dinamitini TC ve KKTC devletlerinin ortaklaşa döşediği bir alan Kuzey Kıbrıs. Her şey bir biri içine geçmiş durumda, kimin “yerleşik” kimin mevsimlik, kimin kaçak, kimin öğrenci, kimin geçici işçi olduğu belli değil.
Diğer bir nokta, kamu ihtiyacı sosyo-ekonomik duruma göre değişkenlik gösterir. Yoksul ve yoksun insanlar kamu (hizmetleri) tarafından korunur, desteklenir, korunmalıdır, desteklenmelidir. Kamu hizmeti en çok bu insanlar için vardır, olmalıdır. Bu nedenle, “kamu hizmeti alanları” her şeyden çok ekonomiktir; öte yandan, kamusal alan aynı zamanda yüksek oranda “sosyal görünürlük” demek. Sokaklarda gezenler, toplaşıp “bedava eğlenceler” tertip edenler, bir mekanda eğlenecek parası olmayanlar, vizite parası veremeyecek, özel okula çocuk gönderemeyecek insanlar, onlardır. Gördüklerimizin kaçta kaçı vatandaştır? KKTC'deki seçimli demokrasimizde eğer siyasal irade hesabı kelle sayısına göre yapılıyorsa, “görünenin” kaçta kaçı vatandaştır? Bilemiyoruz. Şimdi bu durum tabi “niceliksel azınlık” sendromumuz açısından önemli. Yani, bir insan bir oy hesabı. Diğer yandan devam eden “niteliksel azınlık” sorunumuz var. Ekonomik paket ithal, sömürülmeye en müsait iş gücü (pezevenginden, kumarhane işletmecisine, iş saatleri dışında “solculuk eden” temiz aile babasına kadar en güçlü sosyo-ekonomik koalisyondur) ithal, polis uzaktan kumanda, Türkiye’de bir halt olamamış her baldırı çıplak apoletli veya apoletsiz bürokrat üzerimizde tatmin oluyor/mamırlıyor, hükümetlerin TC ile arasındaki anne-yavru, abi-kardeş hegemonyacılığı bariz; yapılan sayımda Kıbrıslı Türk veya Kıbrıslılık kimliğimiz “Türklük” altında eritiliyor. Veya en iyi ihtimalle bir “diğer”iz. Devletin seni “diğer” görüyor. Ee? Nasıl olacak bu iş? Evet, benim için önemli değil, devlet bana Kıbrıslı Türk olduğumu söyleme hakkını vermese de, ben insanların Türkiyeli Türk veya Kürt olmalarına saygı duyarım. Ama kitleler böyle düşünmez, kitleler devlet ile hükümet, hükümet ile vatandaş, vatandaş ile insan arasındaki farkı uzun uzun düşünüp, uslu uslu, adam adamcık, hanım hanımcık ve akılcıl cevaplarla hareket etmez. Bu tanımlamalardan çıkan çikolata tadından yazıları okusa bile kendi güneşinin yakıcılığına geri dönecektir. Gerçek oradadır, materyal sosyal alandadır.
Ne önerisi yapabiliriz ki? Çikolata tadında öneriler mi sıralayalım? Güneş önemli güneş.
Türkiye’nin Lefkoşa Elçiliği önce kavrayacak sonra açıklayacak ve diyecek ki ben Kıbrıslı Türklerin özgün kimliklerine saygı duyuyorum. Yani Türkiye’yi takip etmesek AKP’nin Türkiye’de neler yaptığını bilmesek, kandırılacağız. Türkiye’de CHP ve MHP’ye akıl veriyor “Türkiyelilik” kimliği üzerinden, “anayasal vatandaşlık ve çoğulculuk” diyor (“Kürt” sorunu hala problemli), Kıbrıs’a gelince MHP’lilik taslıyor. Önce Türkiye Cumhuriyeti’nin Elçisi bu soruna çözüm bulmak isteyecek, ancak o zaman sorunlar çözülür. İslam’ın sunni pratiğini dayatmaktan ve Türklük şovenizminden vazgeçecek. Bu iki olguyla ilgili Ortodoks, arkaik ve çağdışı tavırlarını değiştirdikleri an, birçok konuyla ilgili değerlendirmeleri, söylemleri ve pratikleri değişecek, nüfus sorunu da dahil. O vakte kadar direniş devam eder, ne kadar güçlü/güçsüz olduğumuzun da zerre kadar önemi yoktur.
Bu direniş sürerken, Türkiye’den gelen insanların kimliklerine saygı duymalıyız; özellikle fakirin, yoksulun, dışlanmışın, horlanmışın, tutunamayanın milleti yoktur, hepsi canımızdır, ciğerimizdir, tümü de “bizden”dir. Bu sorun, Kuzey Kıbrıs’ı vatan yapmış herkesin sorunudur. Saflar etnik kökene göre değil, materyal koşullardaki sosyal hoşnutsuzluğa karşı örgütlenecek direnişe göre belirlenmelidir.
[Siz de bu konudaki fikirlerini yazıp gönderiniz, tartışmaya katılınız: mertjrn@gmail.com]