
Kuzey Kıbrıs'ta Ekonomik Neo-Liberalizm
Mertkan Hamit; Neo-liberalizm; bugünlerde Kıbrıs'ın kuzeyinde sıkça duyduğumuz ve tam olarak ne olduğunu bir türlü ifade edemediğimiz sihirli bir sözcük
Mertkan Hamit
Neo-liberalizm; bugünlerde Kıbrıs'ın kuzeyinde sıkça duyduğumuz ve tam olarak ne olduğunu bir türlü ifade edemediğimiz sihirli bir sözcük. Kıbrıs'ın kuzeyinde gündelik hayatta daha yeni yeni tartışılıyor olmasına rağmen, aslında dünyanın geriye kalan bölümü bu 'sözcükten' son derece muzdarip. Birkaç hafta önceki Gaile dergisinde detaylı bir şekilde tartışıldığından dolayı yeniden neo-liberalizmi tartışmak ne derece yararlıdır bilemiyorum. Fakat kişisel görüşüm bu tartışmanın solun yeni ajandası olması gerektiğidir. Bu yüzden okuyucunun beklentilerini yükseltmemek adına bu yazının amacının aslında liberalizm tartışmalarının sürekliliğini sağlamak ve durumu yeniden tanımlayarak analiz etmekten öte olmadığını belirtmek isterim.
Bu noktadan hareketle, ilk önce ekonomik neo-liberalizm tanımını yeniden yapmak yerinde olacaktır. Kabaca bir tanımlama yapacak olursam, ekonomik olarak neoliberalizm bütün üretim araçlarının bireyin sahipliğinde olmasını ve herkesin varsa kendi sermayesini yoksa sermayedarın yanında emeğini satarak 'optimum' üretimini sağlayabileceğini var sayan ekonomik sistemi temsil eder. Fakat belirtilenlere ek olarak, neo-liberalizmin en büyük özelliği bölgesel veya evrensel olarak pazarın hiçbir etkiye maruz kalmayacağı bir sistem yaratılmasını öngörmesiyle ilgilidir. Bu durumu ekonomistler serbest piyasa sistemi olarak tanımlar. Serbest piyasa sisteminde üretilen şeylerin değerini sadece arz ve talep dengesiyle belirlenebileceğini kabul eder. Biz üretilen 'şeylerin' değerini daha çok ürünün para cinsinden 'fiyatı' olarak algılıyoruz. Neoliberal ekonomik sistem üretim sürecinin en başından tüketimine kadar geçen sürecin bütün ilişkilerin 'piyasada' oluşmasını talep eder ve devletin piyasadaki rolünü son derece tehlikeli görür ve bu yüzden özel girişimcinin serbest piyasa sistemi altında rekabet ederek üretmesinin optimum üretimi sağlamak için yegane yol olduğu varsayımından hareket ederken devletin üretim sürecinden olabildiğince uzaklaştırılması gerektiğini savunur.
Neoliberal ekonomik sistem tüm bu süreç içerisinde devletin rolünü daha çok düzenleyici bir kurum olarak görür ve devleti kurum olarak yukarıda belirtilen yapıyı korumak ve ilerletmenin ötesinde tanımlamaz. Üstelik devletin etkisini azaltmak için medya gibi araçları da ciddi bir biçimde kullanarak sistemin sürekliliğini sağlamayı hedefler. Tüm bu sürecin kurgulanmasında toplumdan çok 'birey' ön plandadır. Bu yüzden de bireyin tüm üretim davranışlarının aslında 'kar amacıyla' veya 'en yüksek tatmin seviyesine' ulaşmak amacıyla yaptığına inanır. Bireyin kârını sürekli 'maksimize eden' doyumsuz, hedonist bir varlık olarak tanımlarken bunu 'normalleştirir.'
Tüm bu açıklamalara baktığımızda, aslında Kıbrıs'ta yaşayan birey ile dünyanın başka bir yerinde yaşayan başka birey arasında bir fark olmadığı ilk anda akla gelmesi şaşırtıcı değildir. Yani bireyin aç gözlü olması ve sistemin piyasa mekanizması dahilinde çalışıyor olması evrensel bir gerçeklik gibi kabul edilmektedir. Peki şimdi başa dönecek olursak, zaten halihazırda bu sistem insan davranışlarını en iyi şekilde tatmin ediyorsa, Kıbrıs'ın kuzeyinde yaşayanlar olarak biz zaten bu sisteme çoktan dahil olmuşsak, evrensel bir gerçeklikten bahsediyorsak; nereden çıktı bu 'Kıbrıs'ta Neo-Liberalizm' tartışmaları?
Sanırım yukarıdaki bu varsayımlara eleştirel olarak birkaç boyutta yaklaşabiliriz. Birinci boyut 'evrensel gerçeğin reddi' olarak özetlenebilir. Yani, yukarıda belirtilen insan tasviri her ne kadar da kulağa doğru geliyor olsa da, bu doğruluk mutlak değildir. Örneğin sol bilince sahip olmayan bir insanın da gönüllü bir iş yapması, yardıma muhtaç bir kişiye acıdığı için sadece insan olarak önem verdiği karşılıksız olarak destek vermesi, toplum yararına olduğuna inanılan bir alışkanlığından kendi kararıyla vazgeçmesi, sözü geçen insanın sadece tatmin olmak üzere hareket eden bir varlık olmadığını göstermektedir. Buradan hareketle yukarıda aktardığımız neo-liberal iktisadın 'evrensel' doğruluğunun aslında bir illüzyondan ibaret olduğu, sadece varsayımlardan oluştuğu noktasına gelmekteyiz.
İşte Kıbrıs'ta da neoliberalizm üzerine yapılan tartışmaların bu 'evrensel' olduğuna inanılan gerçeklerin illüzyon olduğunu kanıtlamak için son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Halbuki bize yukarıda tasvir edilen doğru olma durumu çeşitli araçlar ile empoze edilmektedir. Özellikle basın ve medya araçları bu anlayışın beyinlerimize kazınması için yapmış olduğu yayınlar son derece etkilidir. Fakat Kıbrıs'ta bahsedilen bu noktaya dikkat ederek yayın yapan medya kuruluşu olduğundan çok da emin değilim. Çünkü neoliberalizm ile her ne kadar da ekonomik bir sistemden bahsediyor olsam da, ekonomik sistem süreç içerisinde kendine ekonomik yapılanmalarının yanında sosyal, kültürel, politik yapılarını ve bunları temsil eden kurumlarını da oluşturmuştur ve bunları birbirinden ayırmamız neredeyse imkansız gibidir.
Başka bir deyişle, bugün dinlediğimiz müzikten, izlediğimiz programlara, mahalledeki bakkaldan vazgeçip büyük marketlere yaptığımız ziyaretlere kadar birçok şey neoliberal ekonomik faaliyetlerin bir ürünüdür ve her şey bireyin arsız taleplerini tatmin etmek üzere kurulmuştur. İşte bu yüzden müzik kalitesinden çok müziğin klibine önem veriliyor, erotizm bir tür güzelleme olarak görülüyor ve satın aldığımız her şeyin ebatları gün geçtikçe büyüyor.
Tüm bunlar sistemin; kendi kültürünü, kendi siyasi örgütlenmesini, kendi hukukunu ve dahası kendi insanını üretiyor olduğu anlamına gelmektedir. Bu açıdan Kıbrıs'ın kuzeyinde (ve güneyinde) solun üretmesi gereken alternatif politikanın sadece Kıbrıs sorunundan ibaret olmadığını yaşanan etnik problemin yanında yukarıda belirtilenlerin ışığında sol politikanın yeniden yapılanması gerektiği gerçeği gün gibi önümüzdedir.
Kıbrıs'ta neo-liberalizm tartışmalarını alevlendiren bir diğer mesele ise daha çok toplumsal dönüşüm noktasındadır. Kıbrıs'ın kuzeyinde yaşayan insanlar, herkesin bildiği sebeplerden dolayı, ekonomik sistemini var olan çarpıklıklar silsilesi üzerine oluşturmuştur. Bu yapı ne kadar çarpık olursa olsun sistemin özünde hâlâ liberal ekonomik ilişkiler mevcuttur. Buna rağmen bu sistem “Türkiye'den gelen kaynakların” etkin bir biçimde güç odaklarına dağıtılması yoluyla sürdürülmektedir. Bugün gelinen durumda ise, yapılmak istenen, kaynak dağıtımının yerli güç odakları yerine AKP iktidarının kendi amaçlarına uygun olarak daha iyi çalışabileceği ithal 'güç odaklarıyla' yapmaya meyletmesidir.
Bu noktada iki paradoksal durumla karşılaşıyoruz. Birinci paradoks, güç odakları ikinci paradoks da işin ekonomi politik boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Güç odaklarından kastım adadaki aksak yapıyı sürdürmekle bilinçli ya da bilinçsiz olarak görevlendirilmiş yerli sermaye sınıflarıdır. Son zamanlarda Ankara'nın uyguladığı ekonomi politikasına baktığımızda yerli sermaye sınıfları artık ikinci plandadır. Bu yüzden yerli iş adamları Ankara'nın tercih ibresinin Türkiye'deki sermaye sınıflarına yönelmesine verdiği tepki daha çok kendi gelişimlerine bir engel olarak görmektedir. Bu yüzden tepki gösterirken, talepleri kendi bencil kar dürtülerinin ötesine gitmemektedir. Talep edilen adalet ve eşitlik değil, sadece daha yüksek karlılık oranıdır. Bu yüzden yerli sermaye sınıflarının amaçlarının ne olduğunu tam olarak anlamadan belli sol grupların sermaye ile işbirliği söylemi bana göre son derece zararlıdır.
Diğer bir nokta ise yukarıda belirttiğim gibi işin ekonomi politiğidir. Bugün Ankara'nın dayattığı paket aslında mevcut 'KKTC' yapısını normal bir devletmişçesine neoliberal sisteme ayak uydurmaya davet etmektedir. Bunu yaparken bir tarafta özelleştirme talebinde bulunurken, diğer taraftan da devleti küçültecek önlemlerden bahsetmektedir. Oysaki bu süreç içerisinde Ankara “KKTC'nin” yatırıma elverişli olmayan, tanınmamış ve işgal altında olan bir toprak parçası olarak tanımlandığını görmezden gelerek, sıradan bir devlet muamelesi yapmaktadır. Bana göre yukarıda belirtilen talepler Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin “adada imtiyazlı bir neoliberalizm ortamı” yaratma isteği olarak görmeliyiz ve bunlar yapılırken emin olmamız gereken tek şey, bu taleplerde 'özne' adanın kuzeyinde yaşayan halk değil, pastayı mideye indirecek sermaye sınıflarıdır.
Sonuç olarak, Kıbrıs'ın kuzeyinde dayatılan bu ekonomik dönüşüm süreci her ne kadar da evrensel bir gerçek olarak sunulsa da, son derece yanıltıcı olduğuna inanıyorum. Yaşanılan neo-liberal dalganın, adadaki veya ada dışındaki imtiyazlı birkaç kişi dışında kimseye bir faydası olmayacağı açıktır. Kıbrıs solunun da bu noktadan hareketle ciddi bir biçimde saplandığı Kıbrıs sorunu ve kimlik kavgası ötesinde çok daha kapsayıcı ve şu an son derece gerekli olan neoliberalizme ve tahakküme karşı bir dayanışma, eşitlik ve adalet bloğu oluşturması son derece gereklidir. Bunun mümkün kılınması için bana göre en büyük görev ise organize gruplara düşmektedir. Kitlesel yığınların oluşturduğu sendikalar, örgütler ve meclisin içindeki ve dışındaki partilerin ciddi bir biçimde taraflarını belirlemesi gerekmektedir. Bana göre adadaki son yaşananlardan sonra ayakları yere sağlam basan toplumsal muhalefetin oluşturulması ve ideolojik olarak içinin doldurulmasının zamanı gelmiştir.