1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Mektup-20
Mektup-20

Mektup-20

Umut etmeyi her zaman sürdürmüşsün. Düşe kalka bir yaşamın olsa da, hep bir yanında saklar olmuşsun umudu, ta ki yaşamın tükenene kadar. Ama öldükten sonra da umudunu dile getirmişsin “hatırlanırım belki” diyerek; “yeni yılda yeni um

A+A-

 

 

Umut etmeyi her zaman sürdürmüşsün.

Düşe kalka bir yaşamın olsa da, hep bir yanında saklar olmuşsun umudu, ta ki yaşamın tükenene kadar.

Ama öldükten sonra da umudunu dile getirmişsin “hatırlanırım belki” diyerek; “yeni yılda yeni umutlar taşır insan ama yıl yine 365 gün...yani umut için her yıl 364 gün olanağımız var” diye cümleni sürdürüyorsun, yılda bir kez umudu beklemek yerine.

Aslında senden de farklı bir “yeni yıl” mektubu alacağımı ummuyordum... bak ben senden yana “umutsuzluk” taşıyorum (gülüyorum). Ama mektubunda takıldığım başka bir şey var:

Sen ki “insan; düşüncesini hele sevgisini saklamamalı” diyorsun, meğer en büyük saklılığı yapan sen mişsin meğer. Sanki bu yılın ilk mektubu, sakladıklarınla yüzleşmen gibi...

“Birçok insanın yaşadığı ve kendinden bile sakladığı düşüncelerin sıkıntısını ben de yıllarca duydum duymaktayım.

Anneme yaşadığı sürece "anam benim, seni çok seviyorum" diyemedim. Mezarı başında ancak yalnızken bunu söyleyebildim...

Babama hâlâ diyemedim, sevmiyorum değil ama "ana" başka sanki... erkekler arasında genelde zıtlaşma olur bilirsin...

İnsan çocuklarına bile bazan diyemiyor, sevmediğinden değil ama denilebilse; sanki bir başkasının sesi, dudağı gibi geliyor kişiye ama kıllarına zarar gelse, dünyayı yakar her ana-baba...bilirim...

Peki neden insan sevdiğini saklar bir diğerinden? Ya da bazılarına bu sevgi sözcüklerini söylerken, bazılarında dili tutulur, nefesi kesilir?

Basitçe cevap verebiliriz; “yapım böyle” diyerek ama öz eleştirisini yaparsa insan, karşısındakininin belki de en büyük ihtiyacı olduğunu anlar; “sevgi” sözcüklerinin.

İçin için kendimizi yeriz, zamanında söyleyemediklerimizden.

Bir daha olmasın diye söz verirken yaşadığımız sürece, bir yenisini ekleriz söylenmemiş sevgi sözcük diyarına.

Sonra bir an durup bakarız bu diyara; meğer ne kadar biriktirmişiz yıllara sevgiyi, yaşayamayarak, yaşatamayarak.

Değişmek mi gerek, yıkmak mı lazım kendimize ördüğümüz duvarları.

Sıkışmış yürteğimizde kanayan bir yara gibi yaşamın içerisinde yol alırken, sakladıklarımızla boğulur ama bir türlü yenişemediğimiz kendimizle, sevgi sözcüklerini hapsetmeye devam ederiz.

Elbette başka şekilde göstermeye çalışırız, karşımızdakinin bizdeki değerini.

Onun için kendini ateşe atmaya razı olursun, hastalansa yüreğin kanar elinden gelenin üstünde birşeyler yapmak istersin.

Ağladı mı, dünyanın tüm ıslaklığının yüreğini kapladığını hisseder, nefesin kesilir.

Ama işte bir türlü o sözcükler yuvarlanmaz dilinden.

Belki de böyle kabullendirmek gerek kendini.

Hani tıpkı aşk’ın tariflerinden biri gibi:

Eline bir fırça alırsın, kırmızı boyaya batırırsın ve duvara uzun uzadıya çizersin.

Sonra karşındakine dersin ki; ‘işte seni böylesine severim’...”

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1727 defa okunmuştur