1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Uzaklar’dan Fragmanlar…
‘Uzaklar’dan Fragmanlar…

‘Uzaklar’dan Fragmanlar…

İnsanoğlu belirli bir zaman diliminde, büyük oranda belirli bir mekânda/coğrafyada, verili olanla/verili olanın dayatmalarıyla ve nihayet buna karşı ‘durumsal’ ya da ‘varoluşsal’ temelli karşı çıkışlar/çözüm arayışlarıyla geçen bir ömür yaşar.

A+A-

Hakkı Yücel
hkyucel52@gmail.com

   

       “Uzak nedir?

Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için gidecek yer ne kadar uzak olabilir.’’

           İsmet Özel 

New Jersey/Montreal.


1.

İnsanoğlunun kaderidir: Sınırlı ömrüyle sınırsız hayalleri arasında salınıp durur. Ölüm gerçeğiyle beyhude ölümsüzlük arayışının gerilimli ilişkisidir bu aynı zamanda. Yok olmakla eşdeğer mutlak sonu bilmek (ölüm), öyle ya da böyle varolma (varoluş) serüvenini sancılı/sıkıntılı bir sürece dönüştürür. Yaşam boyu geçerli olan bu durum, kriz dönemlerinde (bireysel/toplumsal ne çok şey var bu konuda örnek gösterilebilecek; an itibarıyla belki en çarpıcı olanı, bütünü kapsıyor olması bakımından dünyanın günümüzdeki hali) şiddetini daha da artırır. Şimdi ve burada yaşamaya mahkûm insanoğlu, içinde yaşadığı zamanın ve ortamın koşullarını taşıyan gerçeklikten kaçamaz, ondan etkilenir; ancak, kendince buradan çıkış yolları aramaktan, çözümler üretmekten de geri durmaz. Kendi başına amacı ve anlamı olmayan hayata amaç ve anlam katacak olan da işte birey olarak insanın bu süreci nasıl yaşadığıyla, yaptığı/yapacağı seçimlerle doğrudan ilişkilidir. Sonucun ne olduğunu/olacağını ortaya çıkaracak olan ise bu seçimlerin mahiyetidir.

Kimileri bu sürecin ağırlığını, verili durumun değişken akışkanlığıyla ilişkili  ‘durumsal’ bir sancı olarak yaşar, öyle algılar ve ona denk düşen karşılıklar verir, davranış biçimleri geliştirir. Yüzeysel ve biçimsel yanı ağır basan ‘durumsal’lık haline karşılık gelen bir örnek olarak, sık sık dillendirilen, anlam ve değerden yoksun, bu haliyle ‘gününü gün et demenin’ Türkçesi olan ‘carpe diem/anı yaşa’ güzellemesi gösterilebilir. Böylesi bir yaklaşımda yaşam daha çok kişisel arzuların tatminine yönelik bir tüketim nesnesi olarak algılanır ve o arzular tatmin edildiği oranda kıymet kazanır. Kimileri ise bu süreci, daha yoğun, daha derin, süreklilik arz eden ‘varoluşsal’ bir sancı olarak yaşar; değerler ve ilkeler gözeten, salt birey olarak kendisiyle sınırlı kalmayıp kolektif karşılığı da olan, buradan anlam kazanan geniş ölçekli, çok boyutlu bir sorumluluk olarak yaşar.

Ezcümle insanoğlu belirli bir zaman diliminde, büyük oranda belirli bir mekânda/coğrafyada, (burada ve şimdi) verili olanla/verili olanın dayatmalarıyla ve nihayet buna karşı ‘durumsal’ ya da ‘varoluşsal’ temelli karşı çıkışlar/çözüm arayışlarıyla geçen bir ömür yaşar. İnişli çıkışlı yaşanan bu süre/süreç kimileyin daha da ağırlaşır, bu durumda verili olanın dayatılan sınırlarını aşmak, bu kuşatmadan kurtulmak, nefes almak kadar, çok daha fazla talep edilir bir ihtiyaç halini alır. İşte böyle zamanlarda burada ve şimdi yaşananların kıskacından ve de azabından kurtulmak adına bir seçenek de ‘uzaklar’ ve o uzaklara ‘kaçmak/gitmek’tir. Bir sebep de buna, yaşanan yerin bir ‘cehennem’ haline gelmesinin (öyle algılanmasının) uzakların adeta bir ‘cennet’ olarak algılanmasına/tahayyül edilmesine yol açmasıdır.  Ancak hemen belirtmek gerekir ki burada söz konusu olan ‘uzaklar’ sadece ‘fiziki mekân’, ‘kaçmak/gitmek’ fiili de salt ‘fiziki hareketlik’ (burada dışarı/ya yönelik bir hareketlilik vardır) değildir; öyle kabul edilmemelidir. Misal, sıklıkla kaçıp gidilen uzaklar olarak ‘geçmiş’ (nostalji) ve ‘gelecek’ (ütopya) fiziki mekânlar değil, zihinsel düzeyde -‘zihinsel hareketlilik’-, (burada içeri’ye doğru bir hareketlilik söz konusudur) tarif edilen, kaçıp gidilen yerlerdir. Önemli bir not: ‘zihinsel/zihinsel hareketlilik’ temelli yaklaşımlar göz önüne alındığında ‘uzaklar’ ve ‘kaçmak/gitmek’ fiilinin bireyin kendine dönük olarak cereyan eden ve de onu dönüştüren bir yanı olduğu da unutulmamak gerekir.  

Bu fragman burada dursun. 

 

2.

‘Kaçmak/gitmek’ ve de ‘uzaklar’ demişken, bir başka bağlamda yazılmış ve analoji kurmak bakımından belki tam olarak yerine oturmasa da, W.Benjamin’in ‘’Eve Dön!. Her şey affedildi’’ başlıklı yazısını anmanın tam sırasıdır. Şunları söylüyor 1928 yılında kaleme aldığı yazısında Benjamin: 

‘’Tıpkı barfikste büyük dönüşü yapmaya çalışan jimnastikçi gibi her çocuk, er ya da geç kendi payına düşecek kaderi belirleyen talih çarkını kendisi çevirir. Çünkü yalnız on beşindeyken bildiğimiz ya da yaptığımız şey sonradan bizi cezbedecektir. Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır. On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözelti gibi, mutluluğun kristalini yaratır.’’

Kelimelerin/cümlelerin anlam yükünü fazladan artırmak mıdır                                 

-kelimelerin/cümlelerin peşinden gitmek başka nedir ki-, Benjamin’in yazdıklarından el alarak şunları söylemek mümkün: Burada ev, içinde yaşanılan, verili olanı/dayatılanı simgeleyen ortam/mekân/coğrafya; sokak ise bu sınırlandırmayı/kuşatmayı aşmak adına kaçıp gidilen ‘uzak’tır. O hem sokağı (uzak) hem de kaçmak fiilini olumlarken, kırk sekiz saatliğine olsa da bu deneyimin mutluluğa -burada mutluluk öne çıkarılmaktadır- katkı sağlayacağının altını çizmektedir. Ardından gelen ‘eve dön’ çağrısı ise kaçışın bir dönüşü olduğunu/olması gerektiğini işaret ettiği kadar, geriye dönenin de artık geldiğinden farklı olduğunu/olması gerektiğini ima ediyor olması bakımından ayrıca dikkat çekicidir. (Deleuze ‘kaçış’ı, güçlü bir mücadele aracına dönüşecek/dönüşmesi gereken en etkin eylem biçimlerinden birisi olarak tarif ederken -olumlarken-, bu tespitini, kaçış fiilinin onu gerçekleştirende meydana getirdiği/getirmesi gerektiği niteliksel değişime dayandırmaktadır.)

Daha iyi anlaşılmak adına bir kez daha hatırlatarak söylenecek olursa,  ‘durumsal’ kaygılar zaviyesinden bakıldığında ‘uzaklara kaçmak’ eylemi daha çok ‘fiziksel hareketlilik’ zemininde gerçekleşen, deyim yerindeyse farklı mekânın/coğrafyanın görselliğini/biçimselliğini öne çıkaran, tebdil-i mekânda ferahlık vardan hareketle bunun geçici hazzını/mutluluğunu yaşayan turistik geziler olma özelliği taşırken (bunu dışarıya yönelik, daha yüzeysel/biçimsel, ‘dışsal’ yolculuk/gezi olarak da nitelendirmek mümkün); ‘varoluşsal’ kaygılar taşıyanlar için aynı ‘uzaklar’ fiziksel hareketlilik’ten öte ya da buna ilave ‘zihinsel hareketlilik’ esaslı bir mahiyet (bu da daha çok kişinin kendisine, içeriye, daha yoğun ve derin ‘içsel yolculuk’ olarak tanımlanabilir)  arz etmektedir. Böyle olunca da kişinin yaşadığı yerleri ve ona dair olan şeyleri bir süreliğine ardında bırakıp uzaklara kaçması (gitmesi) görsel bir serüven olmaktan öteye zihinsel olmanın (bilgi edinmeden düşünmeye, sorgulamadan yorumlamaya, anlamadan eleştirmeye vb. varana kadar) özelliklerini içkin, kişinin kendine doğru da seyreden ve de kendini adeta yeniden yaratacağı bir yolculuğa dönüşecektir. Şundan ki burada gerçekleşen (zihinsel) yolculukta, ‘uzak(lar)’ salt fiziki bir mekân olmaktan çıkacak, zihinle nesnesi arasında ona ufuk açacak -o potansiyeli içkin- ‘mesafe’ olarak algılanır hale gelecektir. ‘Mesafe’ ölçekli bu algı biçimi ise, görünenle (fiziki olanla) özdeşleşmekle sınırlı kalmayan,  aynı anda ondan öte görünmeyeni (tahayyül edileni/imgeseli) de kapsayan, çok daha geniş ölçekli ve de boyutlu, hayatın bütün alanlarında karşılığı da olan/olacak olan, düşünmeyi/tefekkürü teşvik eden bir işlevsellik kazanacaktır.

Bu fragman da burada dursun.

 

3.

Dünyanın (buna yaşadığın ülkeyi de ekle) giderek ağırlaşan yükü, buna bağlı olarak verili durumun bunaltıcı kıskacı, depreşen ‘durumsal-varoluşsal‘ kaygılar, uzaklar, kaçmak derken işte yine yollara düştün, uzaklara kaçtın. Bir süreliğine de olsa, içinde yaşadığın mekândan ve ona dâhil olan yaşamdan uzaklaşmak, kaçıp gitmek, evet tecrübeyle sabittir, sana da iyi gelecektir. Öyle de oldu/oluyor zaten. Şimdilerde, bazen usta fırça darbeleriyle gösterdiğinden fazlası olan -en azından senin öyle hissettiğin- bir tablonun görsel zenginliğini/çeşitliliğini seyreder gibi; bazense her cümlesinde anlattığı kadar anlatmadığının -Heidegger’in öğrencilerine, şu an birebir aktaramıyor olsam da, önemli uyarısıdır: ‘’Siz anlattıklarımdan/söylediklerimden çok anlatmadıklarımı/söylemediklerimi duymaya/anlamaya çalışın- gizemini de taşıyan bir kitabı okur gibi dolaşıyorsun uzaklarda. Aynı anda hem gören/seyreden bir gezginsin (ne demiştin, daha çok görmekle yetinen, fiziki mekân ölçeğinde bir hareketlilik; bir nevi turist olma hali), hem de gördüklerinden fazlası (çağrıştırdıkları, hatırlattıkları) üzerine dair düşünen (burada mekân olarak uzaklık, mesafe olarak uzaklık algısına dönüşmüş, buna bağlı olarak ‘zihinsel hareketlilik’ öne çıkmış, bir nevi tefekkür etme hali oluşmuştur), hadi yine Deleuze’den el alalım, yolculuğu zihinde seyreden bir göçebesin.

İşte bugün de o gezgin/göçebe haline devam ediyorsun; bir başka tabloya bakar ya da yeni bir sayfayı çevirir gibi bir uzak yerden (bir ülkeden/şehirden) bir başka uzak yere (bir başka ülkeye/şehre) gidiyorsun; yol boyu iki yanından biteviye ormanlar akıp geçiyor. Kâh yağmur yağıyor, kâh güneş açıyor. Tabiatın, artık bahar zamanıdır, gün güne daha da koyulaşan ağaç-çimen yeşil örtüsü parıltılı ıslaklığıyla önün sıra genişleyip yayılıyor. Sonra birden, sanki tutsaklıktan kurtulmuşsun da özgürlüğü soluyormuşsun gibi hissediyorsun. Saatler geçiyor, yol bitiyor, tabiatın en çok özgürlüğü çağrıştıran ağaç-çimen koyu yeşil örtüsü yerini büyük kentin (yoksa yeniden mi tutsaklık) uğultulu karmaşasına bırakıyor. Bir otele yerleşiyorsun. Birkaç gün burada kalacaksın. Kim bilir, bazen bir mekândan ötekine bir poz şurada, bir tane burada, bir tane de şurada, fotoğraf çeken -neyse ki (yoksa ne yazık ki demelisin) sosyal medyada değilsin, çektiğin fotoğraflar sana kalacak- bir gezgin olacaksın; bazense bu uzak ülke/şehri fiziki bir mekân olarak değil bir mesafe olarak algılayacak böyle olunca da baktığı ve gördüğü şeyin kendiyle yetinen (fotoğrafını çeken, kaydeden) bir gezgin değil, üzerine düşünen, yani zihinsel bir hareketlilik sergileyen -Deleuze’den mülhem-, bir göçebe olacaksın.

Bu fragmanı da diğerlerinin yanına koy.

 

4. 

Şimdi bir Cafe’de oturmuş, bilgisayarını açmış, yazını yazıyorsun. Arada bir soluklanmak için durduğunda, bir süreliğine uzağında kalmaya çalışsan da, dünyada neler oluyorun peşine düşüyorsun. Çatışmadan, kötülükten, adaletsizlikten, öfkeden, nefretten yana değişen pek bir şey olmadığına ve de küresel ölçekte bir kriz yaşandığına bir kez daha tanık oluyorsun.

Ama bir şey var. Bu felaket ortamı içinde kendine yer bulan bir fotoğraf ve o fotoğrafta yer alan bir insanın hikâyesi, çölde bir vaha gibi, çok şeyler anlatan, hatırlatan, hissettiren nadide bir çiçek gibi boy veriyor. Evindeki konforu ardına bakmadan terk edip sokağa/uzaklara kaçan, verili olanın dayatmalarına kendinden/kendi mahallesinden başlayarak mesafe alan, oralarda çile çeken, birden çok hayatlar yaşarken aynı anda birçok hayatlara dokunarak ve de bedeller ödeyerek büyüyen ve nihayet oralardan, mümkün olanın sınırlarını genişletmenin, imkânsız sayılacak kertede zor olanı mümkün kılmanın mücadelesini ve sonuç alma becerisini göstererek geri dönen Sırrı Süreyya Önder, somut bir örnek olarak, bugün ve gelecek adına umut olmayı sürdürüyor.

Ve o fotoğrafta, yazılan ve yazılmayan ayrı ayrı ‘fragmanlar’ -bir kelimenin anlattıklarından fazlasını anlamanın/aramanın tam sırasıdır; o halde ‘farklılıklar’ da diyelim- bir araya geliyor ve de bir ‘bütün’ olu(şturu)yor..

Son söz: Sırrı Süreyya Önder şimdi artık kaçıp gittiği uzaklardan ebediyen geri dönmeyecek olsa da, o farklılıkların biraradalığını içkin ‘bütün’ olma halinin simgesi ve yol göstericisi olmaya devam ediyor.                                                                                          

Bu haber toplam 1374 defa okunmuştur
Gaile 518. Sayısı

Gaile 518. Sayısı