1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. GECE DEFTERİ’nden…
GECE DEFTERİ’nden…

GECE DEFTERİ’nden…

Şiirin düşsel hakikati hayatın hakikatiyle yer değiştirdiği zaman insan kendini hayatın içinde değil de şiirin içinde buluyor ve onu yaşamaya çalışıyor..

A+A-

GECE DEFTERİ’nden…

Armagnac...

                     

Hakkı Yücel
Ekim 2013

Kaptan’a…

 

 

Akşam üzeri, günü tamamlamışım, yürüyüş için hazırım, tam çıkacağım, zil sesi.. Hay Allah..! Bir an acaba açmasam mı diye geçirdim aklımdan.. Hem zaten kıyafetim de müsait değil, eşofmanımı giymişim, ayağımda spor ayakkabılar, hasta kabul edecek durumda değilim. Ne yapsam..!? Tereddüdüm uzun sürmedi, belki acildir diyerek açmaya karar verdim. Eğer acil bir durum yoksa maruzatımı söyler, yarın için randevulaşabiliriz diye düşündüm..

Kapıyı açtım..

 

Karşımda elinde bir paket, muzipçe gülümseyen genç bir adam..

Tanımıyorum.. Ben biraz şaşkın öylesine bakınırken aradığı insan olup olmadığımı öğrenmek için “siz misiniz” diyerek ismimi söyledi, “benim” diye karşılık verdim.. Sandığım gibi hasta değilmiş,  kapının eşiğinde neredeyse soluk almadan konuşmaya başlayınca anladım.. İstanbulluymuş, şimdilerde Kıbrıs’ta öğrenci.. Bayram tatili için memlekete gitmiş.. Doktor bir kuzeni varmış, bayramda bir araya gelmişler.. Laf arasında Kıbrıs’ta sınıf arkadaşı bir doktor olduğundan, uzun zamandır görüşemediklerinden söz etmiş kuzeni.. İsmi şuydu buydu derken, biraz ilerimizde oturan genç adam, bahsedilen ismin her gün önünden geçtiği tabeladaki doktorun ismiyle -benim ismimle- aynı olduğunu fark etmiş.. Yani eski dostum beni gökte ararken yerde bulmuş.. Bu garip tesadüfün ayrıntılarını biraz daha anlattıktan sonra genç adam,

“Kuzenim selâm ve sevgilerini iletiyor. Bu da sizin..”

diyerek elindeki paketi uzatıyor..

Teşekkür ediyor, paketi alıyorum.. Ama şaşırmadım da değil..

Geçmişle geleceği hem birleştiren hem de bölen ‘an’ın yükü kimileyin bir garip oluyor..!

Dünya gerçekten küçükmüş..!

 

Şaşkınlığımı üzerimden atmaya çalışırken, genç adam “Ayrıca size iletmemi istediği bir de notu var kuzenimin” diyor ve cebinden bir zarf  çıkararak onu da veriyor..Bir kez daha teşekkür ediyorum.. Kısa bir süre daha devam eden ayaküstü sohbetin ardından yolcu ederken kapının içinde bir süre arkasından bakıyorum bu beklenmedik misafirin ve doğrusu ne yazdığını da merak ettiğimden eski dostumun, hemen oracıkta zarfı açıp kısa notu okuyorum:

“Gönderdiğim pakette içinde yirmi beş damla gözyaşı olan bir şişe Armagnac var.. Armagnac artık kolay bulunuyor.. Eski günlerin ve Kaptan’ın hatırasına -tesadüfe bak, 11 Ekim ölüm yıldönümü- içersin..

Sevgiler..

T”

Notu bir daha, bir daha okuyorum..

Birden kafamın içinde ardarda patlayan sorular, öylece kalıyorum:

“Yirmi beş damla gözyaşı..!?”

“Armagnac..!?”

“Kaptan..!?”

Hay Allah..!

Ben kafamın içinde ardarda patlayan sorular bir heykel gibi öylece kalmış dururken, aynı anda geriye doğru uzanan zaman tünelinin loş karanlığında bir şimşek çakıyor ve ışığın keskin parıltısı o karanlığı aydınlatıyor..Sonra, sanki ben değilmişim de bir başkasıymış gibi yerime konuşan, dudaklarımdan bir şiirin dizeleri kendiliğinden dökülmeye başlıyor:

 

“seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim
armagnac demek yirmi beş damla gözyaşı demekmiş
demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim
senin dağlardan ve sarhoşlardan korktuğunu bilirim
ben sarhoş olduğum zaman korkmuyorsun hiç korkmuyorsun
gözlüklerim kırılmasın diye sakladığını bilirim”

 

Paketi açıyorum, ince boyunlu, gövdesi geniş, eni dar bir şişe konyak..Üzerinde Armagnac (napoleon) yazıyor..Kaldırıp ışığa tutuyorum, bana mı öyle geliyor, sanki içinde kristal gözyaşı damlaları yüzüyor.. O kadar ki saysam damlaları yirmi beş çıkacağından eminim. Bir elimde paket diğer elimde not içeriye giriyorum..Bir bomba gibi patlayan bu beklenmedik sürprizin belleğimin kör kuyusundan koparıp havaya savurduğu puslu görüntüler uçuşuyor etrafımda..O görüntüler arasında paketi ve notu masanın üzerine bırakıyorum.. Her zaman yaptığımı yapıyorum sonra, kulaklığımı takıyorum, müziğin sesini açıyorum ve yürüyüş için parka çıkıyorum..

 

Biraz önce yaşadıklarımdan mıdır nedir, bu akşam üzeri parkta, önüm sıra silik görüntülerle yüklü bir sis bulutu peydah oluyor sanki ve ben o sis bulutunun içine doğru yürüyorum....

 

Çok geçmiyor 60’lı yılların sonlarında buluyorum kendimi..Lise öğrencisi olduğum günler..Daha doğrusu şiir virüsünün kanıma girdiği ve ayaklarımı yerden kestiği günlerdeyim..Baktığım her yeri, her şeyi olduğundan başka gördüğüm, başka hissettiğim zamanlardayım..O zamanlar ki şiir, kendi halinde tanıdığım ve bildiğim ne varsa hamur gibi yoğurarak çok başka, çok gizemli şeyler yaratıyor..Yaratmakla da kalmıyor, beraberinde beni de o çok başka, çok gizemli şeyler dünyasına sürüklüyor.. Gerçekliğin yavan ve soğuk çıplaklığından kaçıp kaçıp şiirin gizemli dünyasında geziniyorum..

Bütün yaptığım bu..

 

Üstüm başım, içim dışım şiir..Şiir olarak elime ne geçirirsem -adeta içine hapsolduğumuz o çok küçük ve bir o kadar bakir dünyalarımızda ne kadar bulabiliyorsam- büyük bir iştahla okuyorum, kimilerini, daha doğrusu okurken beni alevleri yüksek bir ateşe düşmüş gibi cayır cayır yakan ya da buzdan bir denize atlamış gibi tir tir titretenleri mutlaka ezberlemeye çalışıyorum.. Yetmiyor, daha fazlasını istiyorum, bulamıyorum.. Kitabın az olduğu, buralara yeterince ulaşamadığı zamanlar.. Türkiye gazeteleri bile ancak haftanın belirli günleri, birikerek geliyor.. Kafamın içinde ise sürekli dizeler uçuşuyor.. Kendim de kırık dökük bir şeyler karalıyorum ve hep uğruna ölünecek kıvamda dizeler yazdığımı hayal ediyorum.

 

İşte ben böyle şiirle yatıp şiirle kalkıyorum ya, bir şair var ki ne zaman okusam darmadağın oluyorum… Elime geçirdiğim her şiirini ezberliyorum..Hep daha fazlasını istiyorum, bulamadığım için de hayıflanıp duruyorum..Sadece antolojilerden okuyabildiğim şiirlerini, kendi ismini taşıyan, şiirlerinin toplu halde bulunduğu kitaplarından okumak en büyük emelim.. Bir bulabilsem dünyalar benim olacak.. Kutsal kitabını arayan mümin gibiyim..

 

Sonunda beni mucizelerin hayata dâhil olduğuna inandıran o gün geliyor, Şiir Tanrısı bu yakarışlarımı duymuş olacak ki, hiç beklenmedik bir anda bir mucize oluyor ve büyük emelim gerçekleşiyor.. Lise son sınıf öğrencisiyim. O yıl ilk kez daha önce programda olmayan “kütüphane” dersi  açılıyor Türk Lisesi’nde.. Ne gariptir, iki yıldır lisede okuyordum ve en üst katta bir kütüphane olduğunu bilmiyordum.. Bilmem de mümkün değildi zaten, çünkü burası terkedilmiş metruk bir ev gibi sürekli kilit altında tutuluyordu ve hiç kimsenin aklından da o kilidi açmak ve kütüphaneyi öğrencilerin kullanımına sunmak gelmiyordu..

İşte o yıl, tozlu raflarında az sayıda kitabın bulunduğu kütüphanenin kapısı açıldı -hâlâ açık mı, bilmiyorum- ve ilk kez biz öğrenciler, “kütüphanecilik” dersi ve öğretmeni yüzü suyu hürmetine, oraya adım atmış olduk.. İşte mucize de o kapının açıldığı gün gerçekleşti..

Acaba ilgimi çeken ne bulabilirim diye göz gezdirirken, kiminin kapağı solmuş, kiminin kenarları eprimiş kitapların yer aldığı raflarda, birdenbire,  üzerinde “Sisler Bulvarı- Attila İlhan” yazanına toslamaz mıyım?

Aman Allahım rüya mı görüyorum yoksa..!?

İşte şairim “Attila İlhan” ve şiirlerinin bir arada toplandığı “Sisler Bulvarı” kitabı karşımda duruyor..

Evet, bir mucizeydi bu -nasıl düşmüştü buraya!?-..

Kalbimin sanki yuvasından çıkacakmış gibi güm güm attığını hissettim bir an ve yangından mal kurtarır gibi kaptım rafta duran benim için eşsiz bir hazine değerindeki kitabı.. Masanın başına oturup da sayfalarını çevirmeye başladığımda ise kararımı vermiştim. Ne olursa olsun bu kitabı alacaktım ve bir daha geri getirmeyecektim.. Öyle de yaptım..Dersin sonunda yanımda götürebilir miyim diye öğretmenden izin istedim. Haftaya geri getirmem koşuluyla verdi izni..Geçmiş ola..Yanımda götürdüm ve bir daha da geri getirmedim..Soran da olmadı zaten ve “Sisler Bulvarı” bana kaldı.. Mucize o gün gerçekleşmişti ama asıl büyük şölen o gece yaşanacaktı..

 

O gece nöbet yerine “Sisler Bulvarı” ile birlikte gittim.

01-04 nöbeti benimdi..

Mücahitlik yıllarımda en ürpertici anların yaşandığı, ıssızlığın garip bir ses, gerilimli bir duygu olarak yoğunlaştığı, bir o kadar da doğurgan -neler geçmiyordu ki aklımdan- zaman dilimiydi benim için 01-04 arası nöbetler..

Ama bu gece başkaydı..

Hatırlıyorum, gökyüzünde dolunay vardı.. Bir yandan dolunay, bir yandan uzansam avuçlarıma dolacak kadar yakınımda duran salkım saçak yıldızların pırıltılı kalabalığı, o yılların neredeyse her geceyi  katran karası bir elbise gibi giyinen tenha ve yoksul Lefkoşa’sının üzerinde gümüşten bir ışık halesi  oluşturmuştu..

Her şey tamamdı, yeterince aydınlık vardı, beni kimsenin rahatsız edemeyeceği bu ıpıssız ortamda, üç saat boyunca istediğim gibi “Sisler Bulvarı”nda dolaşabilecektim..

Ne büyük saadetti..!

Bulunduğum mevzinin yanıbaşında iri bir kaya parçası vardı. Silahımı dayadım kum torbalarıyla örülmüş mevzinin benden yana olan duvarına ve oturdum kayanın üzerine..Çıkardım sonra cebimden kutsal bir emanet gibi gözümden bile sakındığım kitabımı -çalıntı kitabımı-, bir süre okşadım kapağını ve susuzluğumu dindirmek ister gibi mi desem, açlığımı gidermek ister gibi mi desem, yoksa devasız derdime derman olmak ister gibi desem, ama ne dersem diyeyim yine de ne demek istediğimi tam olarak diyemeyeceğimi bilerek, başladım dize dize okumaya, ilâhi bir metni okur gibi, “Sisler Bulvarı” kitabını..

Okumak da ne okumaktı ama..!

Bir içimden okuyordum, bir mırıldanarak, bir içli bir şarkıyı söyler gibi.. Derken ayağa kalkıyor, bir de sigara yakıyor ve bedenimi de katarak gösteriye, yüksek sesle okuyordum.. Yürüyerek, durarak, oturarak, içimden, mırıldanarak, yüksek sesle, okumayı sürdürüyordum..Okudukça kâh kanatlanıp uçuyor, kâh lime lime olup uçsuz bucaksız bir âlemde savruluyordum..

 

Ama itiraf etmeliyim ki o vecd-ü istiğrak hali içinde en çok  “kaptan” başlıklı bölümdeki şiirler etkilemişti beni (Çok sonraları Attila İlhan’ın arkadaşları tarafından ”Kaptan” diye anılıp çağrıldığını, onun da bu yakıştırmayı benimsediğini, hatta müstear isimle yazdığı film senaryolarında Ali Kaptanoğlu ismini kullandığını öğrenecektim. Yıllar sonra Selim İleri’nin onunla yaptığı nehir söyleşi de “Nam-ı Diğer Kaptan” ismiyle kitaplaştırılacaktı):

 

“ben böylesini hiç görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
sımsıcak bir merhaba diyecektim
başımı usulca dizine koyacaktım
dört gün dört gece susacaktım
yağmur sönecekti yanacaktı
sameland seferden dönecekti
duvardaki saat duracaktı
kalbim kendiliğinden duracaktı

 

ben böylesini hiç görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var”

 

dizeleriyle başlayıp devam eden ”Emperyal Oteli”;

 

“ne olur kim olduğunu bilsem pia’nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak uzak seslenmese
ben bir şehre gittiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia’yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldız basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim”

dizeleriyle başlayıp devam eden ”pia”;

 

“elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk”

 

dizeleriyle başlayıp devam eden ”sisler bulvarı”,  bu bölümün beni allak bulak eden şiirleriydi..

 

Ve nihayet beş ayrı şiirden oluşan “kaptan”:

“eflâtun gözlerin olduğunu bilmiyordum” dizesiyle başlayan “kaptan-1”;
“bu geminin yelkenlerine herifin biri paris yazmış” dizesiyle başlayan “kaptan-2”;
“yalın kılıç bir kasım sabahını paris’te yaşadım” dizesiyle başlayan “kaptan-3;
“cenova’ya indiğim zaman seni katiyyen göremezdim” dizesiyle başlayan “kaptan-4”;
“hep aynı manzarayı kullanmaktan bıktım usandım” dizesiyle başlayan “kaptan-5”

o gece dönüp dönüp tekrar tekrar okuduğum, okumakla kalmadığım, her okuduğumda kendimi adeta bir uzak yol kaptanı gibi hissederek, bir limandan diğerine, bir aşktan ötekine savrularak, bilinmez bir dünyada ve bilinmez bir zamanda, büyük maceralar yaşadığım şiirlerdi..

 

Ama hepsi bir yana,  “kaptan-3” bir başkaydı..Her mısrası sanki keskin bir bıçak gibi kalbime saplanıyordu.. Hele bir bölümü vardı ki bu şiirin, o dizeleri okurken işte yine alevleri yüksek bir ateşe düşmüşüm de cayır cayır yanıyormuşum, ya da buzdan bir denize atlamışım da tir tir titriyormuşum gibi hissediyordum kendimi:

 

“seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim
armagnac demek yirmi beş damla gözyaşı demekmiş
demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim
senin dağlardan ve sarhoşlardan korktuğunu bilirim
ben sarhoş olduğum zaman korkmuyorsun hiç korkmuyorsun
gözlüklerim kırılmasın diye sakladığını bilirim

 

kalbim bakır bir mangır gibi boynuma asılmış
ondan kurtulmak için sürgünlere gitmeye razıyım
nehir gemilerinde muçoluk etmeye ölmeye
seni terketmeye razıyım parasız pulsuz çekip gitmeye
kur’andaki bütün belâlara tevrattaki bütün belâlara
ibranice öğrenmeye razıyım hapis yatmaya
kalbim yüzünden mağdem ki ellerimi parçaladım
kalemimi kırdım hayatımı çiğnedim ağladım
mağdem ki en büyük düşmanım kalbim benim kendimin
onu inkâr ediyorum kalbimi inkâr ediyorum
geceleri benim için dua etmelisiniz”

 

Mücahitlik hayatımın en coşkulu nöbetini geçirdiğim o gece öylesine kaptırmıştım ki kendimi şiirlere, ne nöbetin nasıl geçip bittiğini, ne de uykulu gözlerle beni değiştirmeye gelen arkadaşımı fark etmiştim birdenbire bitiverdiğinde yanı başımda..Daldığım efsunlu rüyadan onun “napan be burda sen!?” diye gürleyen tok sesiyle uyanmıştım..Ancak henüz  kendime gelmemiş olmalıydım ki ansızın karşıma çıkan arkadaşımın bu sorusuna

 

“seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim
armagnac demek yirmi beş damla göz yaşı demekmiş
demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim”

 

diyerek cevap verme gafletinde bulunmuş ve onu fena halde şaşırtarak günlerce hakkımda tuhaf hikâyeler anlatmasına sebep olmuştum..

 

İşte o geceden son ”Kaptan-3” ve “armagnac” üstüme kaldı..

İçinde “yirmi beş damla gözyaşı” olan “armagnac” içilerek yaşanan aşk sancısı ve ardı sıra kurulan dizeler o kadar etkilemişti ki beni, günlerce ben de içinde “yirmi beş damla gözyaşı olan” bir şişe “armagnac” bulabilir de “Kaptan”  gibi büyük aşk sancıları çekerek içebilir miyim diye çırpınıp durmuştum..

 

Şiirin düşsel hakikati hayatın hakikatiyle yer değiştirdiği zaman insan kendini hayatın içinde değil de şiirin içinde buluyor ve onu yaşamaya çalışıyor.. O günlerde galiba ben de bunu yapıyor ve bunu yaşıyordum.. Yoksulluğun ve yoksunluğun diz boyu olduğu o günlerin çorak ortamında, beyhude olduğunu bile bile “armagnac” ı aradım durdum..

Bulamadım..

Bulamamış olsam da, uzun süre her gece en az bir fasıl “kaptan-3” okuyarak içinde yirmibeş damla gözyaşı olan armagnac içmiş gibi oldum..

* * *

70 yılında mücahitlik hayatım ve mecburi bekleme sürem sona erip de Eylül ayında yüksek öğrenim için İstanbul’a gittiğimde, artık hayatımda yeni bir dönem başlıyordu ve ilk işim de hayatımda yeni bir dönemin başladığı o şehirde, Attila İlhan imzalı ne varsa almak oldu..İçimdeki şiir serüveninin ateşi zaman içinde giderek yerini başka serüvenlerin ateşine bırakacaktı belki ama, özellikle İstanbul’daki ilk yıllarımda -aslında şair, edebiyatçı ve bağımsız aydın kimliğini terk edip de artık ulusalcı ideolojinin neredeyse sözcüsü olacağı dönemine kadar- Attila İlhan tutkum öyle ya da böyle devam etti.. Bunaldığım, iç çatışmaları yaşadığım, yanıtsız soruların ağırlığı altında ezilip de soluksuz kaldığım zamanlarda onun şiirlerini –sonraları tüm romanlarını, eleştirel yazılarını topladığı kitaplarını da- satır satır okuyarak nefes aldım..

 

Sanırım 73 yılıydı, bir gün gazetede bir haber okudum. Haberde Attila İlhan’ın Harbiye’deki Kenter Tiyatrosu’nda bir konferansı olacağını, ondan önce kendisi de bir edebiyatçı olan Demirtaş Ceyhun’un aynı binada bulunan küçük kitabevinde okurlarıyla buluşacağı ve kitaplarını imzalayacağı duyuruluyordu.. Heyecanlandım ve belirlenen günde, kendisi de edebiyat-şiir heveslisi olan Türkiyeli bir sınıf arkadaşımla (bana yıllar sonra içinde armagnac olan paketi ve notu gönderen arkadaşımla), hem kitaplarımızı imzalatmak ve hem de üstadı dinlemek için verilen adrese gittik. Kitapları imzalatırken birden aklıma geldi, sordum:

-“Hâlâ armagnac içiyor musunuz?”

Kaptan’ın önce biraz duraksayarak sonra da gülümseyerek verdiği yanıtın beni dehşetli hayâl kırıklığına uğrattığını bugün gibi hatırlıyorum:

-“Ben içki içmiyorum....”

(Burada okurun,  yazılarından yola çıkarak, kendi kafasında yarattığı ‘yazar karakteri’ ile, yazarın kendi ‘gerçek karakteri’ arasındaki başkalık-çelişki örneğinin bir kez daha yaşanmış olması bir yana; kaptan’ın o gün bana verdiği yanıttan sonra üzerine uzun süre asıl düşüneceğim şey, yazar-şairin ‘yaşadığı gerçekler”le, hayal ettiği “düşsel gerçeklikler” arasında kurduğu ilişkiye ve bunun eserlerine yansıma biçimlerine  dair olacaktı.. Kafamdaki büyük soru ise hiç değişmeyecekti:

“Yaşadıklarımız mı gerçek yoksa hayal ettiklerimiz mi?”)

 

Toplantından sonra Harbiye’den Taksim’e doğru yürürken arkadaşım “Hayrola hocam, armagnac da neyin nesi?” diye sorunca lise yıllarıma dair o hikâyeyi ona da anlattım ve o dizeleri ona da okudum.. Etkilenmiş miydi, bilmiyorum ama bir süre suskun kaldıktan sonra meraklı gözlerle yüzüme bakarak:

-“Hâlâ Armagnac’ın peşinde misin?” diye konuştuğunu hatırlıyorum..
Verdiği yanıt ise bugün gibi aklımda:

-“Peşindeyim ama baksana kanıma giren, sebebim olan Kaptan içki içmiyormuş”..

Doğrusu ilk zamanlarda bulabilir miyim diye İstanbul’da da armagnac aramıştım ama o yılların Türkiye’si için bu mümkün değildi ya da belki ben nerede bulacağımı bilmiyordum. İçinde yirmi beş damla gözyaşı olan armagnac’ı içmek kısmet olmadı.

 

Yıllar sonra -doksanlarda- Paris’e gidip de ilk kez armagnac içtiğimde artık üstü başı, içi dışı şiir olan o hülyalı genç delikanlı değildim..Evet, arkamda bir şiir kitabı da vardı ama şiirin ciddiyetini ve kendi yeteneğimin ne olduğunu anladığımdan mıydı, yoksa artık başka hayatlarda ömür tükettiğimden miydi, bu konuda şimdi çok daha temkinliydim..Öyle olsa da, bir bulvarın kenarında oturduğum o gün, bir yandan bir zamanlar ezberimden okuduğum o şiirlerden bana çok tanıdık görünen Paris’e bakıp, bir yandan da yıllarca peşi sıra koştuğum armagnac’ı yudumlarken, konyağın kekremsi tadında, sanki yirmi beş damla gözyaşının acısı varmış gibi hissettiğimi itiraf etmeliyim..

 

Şimdi bilgisayarın başına oturmuş bu satırları yazarken,  masanın üzerinde duran bir kadeh armagnac, neredeyse yarım asra varacak kadar uzakta kalan bir geçmişten bugüne uzanan ve belleğimin karanlıkta kalan bir yanını aydınlatan keskin bir ışık huzmesi halinde parlıyor..

Uzanıyorum kadehe, büyükçe bir yudum alıyorum, bir süre ağzımda yuvarlıyorum ve sonra yutuyorum..Boğazımda hafif bir yanma, damaklarımda hoş bir lezzet..

Yoksa içindeki yirmi beş damla gözyaşı yüzünden mi?

Sonra kadehimi kaldırıyorum, geri kalanın hepsini, eski günlerin ve yine böyle bir Ekim ayında hayatını kaybeden, bana kelimeleri sevdiren, üzerimdeki hakkını inkâr edemeyeceğim Kaptan’ın hatırasına, bir seferde içiyorum..

Aynı anda dudaklarımdan ezberimden hiç gitmemiş o dizeler kendiliğinden dökülüyor:.

 

“seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim
armagnac demek yirmi beş damla gözyaşı demekmiş
demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim............” 

  

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 3704 defa okunmuştur
Gaile 491. Sayısı

Gaile 491. Sayısı