
Gaile sordu, Denis Dinand yanıtladı
Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminin Kıbrıs'ın kuzeyindeki politikaların oluşturulması ve belirlenmesinde sizce nasıl bir etkisi olacaktır?
Denis Dinand
Kritik Eşik Aşılmış Olabilir
KKTC Anayasası, Cumhurbaşkanlığı için seremonik bir rol öngörmekte, statüko bağlamında ise makamın ülke kaderinde, özellikle Kıbrıs sorununun müzakeresiyle birlikte düşünüldüğünde etkili bir rolü olduğunu düşünmek mümkün. Bu yazıda ele almak istediğim konu ise bu düşünceye ters olarak makamın etkisizleştiği fikrini ortaya koyarak bunun nedenlerini anlamaya çalışmak olacak. Bu fikri ortaya koyarken aslında seremonik olarak öngörülen Cumhurbaşkanlığı rolünün zaman içerisinde dönüp dolaşıp öngörülen noktaya gelmiş olabileceğini de öne sürüyorum.
Cumhurbaşkanlığının belirleyiciliği veya etki kabiliyetini anlayabilmek için öncelikle KKTC’nin nasıl bir devlet olduğunu anlamamız gerekiyor. Kuruluşu ve kuruluş koşullarının oluşumundan itibaren KKTC, TC ile bağımlılık ilişkisine sahip olmuştur. Bu ilişki zaman içerisinde Cumhurbaşkanlığı makamının rolünü koşullandırmış ve etki kabiliyetini de sınırlandırmıştır. Bu tespiti sadece TC ile sınırlandırmayarak garantör ülkelerin hepsi için yapabiliriz; nitekim bütün garantör ülkeler Kıbrıs sorununun dışında uluslararası arenada etkili ve nispeten bağımsız aktörler olarak çıkarları bağlamında hareket edebiliyor. Yani bu devletler, Kıbrıs sorunu dışında hareket kabiliyeti olmayan KKTC devletini, uluslararası politik nüfuzları çerçevesinde koşullandırabiliyor. Fakat KKTC’nin sadece TC ile olan bağımlılık ilişkisi, TC’nin koşullandırma kuvvetini diğer garantör ülkelere göre artırıyor.
TC’nin KKTC üzerindeki ayrıcalıklı nüfuzu öncelikle yapısal olarak ortaya çıkmaktaydı; başlıca askeri varlık olarak, daha sonra ekonomik, ticari ve uluslararası ilişkilerle birlikte. Ekonomide Türk lirasının kullanımı, ticarette ticaretin sadece TC limanları üzerinden gerçekleştirilebilmesi ve uluslararası ilişkilerde ise Kıbrıs konusu dışında uluslararası arenaya erişimin sadece TC üzerinden olabilmesi etki noktaları olarak ön plana çıkmakta. Fakat zaman içerisinde yapısal güç, toplumsal dinamikleri de değiştirmiş ve KKTC içerisinde toplumsal yankı bulan ve talep edilen sosyal politikaları da dolaylı yoldan evirmiştir.
Değişen toplumsal dinamikleri görebilmek için 2005, 2010, 2015 ve 2020 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini inceledim. Bu seçimlerde kayıtlı seçmen sayısı sırasıyla 147.823, 164.072, 176.980 ve 199.029 olarak kaydedilmiş. KKTC İstatistik Kurumunun nüfus projeksiyonlarına göre KKTC nüfusu ise sırasıyla 221.387, 287.856, 331.432 ve 419.810 olarak yayınlanmıştır. Bu verileri kullanarak kayıtlı seçmen sayısını nüfusa göre oranlayarak aşağıdaki tabloyu oluşturdum:
CB Seçimi | Kayıtlı Seçmen Sayısı | Nüfus | KSS/Nüfus |
2005 | 147823 | 221387 | 67% |
2010 | 164072 | 287856 | 57% |
2015 | 176980 | 331432 | 53% |
2020 | 199029 | 419810 | 47% |
Tablodaki sonuç, seçimler arasında KSS/Nüfus oranında bir düşüş olduğunu gösteriyor. Basit bir şekilde baktığımızda bu veri dizisi ülkenin göç aldığını veya gençleştiğini gösterebilir; fakat son gelinen noktada duraksadığımızda kayıtlı seçmenin %47 oranıyla toplam nüfusun yarısından azına düştüğünü gözlemlemek mümkün.
Kayıtlı seçmen, sandıkta hangi siyasetçilere manda teslim edeceğini belirleyerek ülke kaderini ve politikalarını seçmiş oluyor. Fakat seçmenin önüne konan politikalar bütünsel paketler olarak seçimlerden önce pişirilmekte. Bu paketlerin oluşumunda ise kayıtlı seçmenler kadar ekonominin çoğunluğunu oluşturan nüfusun diğer kalanı, yani gençler ve vatandaş olmayanlar da etkili oluyor. Analizi daha ileri taşımadan önce altını çizmek isterim ki sadece kayıtlı seçmenler üzerinden yürütülecek bir sosyal analiz bana göre sığ kalır. Günün sonunda bu topraklarda öyle veya böyle hayat mücadelesi veren herkesin ihtiyacını karşılayacak politikaların üretilmesine ihtiyaç olduğunu düşünmekteyim. Fakat veriler bize tespitler yapmakta faydalı oluyor; kayıtlı seçmen sayısının nüfusa göre oranı ise toplumsal olarak hangi politikaların talep edileceğine dair bir ışık tutuyor.
Toplumsal olarak talep edilen politikalar ve siyasetçilerin bu taleplere ürettiği gündelik çözümler ve yorumlamalar, özellikle KKTC gibi küçük bir ülkede, siyasetçilerin algı yönetimi kabiliyetini ve toplumsal başarı karnesini belirliyor. Son seçimlerden bir ders çıkarılmış olsa gerek ki bu seçim döneminde siyasetçilerin ürettiği çözümlerin genellikle toplumu ayrıştırıcı çözümlerden uzak, daha birleştirici ve ılımlı olarak nitelendirebileceğimiz çözümler olduğunu gözlemliyorum. Özellikle toplumsal kabul gören sol politikalarda devrimcilikten uzak, muhafazakâr solculuk olarak nitelendirebileceğimiz bir yaklaşım ön plana çıkmakta.
TC’nin yapısal nüfuzu ve değişen nüfus dinamikleriyle birlikte bakıldığında sol ve sağ tarafından pişirilen politikalar arasında bir homojenleşme olması doğal bir sonuç olabilir. Duvarlar daraldıkça nefes almak zorlaşır; her organizma gibi politik organizmalar da hayatta kalabilmek için nefes almaya ihtiyaç duyar. Bu bağlamda, özellikle son Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçları düşünüldüğünde ötekileştirmeyen, ılımlı politikaların bu dönemde nefes alanı yarattığını söyleyebiliriz. Fakat bu gerçeklik önünde akla şu soru geliyor: Ilımlı politikaların pişirilmesi, yerel halkın talep ettiği politikaların önüne mi geçiyor? Bir başka deyişle toplumsal homojenleşme sürecinde kritik eşik aşılmış olabilir mi?
Yazının başına dönecek olursam, manda alabilmek için homojenleşen ve yapısal olarak koşullandırılan bir siyaset, uluslararası ve devlet çıkarları çerçevesinde gerek soldan gerek sağdan geldiğinde ne kadar etkili olur emin olamıyorum. Fakat sadece iç dinamiklere bakacak olursak toplumsal barışın sağlanması, yerel kültürün korunması ve yaşatılması esasında adaylar arasında bir fark olduğunu söylemek mümkün. Kritik eşik aşıldığında, Cumhurbaşkanlığı seremonik bir yere geri dönüyor.
















