1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Gaile için Sade Günce 2
Gaile için Sade Günce 2

Gaile için Sade Günce 2

“Aslında… bu defa sadece içinde gizlenen güçsüzlük ve çaresizlik hissini sorgulamanı istiyorum.”

A+A-

Münevver Özgür Özersay
[email protected]

Giriş notu: Elde yazılmış ve ardından dijitalleştirilmiştir.

Malum, bu sayı doğal olarak seçimlere adanmış. Ben de burada oturmuş, kara kara bir günceyi seçimlerle nasıl bağlayabilirim diye düşünüyorum.

Boşluk. Sessizlik. Aklıma hiçbir fikir gelmiyor. Odağımı biraz değiştirip kendime bir soru soruyorum: “Sevgili kendim, seçimlerle ilgili ne hissediyorsun?” Bu defa, şaşırtıcı bir şekilde, çok hızlı bir cevap geliyor: “Öfke! Öfke hissediyorum.”

Desenize, ayvayı yedim. İç çektim. Ah bu öfke! Ah bu benim dilsiz, sadık öfkem! Sağ olsun, tüm duygularımın tek elçisiymiş gibi hep öne atılır ve ilgi ister. Peki. Öyle olsun. Pes etmeye niyetim yok. Bir iç daha çekiyorum ve ona soruyorum: “Söyle bakalım, niye geldin? Bu defa arkanda hangi duyguyu saklıyorsun? Bana neyi anlatmaya çalışıyorsun?”

Şükür ki çok nazlanmıyor. Yanı başıma diz çöküyor ve anlatmaya başlıyor: “Aslında… bu defa sadece içinde gizlenen güçsüzlük ve çaresizlik hissini sorgulamanı istiyorum.”

Burada duruyorum. Uzun uzun elime, elimdeki kaleme, kâğıt üzerindeki el yazıma, defterin solunda duran çay bardağına ve onun da solunda duran babama ait delgeçe bakıyorum. Bordo metal bir delgeç. Üzerinin boyası biraz yıpranmış ama halen çok estetik. “Delgeç” sözcüğünü bir an yadırgıyorum. Ne tuhaf kelimeymiş diye düşünüp kendimi uzaklaştığım yerlerden geri çağırıyorum. Şimdi yine buradayım. Öfke, güçsüzlük, çaresizlik ve ben. Hepimiz buradayız.

O sırada, yeni bir iç ses çekinerek fısıldıyor: “Evet, öfke haklı. Sen her zaman onu kullanarak bu hislerini örtüyorsun.” Melankolinin sesi bu. “Sen şimdi nereden çıktın, niye geldin ki?” diye soruyorum. Omuz silkiyor. İnatçı bir kız çocuğu gibi gözlerini gözlerime kilitlemiş, karşımda dikiliyor. Hüznü boyunu aşmış. Zamanın çok gerilerinde takılıp kalmış... Yapayalnız.

Ona kızmak istiyorum. Tam ağzımı açıp bir şey diyecekken, yaz sıcağından yorgun Lefkoşa’yı geceleri okşayan bir meltem gibi yumuşacık bir şefkat yerleşiyor yüreğime. Gözlerimiz yumuşuyor. Bakışlarımızla yavru köpeklerin nemli burunları gibi dokunuyoruz birbirimize. Bekliyoruz. Sessizlik.

“Babamı özlüyorum” diyor sonunda çekinerek. “Biliyorum, o hep toplumundu. Hiç ailemize ait olmadı. Yine de biz hep onun eksikliğini hissettik; onu özledik. Hatırlıyor musun? Cumhurbaşkanı adayı olduğu seçimlerde bir slogan geliştirmişlerdi – Oyum Özgür’ün, çünkü özgürüm. Ben o zamanlar bu slogana çok içerliyor, çok kızıyordum. Radyolarda yankılanıyor, afişlerde yazıyor, babam da bu afişlerden bir eli havada, arka fonda masmavi gökyüzüyle bize bakıyordu. Hepimizi güvenle selamlar, ironik bir şekilde özgürlüğe davet eder gibiydi...”

Şimdi yazarken o günlerde olduğu gibi yüreğim sıkışıyor. İçerlemekte haklıydım sanırım. Çünkü gerçekten özgür olabilmek için babamın da onun içinde bulunduğu bağlamın da yeterince esnek ve kapsayıcı olmadığını biliyordum.

Omuzlarındaki sosyalizm yükleri, totaliter düzenin yaklaşmakta olan enkazı babamı ağırlaştırıyordu. Kapitalizm ve şovenizme karşı dilinde taşıdığı keskin taşlar bazen hedefini şaşırıp kendine dönüyordu. İstemeden kendi içini de hırpalıyordu. Bu hem onun özgürce kendi olma hakkını elinden alıyor hem de özgürlüğün getirebileceği hafiflik ve yaratıcılıktan uzaklaştırıyordu.

Kısacası ne o özgürdü ne de biz.

Etrafımızda görünmez bir ağ vardı. Bir baskı ağı. Babamız dışarıdan gelen baskıların farkındaydı: partinin kuralları, glasnost’un dayattığı değişimler, derin devletin gölgesi, toplumun beklentileri... Farkında olmadığı, aynı baskıyı kendi içinde yeniden üretiyor oluşuydu.

Kendi zihninde kurduğu mahkemelerde sürekli kendini, ailesini ve yoldaşlarını yargılıyor hem kendine hem onlara sansürler uyguluyor, kendi doğrularını dayatıyordu. Şimdi bu davranış desenini daha net okuyabiliyorum. İngilizcede buna “coercive control” deniyor. Türkçede karşılığını tam bulamasam da “baskıcı kontrol” diyebilirim. Şiddetle değil, görünmez kısıtlamalarla; içselleştirilmiş zincirlerle... Uzun zamana yayılan tekrarlarla, ince manipülasyonlarla...

munevver-gorsel-2.png

Bu, dış baskılardan bile daha büyük bir tehlikeydi. Ama o zamanlar hiçbirimiz bunun farkında değildik. Ta ki bir gün ona kanser teşhisi konana kadar.

Neyse. Geldiğim noktada hâlâ bu yazdıklarımı Ekim’deki seçimlere nasıl bağlayacağımı bilmiyorum. Hatta yazdıkça biraz keyfim bile kaçtı. Ama sonuçta bu bir günce. Herkesin okumasına açık olsa da benim güncem. Yani ne istersem yazabilirim. Keyfim kaçtıysa onu da yazabilirim.

Evet, konuyu dağıtmadan... Seçimler diyordum. Peki. Aklımda net olmasa da bir şeyler var. Umarım yazarken netleşebilirim.

Galiba sözü şöyle bir yere getirmek istiyorum: Babamızın aday olduğu seçimler 1985’teydi. Yani 40 yıl önce. O günden bugüne düşündüğümde şunu fark ediyorum: Eskiden sandığa giderken görevimizin oy vererek ‘kurtarıcı’ olarak önceden betimlenmiş veya işaret edilmiş bir kişiyi ya da partiyi seçmek olduğunu sanırdım. Ve bu bana hep ters gelirdi. Şimdi onların sadece temsiller olduklarını anlıyorum.

Neyin temsili mi? Farklı düşüncelerin, farklı seslerin. Tıpkı içimizdeki sesler gibi. Aslında bize düşen, hangi sese kulak vereceğimize karar vermek: Kendi içimizde en çok yankılananı bulmak ve o sesin kaynağını beslemek.

Bir ses bize kendimiz olma hakkımızı ve seçme gücümüzü hatırlatıyor; daha adil, daha kapsayıcı, daha hakkaniyetli bir düzeni işaret ediyor. Bir diğeri ise bu küçük adada bağımlılığı sürdürmenin neredeyse kader olduğunu dayatıyor. Bu ikinci ses, popülist söylemlerle oy toplarken yüzeysel çözümleri ve dış baskılarla işbirliğini ‘çıkış yolu’ gibi sunuyor. İşte bu noktada dikkatli olmalıyız. Çünkü bağımlılığı ve teslimiyeti bize kader gibi dayatan bu ses, aslında baskıcı kontrolün (coercive control) sadece yeni bir tezahürü.

“Çatışmaya girmeyelim, uyum sağlayalım, mevcut düzeni bozmayalım” diye diye kendimize ihanet ediyor, sağlığımızı bozuyoruz. Farkında olmadan baskıcı kontrolün yolunu döşüyoruz.

“Ağzımızın tadı kaçmasın” diye diye kendi zincirlerimizi sıkıyoruz. Kendimizi seçmediğimiz her seferde, özgürlüğümüzden biraz daha vazgeçiyoruz.

Her “onun kaşı ince, ensesi kalın” dediğimizde, narsistik eğilimlerle yorum yapıp elimizin altındaki gücü başkalarına teslim ediyoruz. Seçim sandığını bir değişim aracı yapmak yerine, bizi canlı canlı taşıyan tabutlara dönüştürüyoruz.

Gören görüyor. Bilen biliyor. Bir kez gören, bir daha görmezden gelemiyor. Ama göremeyen de kendi kör noktasında, adalete ve çoğulcu demokrasiye verdiği zararı bilemeden yaşamaya devam ediyor.

Kısa yazmaya niyet etmiştim ama yine lafı uzattım. Olur da saçmaladıysam af ola. Bir sonraki güncede görüşmek üzere. Sevgiyle kalın. Seçme gücünüzle kalın.

Teşekkürlerimle,
m

Görseller Oliver Jeffers’in The Heart and the Bottle kitabındandır.

Kaynak: https://oliverjeffers.com/books/the-heart-and-the-bottle

Bu haber toplam 2819 defa okunmuştur
Gaile 521. Sayısı

Gaile 521. Sayısı