1. HABERLER

  2. KÜLTÜR & SANAT

  3. Fransa’da uyuşturucu, suç, şiddetle yükselen “Cezayir Kralı”nın kendi ülkesindeki bocalaması
Fransa’da uyuşturucu, suç, şiddetle yükselen “Cezayir Kralı”nın kendi ülkesindeki bocalaması

Fransa’da uyuşturucu, suç, şiddetle yükselen “Cezayir Kralı”nın kendi ülkesindeki bocalaması

Prömiyerini Cannes’ın Gece yarısı Gösterimleri bölümünde yapan yönetmen Elias Belkeddar’ın Cezayir Kralı filmi Uluslararası Yarışma’nın dikkat çeken filmlerinden biri oldu.

A+A-

Prömiyerini Cannes’ın Gece yarısı Gösterimleri bölümünde yapan yönetmen Elias Belkeddar’ın Cezayir Kralı filmi Uluslararası Yarışma’nın dikkat çeken filmlerinden biri oldu.

Film bir yandan yoğunluklu bir mafya hesaplaşmalarını anlatırken bir yandan da aşk, merhamet, paylaşım, Cezayir’in kültürel noktalarına çok iyi bir şekilde dokunuyor. Adeta siyah ve beyaz bir Cezayir fotoğrafı çeken filmin ana karakteri Fransa’da 20 yıla mahkum olan yerine göre Matkap veya Çilek Ömer olarak tanınan suç makinesi Ömer, hapisten kurtulmak için ata toprağı Cezayir’e döner ama burada kendini yerel suç örgütlemelerinin de bolca yer aldığı farklı bir hapishanenin içinde bulur.

Arandığı için ülke dışına da çıkamayan Ömer, yol arkadaşı-suç ortağı Roger ile birlikte uyuşturucu ve alkol kullanarak günlerini geçirmeye çalışır. Film karanlık ve şiddetin üst boyutlarında akarken filme giren Samia karakteri ile sevimli renklere doğru değişiyor.

Uyuşturucu listesi konusunda geniş bir litaratüre sahip filmde işkencenin ve suç olabilecek envai çeşit şiddet örgüsü içinde ilerleyen filmde müzik kullanımı da görüntü ve senaryoyu çok iyi bir şekilde tamamlıyor.

Cazdan klasiğe, latin müziğinden rap müziğine, geleneksel Cezayir halk müziğinden Yunan aşk şarkılarına uzanan geniş bir müzikal çeşitlilik filmin her türlü rengini tamamlarken izleyici hüzün, coşku, eğlence ve aşk gibi duyguları çok daha iyi alabiliyor.

Kaşarlanmış bir suç makinesi olan Ömer’in en yakın arkadaşları olan fakir toplu konutlarda yaşayan Cezayir’li teenage gangsterler(ve başka konutlardaki başka şiddet odakları), eğitim şansı bulamayan gençlerinin suça itildikleri ile ilgili çok iyi bir sosyo-kültürel fotoğraf çekiyor. Ömer’in bu gençlerde kendi gençliğini bulurken onlarla bir güven ve arkadaşlık ilişkisi kuruyor. Ömer’in bir sahnede suç işleme yöntemleri konusundaki “Bir olacaksınız, beraber hareket edeceksiniz, birlik olacaksınız ve kimseyi arkada bırakmayacaksınız.” gençlere yaptığı tavsiyesi de tam bir yakın coğrafyalarımızdan siyaset örneklerini aklımıza getirdi.

Seyirciyi filmin içinde tutan en çekici konu ise özgürlüğüne düşkün, mahalledeki fakir çocuklara bisküvi fabrikasından bisküvi götüren, prensipli, Ömer’in yasal işler yapabilmek adına ortağı olduğu tatlı-bisküvi fabrikası sorumlusu Samia karakteri ile Ömer’in ona aşkı oluyor. Deliliğe ve lükse de kaçan çeşitli aşk ilanları, hapse düşmeler, dayak yemeler ile devam eden bu süreç karşılıklı bir aşka yelken açarken seyirci de adeta bir “ohhh be” filmi izlemeye geçerken Ömer yine başını belaya sokuyor. 12 yaşından itibaren suç işleyen Ömer ile hayatını yardımseverliğe ve işine adamış Samia’nın aşkı da bu şiddet sarmalı içinde ilginç ve labirentli bir yola giriyor. Yemek kültüründen, oyunlarına, deve-koyun bahis oyunlarından gece hayatına, doğal görüntülerinden turistik gezi rotalarına kadar Cezayir’i çok iyi gösteren yönetmen ülkeyi bir film platosu olarak başarıyla kullanıyor.

 

15’lik Andrea’nın babasının sevgisini geri alma mücadelesi

İspanyol yönetmen Manuel Martín Cuenca’nın içinde umudu da taşıyan hüzünlü hikayesi Andrea’yı Sevmek(Andrea’s Love) birçok insanın da yaşadığı evrensel konusuyla seyirciyi derinden etkiliyor. Sinemanın en saygın İspanyol yönetmenlerinden Manuel Martín Cuenca’nın Bresson sinemasına benzetilen filminde Lupe Mateo Barredo’nun başarılı bir şekilde oynadığı Andrea, boşanma ile dağılan ailesinde mahkeme kararı sonucunda iki küçük kardeşi ile annesi Carmen’in yanında kalır. Aile oldukları zamanlarda sevgi dolu, şefkatli ve iyi bir kişi olarak hatırladığı babası Antonio’nun(tek çocuğu olan başka bir kadınla yaşayan babası) neden artık kendisini görmek bile istemediğinin peşine düşen 15 yaşındaki genç kız, annesini de karşısına almak pahasına babasının sevgisini(kendisi ile görüşerek babalık sorumluluklarını yerine getirmesini) talep eder. Babasının evden kaçmadan kendisine verdiği Richard Bach'ın yazdığı Martı romanını defalarca okuyan Andrea’nın bu romandaki kendi başına uçma, özgürleşme ve kendini gerçekleştirme kavramlarını içselleştirerek kendine hayat felsefesi olarak aldığı da yönetmen tarafından film içerisinde Andrea’nın davranışları üstünden gösteriyor.
Annesinin de yıllardır kendisinden gerçeği saklaması sonucunda bu ayrılığa anlam veremeyen Andrea yanına iki küçük kardeşini (manevi olarak)de alarak ailelerin ayrılık sonrasında unuttukları çocuklarına karşı sorumluluklarını hatırlamaları için bir yolunu da bularak (öğretmenini vasi göstererek avukat yardımı alır) mahkemeye başvurur. Yalın anlatımı, çocuk ve genç karakterlerin samimi duyguları, çekirdek ailenin kişi gelişimindeki yadsınamaz etkisi, anne-baba sevgi eksikliğinin çocuklar üzerindeki geri getirilemez açtığı derin yaralar, uzun çalışma yaşamının esir ettiği ebeveynlerin çocuklarıyla kaliteli zaman geçirecek vakitleri bile kalmaması filmi seyirci için keyifli bir izlence haline getirirken babasının sevgisini kazanma mücadelesi veren kararlı ve akıllı Andrea’nın hikayesi yönetmenin ince, yalın, duyarlı anlatımıyla beyazperdeye yansıyor. 

 

Aslı Özge’den bir samimiyet, var olma ve arkadaşlık hikayesi: Faruk

Aslı Özge’nin açılışını Berlin’de yapan ve Panorama’da FIPRESCI ödülünü kazanan son filmi uluslararası yarışmanın da iddialı filmleri arasında yer alıyor. Gerçek mekanlar, karakterler ve olaylar etrafında çekilen ve belgesel-kurmaca gibi çoklu bir yol izleyen film bir yandan yönetmenin babası da olan 90’lı yaşlardaki Faruk’un günlük yaşamına, bir yandan Aslı’nın Almanyaya yerleşmesi sonrasında bir türlü bir araya gelerek kaliteli vakit geçiremeyen baba-kız ilişkisine bir yandan da deprem riski taşıdığı için kentsel dönüşüme alınan apartmanlarındaki bu sürecine kamerasını çeviriyor. Gerçek ile kurgunun birbirine geçen filmde akıl ve ruh sağlığı yerinde olan okuyan, çağdaş görüşlü, açık fikirli, yardımsever, çevreci, sosyal Faruk bey karakteri özlediğimiz örnek birey karakteri olarak bizleri sevindirirken samimi ve sevecen yapısıyla seyirciyi filme çekiyor. Türkiye’nin kutuplaşmış yapısını, siyasetin toplum ve sosyal yapılar, iş yaşamı üzerindeki olumsuz etkilerini, yalnızlığı, arkadaşlığı, birlikte mücadelenin önemini, modernizasyon kisvesi altında kentsel dönüşümlerle bir beton yığına dönüşmüş şehirlerin giderek daha da ruhsuz ve karaktersizleşerek tektipleştiğini  çok iyi bir şekilde harmanlayan filmin görüntü yönetmeni koltuğunda oturan Kıbrıslı Türk Emre Erkmen’in de görüntü yönetimi başarısı da kendini gösteriyor.

 

Usta yönetmen Wenders’den çağdaş sanatçı Kiefer’e usta işi bir yakın plan: Anselm

İstanbul Film Festivali’nde kendisine Sinema Onur Ödülü de takdim edilecek usta yönetmen Wim Wenders’in  20.yüzyılın en iyi çağdaş sanatçılarından birisi olarak anılan Alman sanatçı Anselm Kiefer’in yaşamını ve sanat yolculuğunu mercek altına aldığı, Cannes’da prömiyerini yapan son filmi “Anselm” film festivalinde seyirciyle buluştu. Gerek kurgu ile sanatçının çocukluk yaşamının anlatılması ve sanata bakışının anlaşılmasının geri planının ortaya çıkarılması, gerek sanatçının uzun yaşamının farklı mekanlarda yaptığı eserlerini yaratım süreçlerini en ince detayına kadar göstermesi, gerek kimi kesimler tarafından aykırı, aşırı olarak tanımlanan sanatçının basında yer alan röportajlarının kesitler halinde gösterilmesi gerekse de dev boyutlardaki eserlerinin müthiş kamera açıları ile büyüleyici bir şekilde şiirsel görüntülerle aktarılması filmi sinema tarihinin unutulmazları arasına şimdiden soktuğunu düşünüyorum. Alman sanatçı Anselm Kiefer’in fikirleri ve eserleri üzerinden birçok teorik tartışmayı, mitoloji-sanat ilişkisini ve çözümleme denemesini de bizlerle paylaşan Wenders, usta bir yönetimle seyircileri, sanatçıları da bu tartışmanın içine çekiyor. Sanatçının Antik Çağın Kadınları, Yeryüzünün Derisi(Teni), Haşhaş ve Hafıza, Yatak Hafızası, Argonatler, Eğreti Otların Üstünde, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, İkarus gibi eserlerine yakın plan yapan yönetmen adeta seyirciyi sanatçının atölyelerine götürüyor.  

Sanat anlayışıyla ilgili bir röportajında sanatçı , “İçinden tanklar geçmiş birisi manzara resmi yapamaz” derken bir diğerinde ise “Hiçbir yere ait hissetmiyorum. Sürgünde de değilim, kaçak da değilim sadece bir yoldayım ve yürüyorum” sözlerini sarf ediyor.

anselm-anselm-das-rauschen-der-zeit-wim-wender-4.jpg

the-king-of-algiers-elias-belkeddar-9.jpg

andreayi-sevmek-el-amor-de-andrea-andreas-love-manuel-martin-cuenca-1.jpg

andreayi-sevmek-el-amor-de-andrea-andreas-love-manuel-martin-cuenca-3.jpg

Bu haber toplam 527 defa okunmuştur