1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (50)
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (50)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (50)

Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (50)

A+A-

Niyazi Kızılyürek

[email protected]
  
Tarihsel süreç içinde ‘Kıbrıs milliyetçiliği’ olarak adlandırabileceğimiz bir akımın oluşmamasına karşın Kıbrıslı Türklerin ‘Kıbrıslılaşacağı’ korkusu Türk milliyetçilerini hiç bir zaman terk etmedi. Ülkenin bölünmesini ‘esas gaye’ olarak benimseyen ayrılıkçı Türk milliyetçiliği Kıbrıs’ta iki toplumun barış içinde bir arada yaşayamayacağını ileri sürüyor ve iki toplum arasında iyi ilişkilerin kurulmasına karşı çıkıyordu. Hatta bir adım daha ileri giderek, etnik gruplar arasında husumet oluşmasını ve/veya husumetin derinleşmesini teşvik ve tahrik ediyordu. Abartılı ve asılsız haberlerle husumet ortamının oluşması için çaba sarf ediliyor, ilişkilerin kötüleşmesi için her yola başvuruluyordu. Kıbrıslı Rumlarla temas kurmak ve işbirliği yapmak yasaklanıyor, yasağa uymayanlar terörize ediliyordu. 1958 yılında solcu işçilerin öldürülmesi bilinçli olarak sürdürülen düşmanlaştırma kampanyasının sonucuydu. Çünkü Taksim husumet istiyor, husumete dayanıyordu. Başka türlü söylersek, etnik gruplar arasında husumetin oluşması Taksim tezinin meşruiyeti açısından olmazsa olmaz sayılıyordu. Bu yüzden Kıbrıs Türk liderliği bilinçli bir husumet politikası izliyordu. Husumet politikası bir yandan etnik şiddete, diğer yandan da toplum-içi şiddete yol açıyordu. Açıkçası, Taksim iki toplumun bir arada yaşayamadığından ortaya çıkan “zaruri bir sonuç” değil, iki toplumun bir arada yaşamasına son vermeyi hedefleyen planlanmış, projelendirilmiş bir politikanın ürünüydü. Yani, Taksim, yaygın biçimde iddia edildiği gibi, yaşanan gerilim ve çatışmaların sonucu değil, iki toplum arasındaki ilişkilerin kötüleşmesine yol açan nedenlerden biri idi. ‘Kıbrıslılaşma’ korkusu da gerçekte böyle bir olgunun varlığından değil, Taksim tezinin çarpıtılmış bir ifade biçimiydi.

1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması milliyetçi Kıbrıs Türk liderliğinin genel eğiliminde herhangi bir değişikliğe yol açmadı. Liderlik bir yandan Taksimin gerçekleşmesi için fırsat kollarken, diğer yandan da yurttaşlar arasında temas kurulmasın, ortak bir kamusal alan oluşmasın diye uğraşıyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti devletini yurttaşsız ve ruhsuz bir yapı olarak tahayyül ediyor, öyle olmasını istiyordu. Tam da bu nedenle Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra ‘Kıbrıslılaşma’ korkusuna kapılmıştı. Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmalarını “nihai bir hal çaresi” olarak kabul etmiyor ve bunun “Türkleri ‘Kıbrıslılaştıracağını’, Kıbrıslı Türklerin “milli bir davasının kalmayacağını” ve “ayrı bir cemaat olarak tasfiye edileceğini” ileri sürüyordu. Böyle bir algıdan yola çıkan Kıbrıs Türk liderliği husumet politikasını sürdürmekte yarar görüyordu. Bu politika sadece istişareyi engelleyen söylemlerle sınırlandırılmıyordu. İki toplum arasında iyi ilişkiler kurulmasını savunan aydınların terörize edilmesine, hatta kurşunlanmasına kadar varıyordu.

Ayrılıkçı Türk milliyetçiliği özcü bir kimlik anlayışına dayanıyordu. Bu anlayışta devlet, kültür ve politika organik bir bütünlük içinde ele alınıyor ve kimliğin “doğal” ifadesi olarak kavramsallaştırılıyordu. Siyasi tercihler ve siyasi talepler kimliğin “doğrudan ve doğal ifadesi” sayılıyordu. Rauf Denktaş’ın sözleri bu tarih ve coğrafya dışı kimlik anlayışını gayet iyi özetliyordu: “Ben bir Anadolu çocuğuyum. Her şeyimle Türküm ve köküm Orta Asya’dadır. Kültürümle, dilimle, tarihimle ve tüm benliğimle Türküm. Benim bir devletim ve anavatanım var. Kıbrıs kültürüymüş, Kıbrıslı Türkmüş, Kıbrıslı Rummuş, Ortak Cumhuriyetmiş, Hepsi boş laflar. Onların Yunanistan’ı bizim de Türkiye’miz varken, neden aynı cumhuriyet çatısı altında yaşayalım? (...) Bazıları yapay olarak Kıbrıslılar varmış, Kıbrıs Türkleri, Kıbrıs Rumları varmış, gibi kültür edebiyatı yapıyorlar.  Kıbrıslı Türk de yoktur, Kıbrıslı Rum da, Kıbrıslı da yoktur.” Bu cümlede ‘etnik determinizmin’ bütün boyutlarını görebiliriz. Bu anlayışa göre etnik köken olarak Türk olmak Türk ulusuna katılmayı zorunlu kılıyor. Kıbrıs, ülke/yurt olarak anlamsız sayılıyor ve Kıbrıs’a ait her şey küçümseniyor. Kıbrıs, ülke olarak anlamsızlaştırılırken aynı zamanda da “Türklüğün Kalesi” olarak işlevselleştiriliyor. Denktaş’a göre Kıbrıs sadece coğrafya olarak anlaşılmalıydı. Bu coğrafya parçasına tarihi ve siyasi bir anlam katılacaksa, bu ancak Türk milliyetçiliği üstünden olmalıydı. Türk milliyetçiliği, Kıbrıs Türk toplumunu Türk ulusunun organik bir parçası yapabilmek için toplumun mekânsal ve zamansal durumsallığına son vermeyi amaçlıyordu. Mekân, yurt ve siyasa olarak Kıbrıs Kıbrıslı Türklere hiç bir şey ifade etmemeliydi. Bunun için coğrafya ve beşeri coğrafya millileştirilmeliydi. Kıbrıs Türk toplumu yaşadığı tarihsel, sosyal, politik koşulların sonuçlardan arındırılarak, Türkçü ideolojinin kurguladığı “metafizik öze” indirgenmek isteniyordu. Bu yüzden Kıbrıs, Kıbrıslı Türklere kimlik ve aidiyet duygusu atfetmeyecek söylemler ve pratiklerle yeniden anlamlandırılıyordu. Ülke olarak Kıbrıs Platoncu bir “yanılsama”, Türk ulusu “İdeası” ise “Hakikat” sayılıyordu. Ve “İdeanın” ışınları “Kıbrıs Mağarasına” vurdukça, mağarada bulunan Kıbrıslı Türkler “yanılsamalarından” kurtulacak ve “Kıbrıs Mağarasını” terk edip “Hakikate” doğru, yani “Anavatan Türkiye’ye” doğru koşacaklardı. Kendilerini Türk ulusunun organik bir parçası sayanlar için Kıbrıs’ta toplumların ortak bir devlet çatısı altında yaşamaları, terk etmek istedikleri “Kıbrıs Mağarasına” girmek anlamına geliyordu. Kıbrıslı Rumlarla birlikte var olmak “kimlik kaybı” ve “yok olmak” olarak algılanıyordu. Açıkçası, özgüven eksikliğinden kaynaklanan bir korku söz konusuydu ve bu kontrolsüz korku zaman zaman patolojik boyutlara ulaşıyordu. Topluma “kendin olmak için ötekilerden ayrı ve uzak olmalısın, ötekilere karşı husumet duymalısın” deniyordu. Özgüven eksikliği ve ayrılıkçı milliyetçilikten kaynaklanan bu “fark patolojisi” düşmanlığı teşvik eden faktörlerden biri idi. Etnik grubun dışındakiler ötekileştirilirken, içeridekilere de bağlayıcı, totaliter bir kimlik dayatılıyordu. Hiç kimse bu kimliğin dışına çıkamaz, gereklerinden uzakta kalamazdı. “Kimlik” adına yapılan bu kavga aslında siyasi bir kavgaydı. Kıbrıs Türk toplumunu Türk ulusunun “ayrılmaz bir parçası” kılmak için yapılan bir kavgaydı. Fakat kimliğin “doğal dışavurumu” olarak sunuluyordu. Siyaseti kimliğe, kimliği de etnisite, soy ve kana indirgeyerek sürdürülen ayrılıkçı politikalar sorgulanmaya açık değildi. Tam da bu yüzden “kimliğe” yüklenen siyasi işlevin dışına çıkma eğilimi gösterenler büyük bir kolaylıkla “kanı bozuk” olarak adlandırılıyordu. Tetikçiler “kanı bozukları” ortadan kaldırmak için silaha sarılırken, ayrılıkçı siyasetin uzman psikologları “psikolojisi bozukluk kişilerden” ve “kimlik konfüzyonundan” söz ediyorlardı. Aslında söylenmek istenen, barışı savunanların “siyaseti bozuk” olduğuydu. Fakat siyaset günün sonunda istişare ve ikna süreçlerine dayanan bir olgudur ve demokrasilerde hiç kimse farklı düşündüğü için taciz edilip öldürülemezdi. Kıbrıs ülkesine siyasi olarak bağlanan ve Kıbrıs Rum toplumu ile ortak bir devlet çatısı altında yaşamayı arzulayan Kıbrıslı Türklere şiddet uygulanması meşru gösterilemezdi. Fakat siyasi fikirlerinden rahatsızlık duyulanlar “kanı bozuk” olarak adlandırılınca, işin rengi değişebiliyordu. Bu durumda baskı, taciz ve şiddetin kapıları kolayca açılabiliyordu. “Kan” ve “soy” temelli bir kimlik politikası güden Türk milliyetçileri gerçekte toplumun ‘Kıbrıslılaşmasından’ korkmuyorlardı. ‘Kıbrıslılık fobisinin’ arkasında barış ve demokrasi korkusu yatıyordu.

Bu haber toplam 1167 defa okunmuştur
Gaile 241. Sayısı

Gaile 241. Sayısı