1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (4)
Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (4)

Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (4)

Recep Tayyip Erdoğan’ın Yükselme ve Duraklama Devri (4)

A+A-

 

Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy

Ve Gezi...

“Milli iradeyi” arkasına alan AKP giderek daha büyük oranda ahlak ve din kalıpları içinde şekillenmiş tek tip yurttaş anlayışına yöneliyordu. Türkiye’nin çoğulcu, katılımcı demokrasiye doğru yol almasını frenleyerek, belirli kalıplar içine sıkıştırılmış tek tip vatandaş yaratma peşinde koşuyordu. Oysa kimlikleri, yaşam tarzları birbirinden farklılıklar gösteren büyük insan gruplarının yaşadığı Türkiye’nin temel sorunu çoğulcu-demokrasi sorunuydu. Bu çeşitliliği tek-tipliliğe mahkum etmek için yapılacak her şey ister istemez otoriterleşme anlamına geliyordu. Demokratik kurumlara ve zihniyetlere ihtiyacı olan bir ülkeye yukarıdan “ahlak-dayatmaya” kalkışmak barış içinde bir arada yaşamayı zorlaştırıyordu. Çünkü Özneler Arası Tanınma Mücadelelerinde farklılıklarının tanınmadığını hisseden kesimler her zaman başkaldırıya eğimli olurlar. Geçmişte Kemalizm’in en büyük hatası zaten bu değil miydi? “Farklılık-Körü” bir tutum sergileyerek farklılıkları yadsıyor, özgür bireylerin gelişmesine olanak tanımıyordu ve bunu da “cumhuriyetçi erdem” olarak sunuyordu.

Beklentilerin tersine, Post-Kemalist Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan “milli iradeyi” ileri sürerek adeta “tek hakikatli” bir toplum kurmaya yöneldi. Vicdan muhasebesini kendi bilinciyle yapan özgür bireyler yerine, neyin doğru neyin yanlış olduğu kendilerine tebliğ edilen itaatkar yurttaşlar makbul sayılıyordu. Demokrasinin gereklerinden çok, liderle özdeşleşen “halkın istekleri” ön plana çıkarılıyordu. Bu istekler, bir zamanlar “ezilen horlanan halkın” istekleri olarak sunuluyor, Erdoğan da “ezilen halka acıyan merhametli lider” görüntüsü çiziyordu. Bu “acıma siyaseti” ülkeyi “Beyaz Türkler” ve “Zenciler” olarak ikiye böldüğü gibi, özü itibarıyla da intikamcı bir yaklaşımdı. Toplumun yarısının desteğini sağlamış olması ülkeyi demokratikleşmeye götürecek meşru yol olarak görülecek yerde, diğer yarısını “ötekileştirmek” için araçsallaştırılıyordu. Kısacası, Kemalist vesayet rejimini yıkmış olan Erdoğan tam da çoğulcu demokrasiye geçme fırsatını yakalamışken, bu fırsatı kaçırmaya doğru süratle yol alıyordu.
İşte Gezi Parkı Olayları böyle bir ortamda patlak verdi. Ağaçların kesilmesine, AVM ve Topçu Kışlası yapılmasına itiraz eden yurttaşların kendiliğinden gelişen protesto eylemlerini “milli iradeye” karşı “darbeci” eylemler olarak nitelendiren Erdoğan, devlet güçlerine “çapulcu” dediği eylemcilere karşı harekete geçme emri verdi. 10 Haziran 2013 tarihinde Taksim Meydanı’nı, 15 Haziran günü de Gezi Park’ını “temizleme” operasyonu başlatan güvenlik güçleri orantısız şiddet kullanınca, protesto eylemleri bütün ülkeye yayıldı. Çıkan olaylarda altı kişi öldü, ondan fazla insan gözünü kaybetti.

Gezi Olaylarından sonra giderek daha otoriter tavırlar sergileyen Erdoğan, bir zamanlar kendisini destekleyen dış dünyayı şimdi kendisini devirmek istemekle suçluyor, ülke içindeki muhalefeti ise “azınlığın iradesini çoğunluğa dayatmak isteyen darbeciler” olarak adlandırıyordu. Söylev ve demeçleri giderek daha çok sertleşiyor, iki ayrı Türkiye yaratarak birini ötekine karşı kışkırtıyordu. “Hedefi muhafazakar ve mütedeyyin Türkiyelilerin akıllarını ve vicdanlarını değil, korkularını kışkırtarak onları Erdoğan’ın muhayyel düşmanlarına gözdağı vermek için yedekte tuttuğu “sivil” bir ordunun öfkeli neferlerine dönüştürmekti.” (Murat Özbank, 2013: 42-43)
Erdoğan “Zencileri” arkasına alarak “Beyazlara” karşı adeta savaş ilan etmişti. “Yol Ver Geçelim, Taksimi Ezelim” sloganı ile “lideri” alkışlayan kalabalıklar, Erdoğan’ın bir işareti ile ölmeye hazır mücahitleri andırıyorlardı.

Gezi’den sonra hiç kimse artık Recep Tayyip Erdoğan’da demokrasinin taşıyıcı öznesini görmüyordu. Tam tersine, giderek daha büyük oranda otoriterleşme eğilimi çizen Erdoğan, ülkenin yarısını tedirgin ediyordu. Bu durum, Gülen Cemaati ile başlayan iktidar çekişmesi sonucu gündeme gelen yolsuzluk olaylarıyla daha vahim bir hal aldı. Erdoğan’ın bakanları gibi aile fertleri de yolsuzlukla itham ediliyordu ama Erdoğan soruşturma başlatmaktan kaçınıyor ve “uluslararası bir komplo” ile karşı karşıya olduğunu iddia ediyordu. Gülen Cemaatine karşı, biraz da panik içinde, başlattığı kampanya tam bir cadı avına dönüşmüştü.
Bölünmüş ülkenin yarısının oyları Recep Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı yapmaya yetiyordu. Nitekim zorlanmadan Cumhurbaşkanı seçildi. Fakat “lider” anayasal yetkileri sınırlı olan bir makamda oturmak istemiyordu. Gündeme başkanlık sistemini getirdi ve 7 Haziran seçimlerini başkanlık sistemi için bir referanduma dönüştürdü. Kaybetti. Çünkü iktidar yollarında Türkiye’nin gerçek beklenti ve özlemleri ile istişare edecek gerçeklik duygusunu kaybetmişti. En kötüsü, gerçeklik duygusunu yitirdiğinin farkında değildi...

Epilog Yerine: Makyavelli, Fortuna ve Erdoğan

‘Fortuna’ Latincede talih, şans anlamına geliyor. Kadim Yunan’da bu sözcüğün karşılığı ‘Tihe’ idi ve ‘Tihe’ talih, şans tanrıçasıydı. Klasik Roma mitolojisinde de Fortuna talih tanrıçası sayılıyordu ve iyi veya kötü talih anlamlarını taşıyordu. Makyavelli ünlü eseri Prens’i yazarken Fortuna (Talih) sözcüğüne özel bir anlam atfetmişti. Prens’in başarılı veya başarısız olmasını belirleyenin büyük oranda Fortuna’nın, yani şansın olduğuna inanıyordu. Makyavelli Fortuna sözcüğünü “insanların kontrol edemediği koşullar ve zamanın ruhu” anlamında kullanıyordu. Prens’in başarısında veya başarısızlığında bu koşullarla zamanın ruhu önemli rol oynuyordu. Yani, bir bakıma, liderin başarılı olması için şansının da yaver gitmesi gerekiyordu.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kurulduğunda Fortuna Recep Tayyip Erdoğan’dan yanaydı. Hem iç ve dış koşullar lehine işliyordu, hem de zamanın ruhu… İçeride çatlayıp dağılan merkez sağ, başarısız hükümetler ve müdahaleleriyle bıktıran bir ordu, dışarıda ise 11 Eylül’ün yarattığı ‘Radikal İslam’a karşı ‘Ilımlı İslam’ arayışı, AKP’nin iktidar yürüyüşünde başarılı olmasını kolaylaştırmıştı. Makyavelli Prens’in başarılarını sadece Fortuna’ya bağlamaz. Virtu, yani erdemin de önemli olduğunu söylüyordu. Yalnız Makyavelli’de erdem sözcüğü iyilik ve erdemli davranıştan çok, bir insanın önüne koyduğu hedeflere ulaşma yeteneği anlamında kullanılıyor ve liderin en önemli özelliklerinden biri sayılıyordu. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu manada başarılı olduğunu kimse inkâr edemez. Önüne koyduğu hedeflere ulaşmayı büyük bir ustalıkla başardı ve Kemalist yapıyı yapı-bozumuna uğrattı. Fakat Erdoğan, Makyavelli’de Prens’in başarılı olmasında son derece önemli olan bir noktayı gözden kaçırmıştı: Prens, değişen koşullara ve değişen zamanın ruhuna ayak uydurmazsa kaybetmeye mahkûmdur. Yani, Fortuna koşullara ayak uyduramayan liderin karşısına kötü talih olarak çıkar. İşte Erdoğan’ın en büyük sorunu buydu. Türkiye artık AKP’nin ve AKP ile birlikte mağdur dindarların iktidara geldiği ilk günlerinde değildir. On yılı aşkın bir süredir iktidarda bulunan AKP döneminde pek çok şey değişmiştir. Şimdi önemli olan yeni koşulların ve zamanın yenilenen ruhunun gereklerini yerine getirmekti. Başka türlü söylersek, Virtu ile Fortuna arasında bir denge kurmak şarttı. Yani, verili koşulları iyi değerlendirmek ve ulaşılması mümkün hedeflere yönelmek gerekiyordu. İşte Recep Tayyip Erdoğan bu noktada başarısız oldu.

Eski Yunan’da başarılı siyaset insanında aranan en önemli erdemlerin başında Sofrosini geliyordu. Bu sözcük gerçekleri görebilme anlamında akıllı olmak ve kendini frenleyebilme anlamında kullanılıyordu. Sözcüğün kökeni “ekso-frenos” ve “şizo-frenos” kelimelerine de kaynaklık etti. Ekso-frenos, öfkeye kapılıp kendi benliğini kontrol edemeyen kimsedir. Kadim Yunan’da bu özellik bir siyasetçi için felaket demekti.

Recep Tayyip Erdoğan gerçeklik duygusunu yitirdiği ve öfkesini dizginleyemediği için “duraklama” devrine girdi. Bu durumu sürdürürse “düşüşü” kaçınılmaz olacağa benziyor. Kısacası, “talihi” tamamen kendi ellerindedir…

-----------------------------------------------------------------


Kaynakça
Ali Bayramoğlu, “Çağdaşlık Hurafe Kaldırmaz” Demokratikleşme Sürecinde Dindar ve Laikler, Tesev yay, İstanbul 2006
Alper Görmüş, İmaj ve Hakikat, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2012
Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar. Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş ve AK Parti, İstanbul 2005
Mehmet, Metiner, Yemyeşil Şeriat Bembeyaz Demokrasi, Doğan yayıncılık İstanbul,2004.
Murat Özbank, Gezi Ruhu ve Politik Teori, Kolektif Kitap, İstanbul, 2013
Ruşen Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi, Metis Yay. İstanbul 1994

Bu haber toplam 1664 defa okunmuştur
Gaile 325. Sayısı

Gaile 325. Sayısı