1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Mutluluk ve İyilik İkilemi Üzerine
Mutluluk ve İyilik İkilemi Üzerine

Mutluluk ve İyilik İkilemi Üzerine

Kendimizi mutlu eden şeylere mi öncelik vermeliyiz, yoksa bizi iyi yapan şeylere mi? Bir seçim yaparken bu ikisi birbiriyle çatıştığında hangisine göre karar vermeliyiz?

A+A-

Yılmaz Akgünlü
[email protected]

Bireyden Topluma Giden İnce Uzun Yol


Ne tek başımıza yanılabiliriz, ne de tek başımıza hakikati bulabiliriz. Daha çok, bir ağacın meyve vermesine benzer bir zorunlulukla gelişir içimizde düşüncelerimiz, değerlerimiz, evet’lerimiz ve hayır’larımız, eğer’lerimiz ve acaba'larımız –hepsi de birbirleriyle akraba, birbirleriyle ilintilidir ve bir istencin, bir sağlığın, bir toprağın, bir güneşin ürünleridir.

Friedrich Nietzsche

İyiliğin her şey gibi görece olduğu söylenir. Ama bunun da ötesi olmalı.

Gençliğimizde sık sık insanlığın kurtuluşunun nasıl olacağını tartışırdık. Toplumun dönüşmesi neye bağlıydı? Daha iyi yasalar, daha demokratik bir düzen mi öncelikliydi yoksa bireylerin kendini gerçekleştirmesi mi? Ben her zaman toplumsal dönüşümün bireylerin dönüşümünden geçtiği düşüncesindeydim, hala daha benzer şekilde düşünürüm. Bir toplumdaki insanlar değişmedikçe hangi siyasi rejim ya da parti iktidara gelse de çok bir şey değişmez. Çünkü toplum bireylerden oluşur ve açgözlülüğünü, bencilliğini ve bireysel hırslarını yenememiş insanlar en iyi toplumsal sistem kurulsa bile o sistemi kolaylıkla dumura uğratır ve sistemin görünürdeki düzen ve adaleti delinerek bir süre sonra aynı bozuk düzene geri dönülür. Zaman zaman halk hareketleriyle oluşan devrimlerin ve reformların önemi inkâr edilemez. Ancak bu ilerlemeler dahi arkasında duracak gelişmiş, olgun ve eğitimli bir kitle olmadan sürdürülebilir olamaz. Öte yandan sadece bireysel kurtuluşa odaklanmış, siyasi ve sosyal sorumluluk bilincine sahip olmayan günümüzün modern toplumlarının da toplumsal dönüşüm açısından başarılı olamayacağını düşünmek gerçekçidir. Bu yüzden her ikisi bir arada yürütülmelidir. Bir tarafta felsefe, psikoloji ve manevi geleneklerle harmanlanmış bir bilgeliğin yayılmasına, öte tarafta da bunun toplumsal pratikte yer bulduğu bir siyasi bilince ihtiyaç vardır. İki kanattan biri eksik olduğunda insanlık esenliğe giden yolculuğunda başarısız olmaya mahkumdur.

Bu durum bireysel yaşamlarımızda mutluluk ve iyilik arasında yaşadığımız sonu gelmeyen çatışmalarda ortaya çıkar. Kendimizi mutlu eden şeylere mi öncelik vermeliyiz, yoksa bizi iyi yapan şeylere mi? Bir seçim yaparken bu ikisi birbiriyle çatıştığında hangisine göre karar vermeliyiz? Örneğin bir genç memleketinde kalıp ailesine destek olmakla başka bölge ya da ülkeye göç edip bireysel hayallerini gerçekleştirmek arasında kalabilir. Belki de hikâyeye bütün bir süreci göz önüne alarak bakmakta fayda var. Herkes için yollar farklıdır. Nihayetinde önemli olan bir bireyin kişisel gelişimi ve eğilimleri için yurdunu terk etmiş olsa da geri dönüp dönmediği ya da kaldığı yerde insanlığa hizmet edip etmediği belirleyici bir etken olacaktır.

Mutlu olmak ve iyi olmak arasındaki çatışma aslında bir ahlaki gelişim mücadelesidir. Mutluluk ve ahlak arasındaki ilişki ise günümüzde neredeyse kaybolmuştur. Ahlak artık pek gündemimizde olması istenmeyen modası geçmiş bir kavram gibidir. Hatta aksine çok ahlaklı olmayı mutsuz olmaya eşdeğermiş gibi algılarız. Ahlaki bir kriz içinde olmamızın bir nedeni de bu olsa gerek. Ahlaklı olmak çoklukla isteklerimizi bastırmak ve hep "toplum için iyi olanı" yapmak gibi algılanır hale gelmiştir.

Bu durum belki de ahlakın Batı kültüründe gerçek anlamıyla hiç anlaşılmamasından olmuş olabilir mi? Zen Terapi adlı kitabında David Brazier Batının ahlak anlayışını Budacı anlayışlar karşılaştırır:

"Kurallara karşı birçok batılının gösterdiği alerji, intikamcı, kızgın tanrılar tarafından yönetilen bir kültür tarihinden kaynaklanır büyük oranda. Eğer böyle bir tanrıya inanırsak, çocuk kalma ihtimalimiz daha fazladır. Ancak, Budizm böyle bir tanrı anlayışını onaylamaz. Bu sayede kendi sorumluluğumuzu almak zorunda kalırız.

Gerçekte, Budist ahlak ilkeleri hiçbir şekilde başka insanları yargılamak için bir temel teşkil etmez. Genellikle, kültürümüzde ahlak kuralları şikayetlerimizi ve rahatsızlıklarımızı doğrulamak için kullanılan yargılama yöntemleridirler, tam da bu yüzden canımızı sıkarlar. Bunun aksine Budizm’de ise aslında başkalarını yargılamak ya da şikayet etmek kuralları çiğnemektir. Kurallar bu amaç için var olmazlar. Onlar sadece saf bir biçimde kendi kalbimize geri giden yolu bulmak için vardırlar. Hepimiz kalplerimizde ahlak ilkelerinin tanımladığı şekilde davranmak isteriz, çünkü hepimizin kalbinde, mükemmel şekilde işleyen bir Buda vardır."

Batıda ahlak kişinin dışında duran bir şeydir, doğu bilgeliğinde ise içinde. O yüzden Batı ahlak anlayışına göre yaşayan biri sürekli kendisine karşı bir mücadelede bulunmak zorunda hisseder kendini. Gerçek bir iyiliğe ya da ahlaki bilince ulaşamaz, çünkü onun kendi içinden doğup gelişeceğini bilmez.

 

Ahlaki İkilemlere Verilen Cevaplar

Nietzsche, Ahlakın Soy Kütüğü adlı kitabında ceza, suç, adalet, hınç duygusu, vicdan gibi ahlaki kavramların tarihsel gelişimini inceleyip, Yahudiliğin ve Hristiyanlığın modern Avrupa kültüründe hakim kıldıkları 'ahlaki önyargıların' eleştirisini yapar.

Kitap Batıda aristokrasinin, rahiplerin, şövalyelerin ve kölelerin çatışan sosyal konumları ve çıkarlarının sonucu kendilerini ruhen kurtarmak adında nasıl ahlak anlayışlarını birbirlerinden çok farklı bir şekilde geliştirdiklerini anlatır. Hiçbir toplumsal kesim kesin sınıfsal meselelerinin ötesindeki evrensel bir ahlak anlayışına ulaşamamıştır.

Bir ahlaki ikilemi tartışırken verilen cevaplar insanların ahlaki anlayışlarının ne ölçüde gelişmiş olduğunu ortaya koyar genellikle. Örneğin şöyle bir soruyu düşünelim. Eğer amiriniz sizi çağırır ve mesai arkadaşlarınız hakkında onların aleyhine olabilecek birtakım bilgileri vermenizi isterse nasıl davranırdınız? Yani kısacası amiyane tabirle arkadaşlarınızı "satar mıydınız"? Bu soruya genelde şu tür cevaplar verilir: Eğer yakın arkadaşımsa ispiyonlamam, eğer amirim beni işten çıkarmakla tehdit ederse konuşurum ya da sevmediğim bir mesai arkadaşımı kolaylıkla satarım. Burada genellikle dört temel tepkiyi (ahlaki düzeyi) gözlemleriz. Birinci ve ahlaktan en uzak düzey amirinin tehditlerinden korkarak kişisel çıkarları zedelenmesin diye her şekilde arkadaşlarını ispiyonlayan kişinin davranışıdır. İkinci düzeyde arkadaşları arasında seçim yaparak aslında doğru olanın değil hatalı da olsa arkadaşının yanında olan kişidir, bu kişi en azından kendisinden başka bir insanı da düşündüğü için bir miktar daha iyi olabilir, ancak hala daha gerçek olgun bir ahlaki düzeye sahip değildir. Üçüncü kişi ise arkadaşlarını satmak her halükârda yanlış olduğu için ceza almak pahasına körü körüne ilkeye itaat eden kişidir. Dördüncü tepki ise otomatik ve koşullanmış bir şekilde davranmadan, konuyu bütün yönleriyle kavramaya çalışarak duruma göre hareket eden kişidir. Doğru olan her durumda değişebilir. Arkadaşı gerçekten ahlaksızca ve yanlış bir şey mi yapmıştır? Bir ya da birkaç insana gerçekten zarar veren bir eylemi yüzünden ceza alması gerekir mi? Arkadaşını korumakla insanlara zarar veren bir davranışı onaylamış ve desteklemiş mi olur? Örneğin arkadaşınızın aşırı miktarda alkol alıp bir çocuğa çarpıp kaçtığı durumda ne yapmalıdır? Ya da iş arkadaşınız çok sevdiğiniz birisi de olsa işini yapmak için rüşvet isteyerek insanların hayatını zorlaştırıyorsa?

Birçok konuda bölünmüş olduğumuz gibi ahlaklı olma konusunda da bölünmüş durumdayız. Ahlaklı olmak acaba gerçekten de son derece fedakârca kendimizi ihmal ederek sırf iyi olmak için yaşamak mı demek? Bir insan hem ahlaklı hem de mutlu olabilir mi?

 

Gerçek Ahlaki Edimin Bilinçsizliği

Bu sorulara cevap ararken gerçek ahlaklı edimin nasıl olması gerektiğine dair kafa yormakta yarar var. Ahlaklı olmak ve ahlaklı görünmek arasında da dağlar kadar fark olduğu aşikardır. Ahlak tellallığı yapanların çoğunun hayatlarında ikiyüzlü bir tavırlar davrandıklarını görebiliriz. O halde gerçek ahlaklı edim dışardan çok da kolay görülemeyebilir. Ahlaklı eylemlerde bulunan insanların da saf bir niyet taşımadıkça gerçek anlamda ahlaklı olduklarını söylemek mümkün değildir. Saf ve iyi bir niyete sahip insanlarınsa her zaman ahlaklı oldukları da iddia edilemez. Çünkü iyi niyetle de olsa son derce yanlış eylemlerle çevrelerine zarar veren davranışlar da bulunabilirler. Öyleyse iyi niyete bir de gerçek anlamda olayları ve kendisini "görebilen" aydınlanmış ve cahillikten kurtulmuş bir zihni eklemek gerekir. Gerçek iyiliğe ulaşmış bir eylem kimse tarafından bilinip anlaşılamaz çünkü bir biçimde tam da alçakgönüllüğünden ötürü eylemi yapan kişi bile bunu ahlaklı ve iyi olarak nitelemez. O kişi sadece yapılması gerekeni yapmıştır. Mesela başka birisine bir iyilikte bulunan kişi için iyilik yapan ve iyilik yapılan ayrımı bile olmamalıdır. O zaman kişi kendisinin iyi bir iş yapmış olduğunun farkında olur ki bu da o eylemin doğallığını ve kendiliğindenliğini ortadan kaldırır. Gerçek iyilik iyi olduğunu bile bilmez.

 

Bitmeyen Bir Borcu Ödemenin Mutluluğu

Bir bakış açısından hepimiz dünyaya sonsuz derecede çok şey borçluyuz, varoluşumuz sayısız emeklerin sonucu ortaya çıkmıştır. Bize yapılmış olan iyilikler kötülüklerden katbekat fazla olmamış olsaydı biz var olmuş bile olmazdık. O halde bu dünyaya sonsuz sayıda güzel ve iyi şeyler vermek zaten doğal bir borcumuzdur. Yoksa bir başka varlığa iyilik yapabilme gücünü nerden aldık ki acaba? Hepimiz bir bakıma dünyada güzel şeylerin sürmesi için birer aracıdan başka neyiz ki? İyi olmakla ahlaklı olmayı eşdeğer görerek konuşuyorum. Günümüzde iyi bir insan olmak nispeten tutulan bir kavram ama ahlak kelimesi ise unutulmaya yüz tutmuş. Ahlak kavramı yozlaşmış algılar oluşturuyorsa yapılacak şey bu kavramı tedavülden kaldırmak değil, hayatımızda yeniden canlandırmak olmalıdır. Ahlakın sıkıcı sohbet konularından biri olmasıyla işe başlamak gerek. Aslında ahlaki ikilemleri çözmek için yapılan tartışmalar en heyecan verici sohbetleri yaratabilir.

Ahlak gereksiz bir kavram değil oysa ki, o ruh sağlığımızın yerinde olmasının ardında yatan vazgeçilmez koşul. Yüksek ahlaki düzeyde bir yaşam sürdürmek belli ilkelere bağlı kalmak değil, bütün varlıkların iyiliğini gözeten bir tutumla davranmak demektir. Kendi kişisel hırs ve saplantılarını aşarak yaşamak ise kişinin kendisinden kurtulması, hatalı benliğinden özgürleşmesi demek değil midir? Bundan daha değerli bir özgürleşme de düşünemiyorum.

Ruhsal bir bunalım içindeki her insanın aslında derin bir şekilde bir ahlak krizi yaşadığını görebiliriz. Yaptığı seçimlerde kendisini mi yoksa başkalarını mı ön plana alacağı ya da kendi gerçek isteklerinin ne olduğu konusunda son derece kafası karışmış bir haldedir. Ya mükemmeliyetçi bir şekilde ahlaklı olmaya çalışırken aslında egosunu yüceltmeye çalıştığını görmez, ya da gerçek öz benliğinden vazgeçmiş ve bunu yaptığını dahi unutmuş olduğundan dolayı kendisi ve çevresi için neyin iyi olduğu duygusunu kaybetmiştir. Her zaman en iyiyi yapamayız, bazen geleneksel ahlakla çatışacağımız durumlar olabilir, ancak iyi olan şeylerin geleneksel ahlakla çatışan şeyler olduğunu düşünmek de yanlış olmalıdır. Doğru her durumda değişebilir, önemli olan dünyanın toplam iyiliğine neyin iyi geldiğini sezdiğimiz noktadaki eylemlerimize ağırlık vermektir.

“İyi bir insan olmakla mutlu bir insan olmak arasında bir seçim yapmak gerekirse ben mutlu olmayı seçerim, çünkü mutlu bir insan her zaman iyidir ancak iyi bir insan nadiren mutludur” der Alan Watts. Bu Batıda genelleşmiş kolaycı bir kanı olarak bizi ikici bir tuzağa düşürebilen bir düşüncedir oysa ki. Neden iyi oluşumuz mutlu oluşumuzla çelişsin ki? Eğer bir yerde bir çelişki doğmuşsa oraya daha çok bakmak gerekir. Belki de bir tür yaratıcılık ve hayal gücü eksikliği vardır. Ya da belki de başkaları için iyi olmaktır bu sözde vurgulanan, eğer iyi bir insansak kendimiz için de iyiyizdir ve bu da bize mutluluk verir.

Geçtiğimiz yıllarda Avrupa'da yaşanan bir savaşta şöyle bir olay medyaya yansımıştı. Savaştaki askerlere yardım etmek isteyen bir köylü kadın onlara yiyecek bir şeyler götürmek için gittiğinde tecavüze uğramıştı. İyiliğinin karşısında kötülük görmüştü. Ancak tam tersi bir örnek de verilebilir. Mutlu olmak için uyuşturucu alan bir kişi bağımlı olur ve bir süre sonra aşırı dozdan ölür. Bir argümanı istisnalarıyla çürütmek mümkün değildir. Mutlu olmak da iyi olmak da bize zarar verebilir. Ancak daha üst bir iyilik ya da mutluluk anlayışına ulaştığımızda bunların önemi kalmayabilir. Ahlaklı insan ahlaksız mutlu insan mutsuz olabilir. Bunların aşıldığı bir noktaya ulaşmaz isek çelişkiler içinde boğulup gidebiliriz. Hiç kimse bir yönüyle kötü olmadan iyi bir şey yapamayabilir. Bazen de iyi ve kötü, mutlu ve mutsuz durumlar birbirini kovalayabilir. Mutluluk ve iyilik arasındaki açığı kapatmazsak nasıl iyi ya da mutlu olabiliriz?

Zihin tabiatı gereği kolaya kaçma eğilimindedir. Bu nedenle olayları eksik inceler, yanlış teşhisler ve yanlış tedaviler uygular hayat sorunlarına. Ahlak ve mutluluk, birey ve toplum, siyaset ve psikoloji arasındaki uyuşmazlıklarda aslında zihnin bu indirgeyici eğilimlerinin sonucudur. Hiçbir şey çok kolay değil, ama nasıl yaklaşılacağını bilirsek her şey kolay da olabilir. Bu yüzden toplumsal dönüşüm belki de tam şu anda yaptığımız şeylerle ilgilidir. Tam şu anda kendi dar bakış ve isteklerimizin değil, ‘durumun gerçekten gerektirdiği' eylemi yapmak önceliğimiz olabilir mi? Sonucu ne olursa olsun, ne kadar hoşumuza gitmese de 'doğruyu' yapmak uzun vadede herkese kazanç getirecektir. İstediğini yapmakla doğru olanı yapmak arasında kalmamızın nedeni isteklerimizin doğru olmaması olabilir mi?

Kısacası, ahlak anlayışımızda bireysel çıkarlardan evrensel çıkarlara doğru evrilemezsek gerçek toplumsal dönüşüm ve onunla dünyaya gelecek olan barışa ulaşmak çok zor görünüyor.

Bu haber toplam 4722 defa okunmuştur
Gaile 496. Sayısı

Gaile 496. Sayısı