1. YAZARLAR

  2. Konuk Yazar

  3. Neoliberal postmodern zamanlarda tiyatronun içine düşütüğü haller...
Konuk Yazar

Konuk Yazar

YENİDÜZEN

Neoliberal postmodern zamanlarda tiyatronun içine düşütüğü haller...

A+A-

 Yaşar Ersoy
Neoliberal postmodern anlayışla, dünyada olduğu gibi, bölünmüş adamızın kuzey yarısında da yaşamın her alanında, yozlaşmadan kaynaklanan bir cümbüş sürülür piyasaya. Bu cümbüş bir İngiliz anahtarı gibi sanatı da kıskacına alır.

Neoliberal postmodern bulamaç anlayışın bütün araç ve gereçleriyle yüreklere ve kafalara enjekte ettiği bir cümbüş... Kuralsızlığın kural, ilkesizliğin ilke, duruşsuzluğun duruş, etiksizliğin etik, biçimsizliğin biçim olduğu, estetik ve içerik yoksunu, toplumsallıktan soyutlanmış birey merkezli bir cümbüş... Ve vur patlasın çal oynasın, boynu altında kalanın boynu kopsun.

Toplumsal hayatın baskın gerçeğini ve dayatılan ceberut düzeni, görmezden gelen, görünmez kılmaya çalışan eğlence ve parodiye dayalı bir cümbüştür bu enjekte edilen... Mevcut düzeni kutlama biçimine dönüştürülmüş, sermaye destekli hükümet soslu, alacalı bulacalı bir cümbüş...  

Bu cümbüş içinde tiyatro sanatı bir yandan vasatlaştırılır diğer yandan da piyasalaştırılır ve ticari bir meta haline getirilir. Bir de bunlardan ayrı en sağlam eserleri bile yapı bozumuna uğratarak, anlamı manipüle ederek, “Anlamayana Kadar Tiyatro” yapanlar türer. Bu üç gruptan ayrı bir de postmodern “muhalif(!)” tiyatro yapanlar var... Bunlar illâ da neoliberal düzeni, yaptığı tiyatro ile eleştirecekler diye diretirler... Ama öyle toplumcu gerçekçi anlayışla değil, tehlikesiz gerçekleri konu alarak, kocaman yalana bir doğru karıştırarak, toplumsallıktan uzak birey odaklı, düzeni aklayarak, bireyi kötüleyerek eleştirirmiş gibi tiyatro yaparlar... Ve kapitalist neoliberal düzenin arzuladığı, parçalanmış, çaresiz, yalnız, bunalımlı, psikopatolojik insanın üretilmesine hizmet ederler. Postmodern anlayışla “muhalif(!)” post-dramatik tiyatro yaparlar. Yani neoliberalizm, kendi muhalifini de kendine göre şekillendirir. Böylece düzene muhalif post-dramatik tiyatro yapanlar, düzenin muteber sanatçıları haline gelir. Neoliberalizmin moda anlayışı dışına düşenler ise, modası geçmiş eski kafalı olurlar.

Tiyatro, tarih boyunca insanın kendini ve toplumunu anlamlandırma çabasının en güçlü araçlarından biridir. Antik Yunan’dan modern döneme kadar tiyatro, hem estetik bir ifade biçimi hem de derin bir düşünsel sorgulama alanı olarak varlığını sürdür. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan postmodern anlayışla birlikte tiyatronun yapısında köklü değişiklikler meydana gelir. Bu değişimler, ilk bakışta yenilikçi ve özgürleştirici gibi görünse de, zamanla tiyatronun anlamını ve işlevini zayıflatan bir yozlaşmaya dönüşür.

Postmodernizm, modernizmin evrensel akıl, ilerleme, bilim, hakikat gibi "büyük anlatılarına" karşı çıkar. Gerçekliğin göreceli olduğunu, mutlak hakikatlerin olmadığını savunur. Toplumsal gerçeklikten kopuk, birey odaklı, parçalanmış temaları, bağlamından kopuk ele alır. Postmodern kültür, imgelerin ve simgelerin çoğalmasına odaklanırken derinlikten uzaklaşır, giderek vasatlaşır ya da  anlam kaybına uğrar. Diğer yandan da tüketim kültürünü pompalar; pazarlama, reklam, moda, show amaçlı gösterilere yönelerek piyasa odaklı gösteriler yapar. Bu yüzden kimi eleştirmenler postmodernizmi, “kapitalizmin ideolojik bir aleti” olarak görür. Edebiyat eleştirmeni, düşünür Fredric Jameson ise postmodernizmi “kapitalizmin kültürel mantığı” olarak tanımlar ve özgürleştirici olmadığını, daha çok sistemin yeniden üretimine hizmet ettiğini vurgular.

Potmodernizmle birlikte tiyatroda, klasik yapıların, dramatik sürekliliğin ve anlam bütünlüğünün öneminin yitirilmesine yol açılır. Sahne artık bir hikâye anlatma aracı değil, parçalanmış imgelerin, absürt anlamsız, tutarsız söylemlerin ve izleyiciyi rahatsız etmeyi amaçlayan cinsel ve şiddete dayalı gösteri alanı haline gelir. Geleneksel anlamda karakter gelişimi, olay örgüsü ya da tematik derinlik gibi unsurlar yerini rastlantısallığa, çoğu zaman anlamsızlığa bırakır. Metin merkezli tiyatrodan uzaklaşılır, show amaçlı gösterilerle, düşünsel derinliğin yitirilmesine neden olunur. Böylece tiyatro bir sorgulama alanı olmaktan çıkıp, sadece biçimsel oyunlarla seyircinin kısa süreli ilgisini çekmeye çalışan yüzeysel bir performans gösterisine dönüşür. Klasik, modern tiyatronun anlatı gücünden uzaklaşan bu yeni anlayış, yaratıcı olma adına çoğu zaman boşluk ve bunalım üretir.

Bu konuyu daha geniş bir şekilde yazmakta olduğum ve yakında yayınlayacağım kitabımda okuyabileceksiniz. Bu üç bölümden oluşan yazıda neoliberal postmodern zamanlarda tiyatronun içine düştüğü halleri; vasatlaşmaya, anlamsızlaşmaya ve piyasalaşmaya pertavsızla tek tek bakmaya çalışacağım.

TİYATRONUN VASATLAŞTIRILMASI... (2)

Yazının birinci bölümünde, neoliberal postmodern zamanlarda tiyatronun içine düştüğü hallere, genel bir bakış yaptık... Yazının ikinci bölümüne “Tiyatronun Vasatlaşması” ile devam edelim... Ancak bu konuya şu vurguyu yaparak başlayalım; neoliberal postmodern zamanlarda, tiyatronun üretim, sunum ve alımlama biçimleri tümden etkilenir ve tiyatro doğal yasalarından ve işlevinden uzaklaşır.    

Tiyatro, insanı insanla anlatan bir sanat. Bütün sanatları bünyesinde toplayan büyük harfli bir SANAT. Aristoteles’ten Brecht’e kadar, herkes bir ucundan tutmuş, derinlik, anlam ve işlev katmaya çalışmış.

Büyük harfli bu “SANAT”ta, perde açıldığında, öz ve biçim yapısı doğrultusunda sahneye çıkan her oyuncunun nefesi bile karaktere dönüşür, o karakteri yaşmaya başlar, seyirci yerinden kıpırdamadan bir dünyadan ötekine geçer; duygulanır, düşünür, anlamlandırır, yorumlar, sorgular, yüzleşir ve tiyatronun ışığında aydınlanır... Eleştirmen-yazar-düşünür Ernst Fischer’in dediği gibi; “insanın dünyayı tanıyıp değiştirmesi için” yapılır.   

Peki, bu vasatlık salgınında tiyatro ne duruma düşer, ne haldedir, ne yapar?..

Hemen hemen tiyatronun tüm ögeleri yüzeyleştirilir, basitleştirilir, bayağılaştırılır, ucuzlatılır. Sahneye çıkan egosunu pazarlama ve tatmin etme derdinde sahnede tepinir. Oyundaki karakteri değil, kendini sahnelemenin peşinde koşar. Bu vasatlık ustası oyuncuların(!) performanslarında en dikkat çekici yön, ellerini ve ayaklarını ne yapacaklarını bilmemeleri, seslerini kullanamamalarıdır... Bu konuda bir istikrar abidesidirler. Ne fazla ne eksik… Hep aynı çizgide, hep aynı tonlamayla oynamayı başarabilmek her yiğidin harcı olmasa gerek. Ayrıca hep aynı çizgideki oyunculuklarıyla seyirciyi, oyunun özünden, duygusundan, düşüncesinden uzak tutma çabası da takdire şayandır. Brecht bile böyle bir yabancılaştırmayı becerememiştir.

Peki oynanan oyunun öz ve biçim ilişkisi?  Ne özü ne biçimi, geç bunları canım. Esas mesele, bizim çocukların tiyatro yapıyor olması... “Aferin oğlum Ahmet, sana da bravo.” Sonuç ertesi gün gazete başlıklarında; “Ayakta Alkışlandı.”

Bir de genellikle oyun seçerken “komedi” türü yeğleyenler vardır. Bunlar son derece “güldürükcü” olanlardır. Hayatlarını güldürükcülüğe adarlar. Güldürükcü olmak için sahnede yapmadıkları şaklabanlık kalmaz. Oysa ustaların dediğine göre, komedi zor ve ciddi bir iştir.  Ama halkımız güler, eğlenir ya... Daha doğrusu öyle sanılır. Komedi diye en banal şekilde göbekten gıdıklayıp işkembeden güldürmek, boş eğlencelik zaman geçirmek maharet sayılır. Herhalde onun için komedi(!) seçilir. Gel gelelim kazın ayağı hiç de öyle değil. Komedi diye sahnelenen oyunların çoğunun düzeyi tam anlamıyla evlere şenlik. Oynananlar fars desen fars değil, vodvil desen ilgisi yok, bulvara hiç benzemez, kabare desen kabareye yazık olur… Komedi adına yaptıkları banal konuşmalarla, banal hareketlerle banal kültüre katkı sağlamak gibi yüce bir görevi yerine getirirler. Sağ olsunlar, kara mizah yapacağım diye kaba mizaha batıp çıkarlar. Hatta en sağlam kara mizah oyunları bile kaba saba mizaha dönüştürmede üstlerine yoktur. Bir de selam verirken, “bakın nasıl becerdik ama” dercesine gerim gerim gerilirler. Selam demişken, bir yeni moda olarak seyirciye kıçını dönerek selam keşfi yapılır... Ve dünya sahnelerine armağan edilir. Artık Arşımet misali oyuncular selama “evreka” diye bağırarak çıksa yeridir.  

Ama selamda alkışı hak etmek için oyun boyunca biraz gürültü, abartılmış el kol hareketleri, bolca bağırma, yavşak yavşak konuşma, göbek gıdıklayıp işkembeden güldürme, abartılmış ve çarpıtılmış yerel ağız ile dalga geçme ve ritim adına sahnede neden tepindiği belli olmayan oyuncuların(!) boy gösterisi… İşte sanat!

Peki, anlam nerede? Boş ver canım anlamı, "anlam her yerde, sen bulamıyorsan senin algında sorun var demek” derler, üstüne bir güzel sanat dersi de verirler cabadan. Ya da “bizi kıskanıyor, kendinden başka kimseyi beğenmez” diye yaftalarlar.

Oyunu izliyorsun... İzlediğin oyunda bir öykü arıyorsun, karakter derinliği, dramatik yapı arıyorsun? Adam sen de aradığın şeye bak... Onlar artık eskilerin nostaljik takıntıları. Öyle şeyler aranmaz yaşadığımız bu postmodern bulamaç, derinliksiz, yüzeysel zamanlarda! Seyirci komedi oyunda gülüyorsa, dram oyunda ağlıyorsa, bir de ayakta alkışlıyorsa, bir de Instagram'da, Facebook’ta story atıyorsa oyun başarılıdır demek.

Bertolt Brecht Usta’ya kulak vermeyin, ne demişse boş demiş; “Zevk alma biçimimiz kötüleşmekte” diye.    Yaa, denir mi öyle lâf be Usta?.. Salonlar dolu mu? Dolu!.. Hem de tiyatroya gelenlerin bir kısmı oyun bittikten sonra salondan çıkarken “biz tiyatroyu destekliyoruz" pozu verip selfi çektirir mi?.. Çektirir!.. Nasıl ama?..   Öyleyse “Yaşasın Tiyatro!”  Tiyatro yaşasın da nasıl yaşarsa yaşasın mı?  Evet canım. “Yaşasın Tiyatro!” Peki, hangi tiyatro yaşasın? Bizim çocukların tiyatrosu yaşasın!  Ahbap çavuş tiyatrosu yaşasın!

Şu zamane seyircisine de bravo. Perde kapanır. Alkışlar… Ama istisnasız her oyunu ayakta alkışlar... Zamane seyircisi, iyi oyun, kötü oyun diye ayrım yapmaz. Ayrımcı değil seyirci. Önüne geleni alkışlar. Ayrım yapmadan politikacıları alkışlamasından kazandığı bir meziyet herhalde bu... Çok hüsnü niyetli ve anlayışlıdır seyirci. Ne sunarsan kabulüdür. Otu boku ayakta alkışlar. Gazetelerde ise ertesi gün “Ayakta alkışlandı” başlıklı haberler yer alır. Böylece iyi ile kötü birbirine karıştırılır. Bulamaç olur. Ne iyi ne kötü bilinmez hale gelir. Seyirci iyiyle kötüyü bir tutar, bütünleştirir. Böylece her oyunun ayakta alkışlanması sonrası ‘alkışın’ artık bir şey ifade etmediği değil, haşa, otun ve bokun bilimsel ve nesnel verilerle bir olduğu ispatlanır.

Böylece her oyun bir başyapıt, her performans ödüllük oluverir... Zaten son dönemde ödül alan ödüllü oyunlara baktığımızda bu kültürel anlayışın yaygınlaştığını görebiliriz.   

Şimdi moda ne? Şimdi tiyatro sahnesinde, Stanislavski’nin; “Sanatta kendini değil, kendinde sanatı sev” demesine inat herkesin kendini sevme modası var. Çünkü artık neoliberalizmde “toplum yoktur, birey vardır.” Öyleyse sahnede, kolektif ekip anlayışı yerine, “benden güzeli benden yakışıklısı yok... Ben!.. Ben!..” diye boy göstereni ayakta alkışlama modası geçer akçadır. Şimdi moda, sosyal medyada içeriksiz ya da egosantrik paylaşım yapan histrionik kişilikler pandemisi dönemidir.

Sonuç mu? Vasat tiyatro yükselir, kaliteli, iyi tiyatro giderek mumla aranır olur. Ve günümüzde tiyatro, sahneye çıkıp “boyumu gösterdim” ya da laf ola beri gele torba dolsun anlayışıyla “ben de bir şey söyledim” demekle yetinen bir mecraya dönüşür.

Böylece vasat olan büyür, çünkü çaba gerektirmez. Hikâye anlatmak mı, toplumsal diyalektik dramaturgi mi, öz-biçim ilişkisini doğru kotarmak mı, evrensel ve tarihsel özü ortaya çıkarmak mı, metin altı inceleme mi, ses-fonasyon-artikülasyon-diksiyon mu, karakter yaratmak mı, insan ruhunun derinliklerine inmek mi, tiyatronun toplumsal işlevini, estetik ve etik değerlerini esas almak mı?.. Bunlar artık gereksiz bir çaba olarak müzeliktir. Yani “sanat, insanın dünyayı tanıyıp değiştirmesi” lâfı, lâfügüzaftır.

“ANLAMAYANA KADAR TİYATRO”’ YAPANLAR MESELESİ... (3)

Yazı serimizin üçüncü bölümünde neoliberal postmodern zamanlarda “Anlamayana Kadar Tiyatro Yapanlar” meselesini mercek altına alacağız...

O da ne demek demeyin? Ne demek olduğunu ilerleyen satırlarda okuyacaksınız.  “Vasatlığa” noktayı koyup, “Anlamayana Kadar Tiyatro” yapan postmodernist en avangart(!) en yeni(!) post-dramatik, post-absürt tiyatro dâhilerin tiyatrosuna bakalım...

Başta da söylediğim gibi, vasat tiyatro takımından ayrı, neoliberal postmodern bulamaç anlayışla, aklımızı kafa tasımızdan fırlatacak şekilde, “Anlamayana Kadar Tiyatro” yapanlar da var zamanımızda.

“Neoliberalizmin ideolojik bir aleti” olarak postmodernizm, sanatı, tiyatroyu da sarmalına alır.  Böylece kapitalizmin çıkarları doğrultusunda postmodern tiyatro ya da post-dramatik tiyatro, moda olarak piyasaya sürülür.  İşte bu moda yolunda, tiyatro kolunda “Anlamayana Kadar Tiyatro” yapanlar, bilerek ya da bilmeyerek kapitalizmin talep ettiği insan modelini yaratmaya koyulurlar. Toplumsal gerçeklikten kopuk, birey odaklı parçalanmış temalar çerçevesinde bireyin travmatik bunalımları, sapıklıkları, tükenişleri sahneye taşınır. Böylece kapitalist düzen aklanır tüm kötülükler bireye yüklenir.

Ama olsun neoliberalizmin siyasi simge isimleri “artık toplum yok birey var” diye buyurdular ya... Tiyatro adına da her şey bu buyruk uyarınca yapılır. Bunu da “yenilik” adına yaparlar ve sonuçta kendilerine benzerlerden oluşmuş jürinin verdiği ödüllerle, bol ödüllü postmodern bir bulamaç sunarlar seyirciye.

Bu takım o kadar becerikli ki Shakespeare’e bile mezarında takla attırır, ama burada da sorun yok, tiyatro moda yolunda ilerler, mezar taşları titreşir. Moda yolunda, tiyatro kolunda ilerleyenler, anlamı “ex” yaparak biçimin biçimi derdinde hatta biçim bile diyemeyeceğimiz şekilde her türlü hüner ve beceriyi gösterirler. Çünkü postmodern tiyatroda her şeyin bir anlamı var(!) mı?... Ya da yok. Olsa ne yazar olmasa ne yazar... Zaten post-modernistler “anlamsızlık da bir anlamdır” diyerek her şeyi aklar, paklar, soyut imge, simge, imaj bolluğuyla, metafor çokluğuyla ve bilumum absürtlükle yoğrulmuş, “Soyulmuş Portakal Kabuğunun Kimlik Bunalımı”nı seyirciye sunma maharetini gösterebilirler. Bir de neoliberelizmin derin hassasiyetleri icabı yaptıkları oyunlarda, a-politik, ideolojisiz, hatta retro ideolojisiz, özden, içerikten uzak durmayı mükemmel bir şekilde başarırlar... Ve kendi deyişlerine göre, modası geçmiş toplumsal dramaturgiden soyutlanmış bir biçimde sahneledikleri bulamacı allayıp pullayıp, seyirciye afiyetle yedirmeyi becerirler.

Oyun başlamadan önce, oyun broşüründe; “Bu oyun, yeni bir okumayla, klasik yapısı, alegorik bir anlayışla ve post-ironiyle zenginleştirilmiş, zamanın doğrusal olmayan katmanlarında aforizmatik bir dokunuşla, interaktif fütürist bir estetikle performatif bir varoluş manifestosu olarak sahnelenmiştir” diye bir paragraf okuyorsanız, bilin ki iki saatlik bir “Anlam Kazı Çalışmasına” hoş geldiniz.

Üçüncü zil çalar oyun başlar... Seyirci akılını kafa tasında zorla tutarak ve sabır küpüne dönüşerek anlam kazı çalışmasına koyulur. Sahnede olanlarla bir küçük bağ kurmak için canını yer, ama nafile... Oyuncular sahnede bir şeyler yapar, seyirciler boş boş sahneye bakar. Birçok seyircinin göz kapakları düşer. Salonda tıs yok! Herkes, yanında oturan kişinin oyunu anlandığını, hatanın kendisinde olduğunu düşünmeye başlar... Ve nihayet oyun biter, sahnede herkes yere uzanır. Ama neden yere uzandığı bilinmez. Loş bir ışık yanar ve bir oyuncudan oyunun son cümlesi gelir: “Dünya bir düşse, biz onun kırık dökük aynasında... belki bir yansıma mıyız?”

Ve oyun biter. Ve alkış başlar. Herkes ayakta alkışlar. Çünkü herkes başkası alkışlar diye alkışlar.
Anlayan yoktur, ama anlamış gibi görünmek herkesin uzmanlık alanıdır.

Hatta az önce oyunu seyrederken başı geriye doğru düşmüş, ağzı açık uyuyan 'tiyatro severler’ dahil bilumum cemaat ayakta alkışlar oyuncuları.

Çıkışta bir seyirci şöyle der:
“Çok soyut ve absürt bir oyun olmuş... ama sevdim. Sanat zaten böyle bir şey değil mi?”

Diğeri:      “Bence rejide küçük bir Fransız etkisi vardı ama metin bana postmodern bir kırılmayı da hissettirdi.”

Bir diğeri:     “Eee, ne anladın sen? Ben hiçbir şey anlamadım... Ama çok entel bir oyun olmuş”
Bir başkası:     “Valla ben bir bok anlamadım... İkinci yarıda çıkacaktım, acayip uykum gelmişti, ama ayıp olmasın diye çıkmadım.”

Bir de postmodern anlayışla, “avangart”, “deneme”, “yeni okuma” iddiasıyla tiyatro yapanlar var ki, bunlar tiyatronun büyük yazarlarını kendilerine benzetmeyi becermiş akıl fırlaması yeteneklerdirler. Bunlar, Anton Çehov’un insanlarını boya küpüne batırıp zombiye dönüştürmeyi, Arthur Miller’i özünden koparmayı, Moliere’i sirk palyaçosu olarak oynatmayı, Gogol’ün anlam yüklü içini boşaltmayı, Ibsen’in mezarında kemiklerini sızlatmayı, Lorca’yı kendini tanımaz hale getirmeyi ve hatta Shakespeare’e mezarında takla attırmayı beceren yiğitlerdendirler.

Dünya tiyatrosunun büyük yazarlarının başyapıtlarını yapı bozumuna uğratmaya cüret etmiş kahramanlardır bunlar. Bozdukları yapının yerine ise yeni bir şey koymayı beceremediklerinden, yaptıklarını “yenilikçi” anlayış olarak servis etmede de uzmandırlar. Seyirciyi eğlendirmek için, ilginçlik olsun diye anlamı (içeriği) paramparça ederler, biçim bile değemeyeceğimiz şekilde “moda şimdi bu” diyerek sahnede kuralsızlığı kural bilirler ve sahnenin orta yerine postmodernizmin bayrağını dikerler. Ya da “Karnavalesk” diye yola çıkıp, Anton Çehov’un insanlarının yüzünü gözünü boyayarak, insanı görünmez kılmayı ve oyunu; daha önce de belirttiğim gibi, toplumsal hayatın baskın gerçeğini ve dayatılan ceberut düzeni, geçici bir süre içinde yok sayan eğlence ve parodiye dayalı bir kutlama biçimine dönüştürme becerisini gösterirler.

“Anlamayana Kadar Tiyatro”da perde yırtılır, dördüncü duvar yıkılır, sahne yıkılır, metin yırtılır, anlam yıkılır, seyirciyse zaten ilk sahnede yıkılmıştır.

Ve cesaret edip gelen tüm seyirciler, oyunun sonuna kadar üstün sabırla bekledikleri için oyuncular tarafından selamlanırlar.

NEOLİBERAL POSTMODERN BULAMAÇ ZAMANLARDA “TİYATRONUN PİYASALAŞTIRILMASI” HALLERİ... (4)

Yazı serimizin dördüncü bölümünde neoliberal postmodern bulamaç zamanlarda “Tiyatronun Piyasalaştırılması” hallerini mercek altına alacağız...

Neoliberalizm mi?.. Devletin ekonomiden, kamusal alandan elini çekmesi, piyasaların “her şeyi en iyi bilen Tanrı” ilan edilmesidir. İşte bu tanrının düzeninde, halkın bir kısmı tüketici bencil müşteri yapılır. Ama halkın çoğunluğu da piyasaların zengin vitrinlerinin yoksul, dar gelirli figüranı rolünde kullanılır.                    Kamu kötü, şirket iyi diye para toplayan, ama şirket batınca hemen devlete koşmayı birinci görev sayan ahlaksız düzenin adıdır neoliberalizm. Neoliberalizm, boynu altında kalanın boynu kopsun diyerek emekçiyi, işçiyi açlık sınırının altında köle gibi çalıştıran ve kârına kâr katan adaletsiz ve vicdansız düzenin adıdır.

Eskiden kamuculuk, toplumsal birliktelik, kolektif dert ve sevinç ortaklığı vardı... Şimdi neoliberal düzende bencilce parayla varoluş, parayla güç gösterisi ve parayla her şeyi satın alma histerisi var.

Bir zamanlar yürekte sevgi vardı, şimdi parayla satın alınan sevgi var...
Eskiden mutluluk samimiyetle gelirdi, artık taksitle, krediyle gelir...
Bir zamanlar çocuğunu sevmek bedavaydı, şimdi özel anaokulu fiyatına...                                               Geçmiş zamanda sağlık sosyal devlete emanetti, şimdi paran varsa ‘serbest piyasa sağlık merkezine’...                                                                                                                                                                Aşk satın alınmaz derlerdi, ama artık kredi kartıyla satın alınır, bankamatik limitiyle de süresi belirlenir...
Ve tiyatro, insanı sorgulayan, yüzleştiren, değiştiren geliştiren bir toplumsal sanat, ama neoliberal postmodern zamanlarda paraya tahvil edilir... Shakespeare, “Bütün dünya bir oyun sahnesidir” der, ama şimdi tek tanrısı “Para” olanlar, o dünyayı parsel parsel parayla satın alırlar...

Hâsıl-ı kelâm gözü doymaz, arsız, yüzsüz, vicdansız, ahlaksız neoliberalizm, insana dair, onun yaşamına dair, yaşamın bütün alanlarına dair ne varsa, metalaştırır, parasallaştırır, ticari pazarda satılır, satın alınır ve tüketilir bir nesne haline getirir.

Hal böyle olunca da işin özeti, neoliberalizm ve onun ideolojik aleti postmodernizm; insanı insanla anlatan, insanı insanla düşündüren, sorgulayan ve yüzleştiren, değişmesini ve gelişmesini sağlayan tiyatro sanatı da piyasalaştırır ve ticari bir meta haline getirlir.

Haşa, bilirim, sanatla ticaretin buluşması elbette yeni bir şey değil. Ama neoliberalizmle denge bozulduğunda, sanattan geriye sadece paketlenmiş satılık bir “etkinlik” kalır. Böylece tiyatro da kendi varoluş nedenlerinden, yasalarından, etik ve estetik değerlerinden ve işlevinden kopartılarak ticari bir eğlence metasına dönüştürülür.

Efendim, tiyatronun piyasalaşması ne demek diye mi sordunuz?.. Yukarda biraz dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım, ama biraz daha devam edeyim...

Tiyatronun piyasalaştırılması; bir meta haline getirilmesi ve ekonomik ilişkiler çerçevesinde ticari eğlence maksatlı kullanılmasıdır.

Yani patronların dilinden daha fiyakalı şekilde seslendirirsek, tiyatronun, “Business Show"da kullanılmasıdır.

İster "Business Show" deyin, ister turizm amaçlı iş dünyasını, cüzdanı şişkin olan turistleri eğlence sektörüyle bir araya getiren etkinlik deyin... Bu paketlenmiş etkinliğin içine, en yüce sanat olan yaşama sanatına hizmet eden tiyatro da sıkıştırılmışsa, “Business Show" dünyasının çerezi olur... Piyasalaştırılır, ticari bir meta haline getirilir.

“Yok öyle değil” diyenleri duyar gibiyim... Peki o zaman şöyle söyleyeyim; Aristoteles’ten Bertolt Brecht’e kadar geleneksel olarak kamusal alanın bir parçası olarak kabul edilen tiyatro, sadece sanatsal bir etkinlik değil, aynı zamanda toplumsal değişim ve dönüşüm için bir araç olarak da kabul edilir. Bir de tiyatro kuramcısı ve yönetmeni Augusto Boal’un, “Tiyatro bir devrim provasıdır" sözünü hatırlatırsam çok marjinal bulabilirsiniz...  O nedenle şöyle devam edeyim; bir kültür davası, çağdaşlık ve uygarlık ölçüsü olarak kabul edilen tiyatro; aklın ve yüreğin aydınlatılması için, yürekteki ateşi harlamak için, bozuk düzeni sorgulamak ve değiştirmek için yapılır. O nedenle Brecht “Tiyatro” şiirinde; “Çıkın ışığa / buluşabilenler / sevindirebilenler / değişebilenler” diye çağırır. Neoliberal postmodern bir anlayışla tiyatroya çağıracak olsak şöyle çağırırz herhalde; “şatafatlı bir pazar kurduk / gelin yiyin, için, / göbek atın, dans edin / eğlenin / çerez niyetine de tiyatro seyredin.”

Sanat tarihi yazar ki, tiyatro sadece bir “gösteri-eğlence” sanatı değil, sürekli yaşamı sorgulayan, dün, bugün ve yarınla hesaplaşmayı hiç elden bırakmayan, sonsuz bir kültür birikimi getiren ve yeryüzü ile yaşamı yeniden yorumlayan ve yeniden yaratan toplumsal bir sanattır.

Eee... Neoliberal postmodernizm tiyatroyu piyasalaştırırken ne yapıyor?

Artık öz-biçim ilişkisi, anlamlar, duygular, düşünceler, bağlamlar önemli değil, toplumsallık ise hiç önemli değil; önemli olan, bilet satışı, show, eğlence, PR stratejisi ve Instagram hikâyesi...
Yani kendine gel, çağ atla, neoliberal postmodernizme ayak uydur ve öyle tiyatro yap... Bayatlamış, eski tiyatro yapma. Aristoteles’in “Poetika”sını, Stanivslaski’nin “Bir Karakter Yaratmak” kitabını, Bertolt Brecht’in “Epik Tiyatro”sunu çöpe at! Metin analizine, dramaturjik derinliğe boş ver! Ye, iç, eğlen, dans et, keyfine bak, bonus niyetine tiyatro yap!.. Tiyatro seyret! Seyirciyi düşünce, sorgulama, yüzleşme gibi sıkıcı şeylerden uzak tut, daldan dala atlat. 5 yıldızlı otellerde seyircinin görmediği animasyonun tiyatro soslusunu hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak izlet!..

Hâlâ “anlam katmanları” falan mı arıyorsun? Bu bağlamda tiyatronun hem sanatsal üretim hem de toplumsal-kültürel bir direniş biçimi olarak işlevini ve varlığını mı sorguluyorsun?..
O işler eskide kaldı ahbap... Takma kafanı. Sorgulama eğlen! Allanıp pullanıp, içine bir parça tiyatro da katılan ve pazara sunulan “paketlenmiş etkinlikte” her şey “trend” olmak zorunda.      

Neoliberal postmodern zamanlarda ne “sanat için sanat” ne “toplum için sanat” sanat... Şimdiki zamanda “pazar için sanat” piyasası var.                                                                                 Hadi öyleyse, eğlenceniz, yeme içmeniz bol olsun!... Emin olun ki, tüm organizasyon seyircinin memnuniyeti için yapılmıştır... Selfie çekmeyi ve alkışlamayı da unutmayın.
Sizlere iyi tüketimler... Pardon, iyi seyirler dilerim.

  *      *      *

Sonuç; dört bölümden oluşan yazı serimizi son sözümüzle noktalayalım...
Neoliberal postmodern bulamaç anlayış, tiyatronun sadece doğal yasaları değiştirmez, aynı zamanda içeriksel bir kırılmaya da uğratır.

Elbette sanatın özgürleşmesi önemlidir; ancak bu özgürlük, düşünsel derinliğin kaybolmasına neden oluyorsa, bir durup düşünmek gerekir. Neoliberal postmodern yaklaşımlarla ortaya çıkan birçok tiyatro eseri, vasatlığa, anlamsızlığa, piyasalaştırmaya hizmet etmektedir. Çünkü sistemin isteği bur; İzleyicide düşünsel ve estetik anlamda ne kalıcı bir iz bırakması ne de sahneye dair bir düşünce geliştirmesine olanak tanımasıdır.

Klasik tiyatronun anlatı gücünden uzaklaşan postmodernizm, yaratıcı olma adına çoğu zaman boşluk, anlamsızlık, bunalım üretmektedir. Bu yazı serisinde, tiyatronun, neoliberal postmodernizmle nasıl bir dönüşüm geçirerek, zamanla özgünlüğünü yitirip hem biçim hem içerik bakımından nasıl bir yozlaşma içine girdiğini anlatmaya çalıştım. Bu konuyu yakında yayınlayacağım kitapta daha geniş bir şekilde okuyabileceksiniz.

Neoliberal postmodern bulamaç zamanlarda her şeye rağmen, toplumun aynası olan, yüzleştiren, sorgulayan, değişim ve gelişim sürecine hizmet eden toplumcu gerçekçi tiyatro yapanlar da var. Bu ortamda, kendi bencil çıkarlarına değil, tiyatronun doğal yasalarına, öz-biçim ilişkisine, etik ve estetik değerlerine sahip çıkarak toplumun vicdanını sahneye taşıyan tiyatro emekçileri de var. Bu tiyatro emekçileri, adeta birer çağdaş halk ozanı gibi direnirler... Alkışa, sipariş ödüllere değil; farkındalığa... Yüzeysel başarıya değil; toplumsal değişime hizmet için tiyatro yaparlar.

Tiyatroyu bir “gösteri” değil, toplumsal bir görev olarak kabul ederler. Yozlaşan sistem, tüketimi ve a-politikliği dayatırken; onlar sahnede sorgulatır, yüzleştirir, sarsar, uyandırır... Seyirciyi müşteri değil yol arkadaşı olarak görürler... Ve belki de en önemlisi, karanlığa karşı aydınlığın cesaretini bulaşıcı kılarlar. Çünkü sahnede karanlığa karşı yakılan her ışık, seyircinin içindeki umudu da yakar. Ve umut, her zaman bir direnişi başlatır.

2866dd0d-2dad-4322-9f09-87e92c4114ad.jpg

b8f18040-4954-4485-b1f1-9fa8aa4b5879.jpgc1e40ff4-55e8-4a1b-aaab-c9005ff8b415.jpgd1ce0d97-2d5b-428f-8b77-5ce264f75c22.jpg

Bu yazı toplam 5344 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar