
Ölmek İstiyorum Ama Tteokbokki de Yemek İstiyorum: Yemek İçin Yaşamak İçin Yemek
Azın çok olduğu bir dünya yaratmazsak, çokluğun yokluğu içinde öleceğiz.
Yılmaz Akgünlü
[email protected]
"Dünyada öylesine aç insanlar var ki, Tanrı onlara ancak ekmek suretinde görünebilir."
Mahatma Gandhi
Sağlıklı ve refah içinde bir toplumda yaşıyorsanız herhalde yaşamın en büyük zevkleri yemek etrafında şekillenir. En mutlu olduğumuz anları sevdiklerimizle yemek yiyerek kutlamak isteriz. Yemek yemek mutsuzluğumuza çoğu zaman öylesine etkili bir çözüm olur ki, belki de bu yüzden mutsuz toplumların obezite sorunlarıyla boğuştuğunu görürüz. Ama garip bir şekilde Türkiye gibi ülkelerde okula aç giden çocukların sayısıyla obezite olanların sayısı birbirine paralel olarak artmaktadır. Aynı anda hem obezitenin hem de açlığın arttığı bir ülkede yaşıyoruz, aşırı yenen yemeklerin bir kısmı fakir insanlara verilse iki sorun birden çözülecek sanki. Ancak öte yandan sağlıkla ve özellikle yemekle saplantılı bir ilişki kurmaya başladık. Karnı tok olanlar aç olanların ne durumda olduğundan çok neyi nasıl yemeleri gerektiğine odaklandı.
Sosyal medyada, kitaplarda, televizyonlarda her gün yemekle ya da yaşam biçimimizle ilgili yeni bir araştırma ya da buluşla karşılaşıyoruz. Farklı teoriler birbirleriyle çarpışıyorlar. Bu teoriler çoğu zaman birbirlerine tamamen zıt oluyorlar. Orta yolu bulmaya bile çalışmadan bir taraf şiddetle savunuluyor.
Birkaç örneğe bakalım: Akşamları yemek yemek iyidir diyenler. Böylece gece bedenimize kendisini onaracağı hayati malzemeyi sağlamış oluruz. Öte yandan akşamları yemek kötüdür diyenler, sindirim rahatsız edicidir ve uyurken harcamadığımız kaloriler yağa dönüşür.
Diğer tarafta ise kahvaltı yapıp yapmama üzerine bir tartışma sürüyor. İnternette yapay zekaya sorunca şöyle yazıyor: Sabah kahvaltısı iyidir. Evet, sabah kahvaltısı faydalıdır. Günün en önemli öğünü olan kahvaltı, vücudunuzun enerji depolarını yeniler, metabolizmayı hızlandırır ve gün boyunca daha iyi konsantre olmanızı sağlar. Kahvaltı yapmamak ise halsizlik, dikkat eksikliği ve kilo alımına yol açabilir. Ancak öte yandan birçok uzman kahvaltının zararlı olduğunu söylüyor.
Bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar ise bilimin basit bir sorunu çözmekte bile ne kadar zorlandığının bir göstergesi. Yapılan araştırma sonuçları komedi filmlerine konu olur nitelikte: “2011 yılında Münih Üniversitesi'nde ağır kahvaltının günlük alınması gereken kalori miktarının büyük bölümünü tükettiği için kilo almaya sebep olduğunu ortaya koydu. Oysa Virginia Commonwealth Üniversitesi, güçlü bir kahvaltının kilo vermeye yardımcı olduğunu açıklamıştı. Bir araştırmada düzenli kahvaltı yapan gönüllülerin kahvaltıyı bırakınca kilo verdiği görülürken, düzenli kahvaltı yapmayan gönüllülerin de kahvaltı yapmaya başlayınca kilo verdiği görüldü. Bu durum kişinin kendi rutin düzenini bozması ile açıklandı.” (1)
Medyada insanlar tartışa dursun, günümüzde halkın büyük çoğunluğu sabahları kahvaltı denmeyi hak edecek şeyler bulup yiyemiyor bile. TÜİK 2022 Türkiye Çocuk Araştırması’na göre çocukların yüzde 62,4'ü her gün ekmek ve makarna ile besleniyor. Her gün et, tavuk ve balık tüketen çocukların oranıysa yüzde 12,7. Uluslararası araştırmalar dışında Türkiye İstatistik Kurumu verileri de 2022’de çocukların yüzde 35,3’ünün ciddi maddi yoksulluk içinde olduğunu gösteriyor. “Ciddi maddi yoksulluk oranı”, aralarında gıdaya erişimin de bulunduğu dokuz maddeden en az dördünü karşılayamayan kişilerin oranına karşılık geliyor.
Uzun yıllar yoksulluk alanında çalışan insan hakları savunucusu ve Derin Yoksulluk Ağı'nın kurucusu Hacer Foggo da çocuk yoksulluğunun ulaştığı boyutları kendi gözlemleriyle şöyle anlattı: “Mesela bir çocuk okul devamsızlığı yapıyor ya da okul terk etme riski varsa biz gönüllülerle birlikte o çocuğu nasıl kazanabiliriz, derslerini nasıl geliştirebiliriz diye düşünür, o mahallede bir merkez kurma çalışmalarına giderdik. Ama şimdi çocuğun açlığını konuşuyoruz. Yoksulluğun açlığa evrildiği bir dönemdeyiz. Annelerle ben görüştüğüm zaman ‘çocuğa beslenme koyamadığım zaman bana küsüyor, küserek okula gidiyor’ diyorlar. Bu nedenle çocuğunu okula göndermeyen, beslenme koyabildiği zaman gönderen aileler olduğunu biliyorum.” Foggo, “En dramatik olan şey ise, okula beslenmesiz giden çocukların kendi aralarında strateji geliştirmesi. Kendisine ait en sevdiği kalemi ya da tokayı arkadaşının yemeğiyle, sandviçiyle değiştirme çabasını gözlemliyoruz. (2)
Yemeğin Ardında Saklı Olanlar
Sadece kahvaltı hakkında yapılan tartışmalara baksak ne çok şey keşfederiz içinde yaşadığımız düzen hakkında. Acaba işin doğrusu nedir? Bunu nasıl anlayabiliriz diye sormadan edemiyor insan? Yoksa asıl soru bu değil mi? Sanırım asıl soruları atlıyoruz medyanın yönlendirmesine kapılarak. Sağlık uzmanları bize nasıl yaşayacağımız konusunda bin bir öğüt verirken, konuya bir bütün olarak bakmayı bir kenara bırakıyoruz. Ne yediğimiz ya da ne zaman yediğimizden daha önemli olan sorular var. Uzmanlar bu sorulara odaklanmıyorlar genellikle. Tek bir değişken üzerinden, indirgemeci bir üslupla ele alınıyor konular. Ancak konuya bütünsel yaklaşan ve insan deneyimini, içinde yaşadığı kültürü, çevresel olanak ve sınırlılıkları elen alan başka sorular sorulmalıdır.
Örneğin yeme davranışımızla ilgili olarak bu soruların içinde en önemlilerinden bazılarını sorup cevaplamaya çalışalım. Yediğimiz şeyleri hak ediyor muyuz ve takdir ediyor muyuz? Herhalde bu soruların en önemlilerinden biridir. Çoğumuz asalak bir yaşam içinde çok şey üretmeden sadece tüketmeyi biliyorken hangi saatte ne yediğimiz önemli olabilir mi? İçinde yaşadığı dünyaya hiçbir katkıda bulunmayan, tükettiği her şeyle yaşamı daha da çirkin ve zor bir hale getiren bir düzende birçok insanın yemek yemeyi bile hak etmediğini söylemek zor olmasa gerek. Ve yediğimiz şeylerin değerini biliyor muyuz? Bir ürün soframıza gelene kadar kat ettiği yollarda ne kadar çok canlının ve insanın katkısı var farkında mıyız? Bizi yorulmak bilmeden besleyen bu dünyaya karşı şükran duymamız gerekmez mi?
Başka bir soru alanı ise yemek yeme eylemine katılımla ilgili. Bu yemeği kim pişirmiştir? Biz bu yemek hazırlama sürecinin bir parçası olduk mu? Bir şey yerken onu tam olarak, hissederek, duyumsayarak yiyor muyuz? 2023 yapımı "The Taste of Things" adlı Fransız filmi yemek hazırlama ve onu afiyetle yeme eyleminin ne ölçüde önemli olduğuna ilişkin harika bir yapım. Filmi izlerken insan şu duyguya kapılmadan edemiyor: Yemek yapmak ve yemek insanın kendini adayabileceği en güzel sanatlardan birisi olmalı.
Yemek hem bir sanat hem de doğal bir tedavi biçimi. Serenad adlı romanında Zülfü Livaneli’nin dediği gibi: "Anadolu’nun kadim geleneklerine göre her acının ilacı yemekti. Ne kadar üzüntülü bir olay yaşarsan yaşa, yemek tedavi ediciydi." Öyleyse yemek yeme davranışımız üzerine sorulacak, iki tanesini yukarıda örneklendirdiğim çok daha önemli birkaç kriteri şöyle sıralayabiliriz:
1.İnsanlar arasında bağ kurmayı sağlayan bir ritüel olarak yemek. Bunun karşısında dağınık, izole ve geçiştiren tarzda yemek yeme.
2.Tüketilen gıda ürünlerinin ne kadar doğal ve lezzetli oluşu. Organik ve sade yemeğe karşın ana malzemedeki lezzet eksikliğini örtmek için tatlandırıcılar, fazla yağ ve baharat kullanımı. Fast food ya da diğer uçta vegan beslenme.
3.Sosyal eşitlik ve dayanışma olarak yemek. Yemeklerimizi ya da yemeğe ulaşacağımız kaynakları toplumca ne kadar eşit paylaşıyoruz. Örneğin kurban bayramı, iftar sofrası gibi eski geleneklerle ya da İstanbul’daki Kent Lokantaları gibi çok ucuza yemek sağlayan modern girişimler. Aşure dağıtımı gibi kültürel gelenekler.
4.Yorulan, çalışan ve üreten insanın yemeği hak edişi ve o yemeğin üretimi için harcanan bütün süreçlerin takdir edilişi. Öte uçta ise çalışmadan beleşe yaşayan sömürücü insanın değerini bilmeden yemeği tüketimi.
5. Yemeğin üretimine katılım ve bu üretimi bir sanat olarak görmek ya da görmemek. 2018 yapımı Little Forest isimli Güney Kore yapımı filmi bu konunun bir başka harika örneğini ekrana yansıtmış.
Film şehir hayatından bıkan genç bir kızın bir zamanlar ailece yaşadıkları köylerine dönüp orada doğaya, samimi bir arkadaşlık ve topluluk ortamına, yemek pişirip paylaşmanın sevincine geri dönmesinin iyileştirici öyküsünü anlatıyor. Aslında yemeğin iyileştirici ve var edici gücü doğduğumuz anda, hatta anne karnında başlıyor. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren kurduğumuz en kuvvetli bağ annemizin memesini emerken yaşadığımız huzur ve mutlulukla doğrudan ilişkili değil midir? Hem anne hem de bebek için kutsal bir öneme sahip bir ibadet gibidir emzirme anlarının buluşması. Bebek annesinin memesini emerken sadece fiziksel olarak değil duygusal ve zihinsel olarak da büyür. İşte bu noktada Zülfü Livaneli'den yaptığımız alıntı, türlü ruhsal hastalıklarla boğuşurken Tteobokki yiyerek yaşama tutunmaya çalışan roman kahramanı Baeki'nin şu sözü birleşiyor "Umarım içinizdeki görmezden gelinen, farklı sese kulak verirsiniz. Çünkü insan yüreği, ölmek istediğinde bile, çoğu zaman, bir yandan tteokbokki de yemek ister." (Ölmek İstiyorum Ama Tteokbokki de Yemek İstiyorum, Baek Sehee). Yemek yemeğe bu kadar önem verilmesinin nedeni de aslında iyileşme ve sağlık kavramlarıyla ilgili. Lin Yutang’ın dediği gibi “Bir Çinli yemekle ilacı birbirinden farklı görmez.”
Beslenmek ve besine ulaşmak için yaptığımız faaliyetler insanlık tarihi boyunca yaşamın ana ekseni olmuştur. Yemek sağlıktır ama sadece yemenin kendisini değil onun etrafındaki onu saran bütün konular buna dahildir. Ve yukarıda saydığımız kriterlerin ışığında bakmak yemek yemeye ve sağlığa daha bütüncül ve gerçekleri yerli yerine oturtan bir bakış demektir. Bir toplumun ve dünyanın iyileşmesi de bu noktada başlar. Oysa çoğumuz sağlıkla ilgili konuları hastalıkla bağdaştırmış durumdayız. Sağlıklı olmak hasta olmamaktır gibi geliyor bize. Sağlıklı olmak istiyoruz. Sadece biz değil, çevremizdeki insanların da ruhen ve bedenen sağlıklı olmasını umursuyoruz. Çünkü sağlıksız olmanın ağır bedelleri var. Hastalıklar, yaşamımızı hem bizim hem de çevremizdekiler için cehenneme çeviriyor.
Sağlık saplantısıyla kafası karışmış bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar ne kadar sağlıklı olmaya çalışsalar da bu onların bütüncül bir sağlığa kavuşmasına yardımcı olmuyor. Bir şeyler düzeltilirken başka şeyler bozuluyor. Bu kadar çok diyetisyenin olduğu bir toplumda bu kadar çok obezitenin olması şaşırtıcı değil mi? Obezite sorunu mu diyetisyenlerin sayısını artırıyor, yoksa diyetisyenlerin sayısındaki artış mı obeziteyi çoğaltıyor? Ya da genel olarak uzmanların sayısındaki artış o uzmanlara ihtiyaç duyan insanların varlığını gerektirmiyor mu? Her şeyin bir uzmanı var ama işler gene de çığırından çıkmış gibi görünüyor. Ekonomi uzmanları var ama ekonomiler krizden çıkamıyor, sağlık uzmanları var ama toplum gitgide sağlıksız hale geliyor. Sorun yaratan ve sorunlardan ekonomi üreten bir dünyada yaşıyoruz. Savaşlar yaratıp silah endüstrisini, hastalık yaratıp ilaç sektörünü, çirkinlik yaratıp güzellik endüstrisini, mutsuzluk yaratıp psikologları ve gıda şirketlerini besliyoruz. Bunun yerine mutluluk ve güzellik üretip dünyayı daha az tüketen bir ekonomik sistem yaratsak hepimiz faydalanacağız bundan. Dünya ekonomik olarak da şişmiş durumda, her şey daha fazla daha çok, para da üretim de tüketim de, ama gene de krizler ve mutsuzluklar içinde boğuluyoruz. Azın çok olduğu bir dünya yaratmazsak, çokluğun yokluğu içinde öleceğiz. Kendi sağlığımızdan önce üstünde yaşadığımız dünyanın ve toplumların sağlığını düşünmemiz daha akılcı olmaz mı?
Gerçek Sağlık
Aslında sağlık elbette ki ciddiye almamız gereken bir konu. Ancak bizler sağlık konusunda da yoldan çıkmış görünüyoruz. Sağlıklı olmayı tamamen yanlış tanımlıyoruz. Gerçek sağlık nedir? Bu konuda düşünmüyoruz bile. Sağlık, bedensel olarak fit olmak, hasta olmamak, uygun kiloda olmak ve kan değerlerinin doğru değerlerde olması gibi dışsal ölçütlere göre ölçülüyor. Bunlar elbette bazı şeylerin göstergesi olabilir. Bir işe girecekseniz bu ölçütler sizin piyasa değerinizi belirleyebilir. Ancak piyasanın ya da sistemin sağlık tanımını biz de benimsediğimiz anda gerçek sağlıktan çok görünen sağlık kavramının kölesi olmuş oluyoruz.
Şimdi her şeyi bütünleştiren bir anlayışla gerçek sağlığı tartışalım. Öncelikle zihinsel ve ruhsal sağlığımızdan ayrı ve kopuk bir bedensel sağlık anlayışını kabul edemeyiz. Bedenimize bir makine misali bakılıp içimizdeki duygulardan, en derin yaşantılarımızdan mahrum bir sağlığa sağlık diyebilir miyiz? Kaldı ki üzülmek, mutsuz olmak ve depresyona girmek de hayatın bir parçası olduğuna göre bu tür olumsuz yaşantılara kapıldığımızda da sağlıksız olduğumuzu düşünmemeliyiz. Sağlık, olumsuzluğun farkında olduğumuz ve onu aşmak için doğru bir çaba içinde olduğumuz durumdur. Sadece kendimizi çok iyi ve formda hissettiğimizde sağlıklı değilizdir. İnsan üretken olduğunda, sağlıklı olup olmadığını bile düşünmeyecek kadar yaptığı işe kendini verdiğinde sağlıklıdır.
Yemek yeme üzerine konuşulacak çok şey var. Erich Fromm modern insanın koca bir ağızla dünyayı yutarak tüketemeye çalıştığından bahseder. Biz içimizdeki boşluğu anlamla, sanatla ve doğaya ve insanlığa karşı tutkulu bir sevgiyle dolduramayınca ortaya çıkan tatminsizliği dünyanın bütün kaynaklarını sömürüp yutma üzerine kurduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Yemekle sağlıklı bir ilişki kurmadıkça dünyayla da sağlıklı bir ilişki kurmamız mümkün değil. Ve sağlıksız ilişki dünyayı şimdiden cehenneme çevirmiş durumda.
Kaynaklar
- https://onedio.com/haber/dr-mehmet-oz-ile-yeniden-gundeme-geldi-son-donemde-uzmanlar-neden-kahvaltinin-zararli-bir-sey-oldugunu-soyluyor-894486
- https://www.voaturkce.com/a/turkiye-cocuk-yoksullugu-her-5-cocuktan-biri-haftada-en-az-bir-kez-okulda-yemek-yiyemiyor/7399905.html
