
Direnme ve Dayanışma Hakkı
Birinci kuşak insan hakları bu derece ağır ihlal ve tehdit altında iken geniş kitleler daha üst kuşak insan haklarını kullanma konusunda isteksizlik yaşamaktadır.
Av. Haşim Arlıer
arlierhasim@gmail.com
Bu yazıda, Direnme ve Dayanışma Hakkı kapsamında Anayasal Gösteri Yürüyüş Hakkının Kullanılması ile Türkiye ve Dünya Uygulamasındaki Sorunlar Kısaca Ele Alınmaktadır.
Türkiye’de siyasi ve toplumsal muhalefetin haksız ve hukuksuz olduğunu düşündüğü sorgulamalara, tutuklamalara karşı başlattığı gösteri ve yürüyüş şeklindeki protestolar sert müdahale ve tutuklamalarla bastırılmaya çalışılmaktadır. Gerek toplumsal muhalefet gerek siyasi muhalefet bu soruşturmaların arkasında iktidarın olduğunu düşünmekte. En önemli gösterge olarak da İstanbul Belediyesine yönelik soruşturma ve tutuklamaların siyasi iktidarın başındaki Tayyip Erdoğan’ın son yerel seçimlerden önce “İstanbul Belediye Başkanlığını kazanmalıyız. Çünkü İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” demesi ileri sürülmekte. Bir de üzerine İstanbul Belediye başkanının Muhalefet cephesince Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmesi, kendisi de İstanbul Belediye başkanlığından gelmiş olan Tayyip Erdoğan’ı oldukça kızdırdı olarak değerlendiriliyor.
Esasen, Türkiye’de 1870’lerden beri süregelen Anayasal düzen ve görece özgürlük iklimi AKP iktidarları döneminde gerek fiili uygulamalarla gerek hukuki değişikliklerle kökten bozuldu. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denen dünyada ve literatürde bulunmayan bir teşkilatlanma ile TBMM etkisizleştirildi. Bütün ülke yönetimi “külliye” denilen Cumhurbaşkanlığı sarayından idare edilmeye başlandı. Ülkenin en küçük ihalelerinden, en önemli dış politika sorunlarına kadar her şey külliye (saray) ve şürekâsının kontrolüne verildi. Tayyip ERDOĞAN tarafından, kendisine sadık kişiler Bakan ve Cumhurbaşkanı yardımcısı olarak Meclis dışından atandı, halkın seçtiği meclis(TBMM) devre dışı bırakılarak devletin yürütülmesi (idaresi) sarayın kontrolüne verildi. İnsanlığın binlerce yıllık birikimle geldiği son Yönetim Organizasyonu olarak Devlet yapılanmasındaki kötüye kullanıma engel olacak mekanizmalar (denetim-denge unsurları) ve güçler ayrılığı ilkesi (yasama yürütme yargı denetim ve dengesi) yok edilerek otokrasi inşa edildi.
Esasında Türk milleti bu tip bir yönetim tarzına yüzlerce yıllık geçmişinden alışık bir millet olarak görülür. Mustafa Kemal, Cumhuriyeti ilan ederek halk iradesini hâkim kılmaya çalışırken de toplumsal muhalefetle karşılaşmış, yüzyıllardır Padişahı Tanrının yeryüzündeki gölgesi, devlet idaresinin ulu’l emri gören aydın ve halk kesimleri Cumhuriyet fikrine karşı çıkmış, hatta ayaklanmalar yaşanmıştır. Ama Mustafa Kemal’in dehası ve üstün yetenekleri o günkü Mecliste, Cumhuriyetin ilanının ve Halifeliğin kaldırılmasının oybirliği ile yasalaşmasını sağlamıştır.
Samsun’a çıktığı ilk günden itibaren çevresinde bulunan yol arkadaşları arasında doğal (karizmatik) lider olarak öne çıkan Mustafa Kemal ülkenin kurtuluş ve kuruluş sürecinde düzenlediği her toplantıda, her kongrede, demokratik yolla lider seçilmiştir. Osmanlının yıkılışının yaratığı sancılı dönemde gelişen liderlik ve teşkilatçılık vasıfları Mustafa Kemal’de emsallerine göre öylesine ileri düzeyde temayüz etmiştir ki, kendisinden yaş ve kıdemce büyük idareci ve komutanlar O’nu lider seçerek emrine girmekte hiçbir beis görmemişlerdir. Bunun en güzel örnekleri Mareşal Fevzi ÇAKMAK, General Kazım KARABEKİR ve General Cevat ÇOBANLI’dır. Günümüzde, vatansever bir subay ve insan olarak Atatürk’ün dağılan bir İmparatorluktan dönemin çağdaş gereklerine uygun yeni bir Cumhuriyet kurma başarısı bazı çevrelerce ideolojik ve siyasi saiklerle gölgelenmek istenmektedir. Çağımızın kaos ortamında küresel düzeyde yaşanan ekonomik ve siyasal çalkantılar, göç dalgaları ve çevresel krizler ile bunların getirdiği ahlaki yozlaşma ve erdemlerin kaybının halkçı ulus devletlere karşı oluşturduğu tehdit de buna zemin hazırlamaktadır.
Türkiye konumu gereği bu çalkantılar ve yozlaşmaların yoğun yaşandığı bir coğrafyada bulunmakta. Dünün kellesine milyon dolarlar konarak aranan teröristi Colani, hakkında arama kararı dahi kaldırılmadan en uzun sınır komşumuz Suriye’de Devlet başkanı ilan edilip emperyal güçlerin siyasi ekonomik paylaşımında başrole konmuştur. Türkiye’de Anayasal Hak olan direnme ve dayanışma hakkının pratiği olarak gösteri ve yürüyüş hakkına yönelik saldırılar ve engellemeler, global düzeydeki bu kaos ve erdemsizlik ortamının uzantısı olarak rutin uygulamalara dönüşmüş durumdadır. Oysa siyasi iktidarın insan haklarını ve hukukun temel ilkelerini yok sayması karşısında harekete geçirilecek en önemli hak dayanışma ve direnme hakkıdır. İnsan hakları teorisinin kategorik analizinde “üçüncü kuşak” insan hakkı olarak tasnif edilen dayanışma ve direnme hakları anayasal güvence altına alınmış olan Gösteri ve Yürüyüş Hakkının kullanımı ile hayata geçebilmektedir. Bunun güvencesi ise ancak halkçı, adil ve liyakatli bir devlet teşkilatıdır.
Devlet teşkilatı, başta bağımsız ve tarafsız adalet bürokrasisi; bunun yanında liyakatli bakanlık ve özel-özerk kuruluş bürokrasileri ve en önemlisi de akademik bağımsızlığa sahip liyakatli üniversite bürokrasisi ile ayakta durur ve gelişir. Oysa Türkiye’de son dönemde, ne yazık ki, adeta hiçbir ülkede olmadığı kadar kutsiyet atfedilen Siyasetçiler, halkın oyu ile seçilmiş olma popülizmini de öne sürerek ülkedeki bütün bürokrasiyi (Weber’in deyimi ile Rasyonel Devlet Teşkilatını) siyasi otoritenin emrine sokmuştur. Bir de bunun üzerine, siyasi otorite kendi kontrolünde bir propaganda ağı oluşturmak için “havuz fonu” kurup, medya-basın organlarının birçoğunu satın almış veya aldırmıştır. Böylece halkın bağımsız ve tarafsız haber alma özgürlüğü de engellenmiştir. Siyasi otoritenin kontrolündeki basın kullanarak, algı yönetimi ile, büyük oranda halk iradesi kontrol edilirken, kontrole alınamayan vatandaşlar kolluk gücünü kullanarak tehdit altında tutulmaktadır. Türkiye’deki siyasi iktidar son olarak kontrolündeki yargı gücünü de kullanarak, tahkimatını ceza yargısı ile destekleyip halkı sindirmeyi tercih etmektedir. Devletin adil yönetiminde önemli rolü olan bürokrasi, akademi ve yargının siyasallaşması ile Locke’ un belirttiği gibi devlet adeta “zorba devlet olma niteliğine” bürünmektedir.
Esasen günümüz dünyasında emperyal kapitalizmin motor gücü haline gelmiş devlet mekanizmaları kapitalizmin istediği tüketici birey hedefinin hizmetkârları rolündeler. Bireylerin istenen tüketici kalıplarının dışına çıkması ancak ve ancak insan haklarının gelişimi ile olacaktır. Orwell’in 1984 kitabında tasvir ettiği “büyük ağabey” en çok insan hakları gelişmelerinden korkmaktadır. İnsanların, dayanışma haklarını, direnme haklarını kullanması, emperyal kapitalizmin istediği tüketici kalıptan dışarı çıkmasına yol açacağından bu amaçlarla yapılan her gösteri ve yürüyüş devlet aygıtının en şiddetli tepkisine maruz kalmakta ve terörize edilmektedir. Hak arama hürriyetinin gereği üç kişi bir araya gelerek dayanışma içine girse, neredeyse yüzlerce robocop kıyafetli uzay savaşçısı görünümlü kolluk gücü terör tehdidi olarak algılayıp bastırmaktadır. Bu şartlarda güya Anayasal güvence altında bulunan insan hakları, teorik düzeyde bile varlığını sürdürmekte zorlanmaktadır. Zira Anayasal norm haline getirilen “özüne dokunmamak kaydı ile gösteri ve yürüyüş hakkının kısıtlanabilmesi”, uygulamada ve alt normlarda “Gösteri ve yürüyüş için önceden izin almak, kamu otoritesinin belirleyeceği yerde bu hakkı kullanmak” gibi kısıtlamalarla, değil özüne dokunmamak, fiili kullanımına dahi engel olunmaktadır.
Bu süreçte, üçüncü kuşak insan hakları teorik düzeyde de olsa tartışılır konuşulurken dünya devletlerinin kayıtsızca ve naklen seyrettiği “Filistin İsrail savaşındaki!!?” vahşi katliamlarda, temel (birinci kuşak ) insan hakları, olabilecek en ağır ihlalleri yaşamaktadır. Birinci kuşak insan hakları bu derece ağır ihlal ve tehdit altında iken geniş kitleler daha üst kuşak insan haklarını kullanma konusunda isteksizlik yaşamaktadır.
Basın ve medya gerek dünyada gerek Türkiye’de tarafgirlik rolünü öylesine acımasızca oynamaktadır ki, vicdanları kanayarak bu süreci izleyen insanlar, gerçekleri örten algı yönetimi ile yönlendirilen diğerleri tarafından ya “haksızı savunan” durumuna düşürülmekte ya da yalnız bırakılmaktadır. Bu süreçte Niçe’ye atfedilen bir söz düşünen beyinlerde yankılanıyor: “Bu dünya gerçek vicdan sahipleri için tam bir cehennemdir.”
“Allah sonumuzu hayır etsin” demek çaresizliği içine yuvarlanmaktan insanları kurtaracak tek çözüm Anayasal normlarda yerini almış olan üçüncü kuşak insan haklarına sarılmak ve “dayanışma ve direnme hakkını” kullanmaktan geçiyor. Emperyal kapitalizm, sahip olduğu algı yönetimi ve yapay dijital dünya araçları gibi “asimetrik güçleriyle” saldırarak, yaşanabilir çevre hakkı, aile kurma hakkı, eğitim ve kendini geliştirme hakkı gibi temel insan haklarını yok etmeye çalışmaktadır. Buna karşın İnsan Haklarını teorik ve pratikte korumak ve geliştirmek ve toplumları “tüketim toplumu” kalıbından çıkarmak tek kurtuluş gibi görünmektedir. Bunun için halen insanlığın geliştirdiği son yönetim teşkilatı ve organizasyonu olan Anayasal “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti” sisteminin buna inanan ve geliştirecek liyakatli bürokratik ve siyasi idarecilere ve Akademik takipçilere ihtiyacı var.
* Görselde, Tomaların önünde J.J. Rousseau'nun "Toplum Sözleşmesi" kitabını okuyan OTDÜ öğrencisidir. Her ikisi de asimetrik güç kullanıyor. Biri demir Tomalar, öteki bilimsel felsefe...
