
Belirsizlik, Uluslararası İlişkiler ve Kıbrıs Sorunu (Bölüm I)
Belirsizlik, fen bilimlerinden sosyal bilimlere birçok disiplinde yer alan temel bir kavramdır. Uluslararası İlişkiler disiplininde ise, özellikle güvenlik çalışmalarının odağındadır.
İpek Borman
[email protected]
Covid-19 pandemisinden bu yana büyük bir belirsizlik algısı içinde yaşıyoruz. Küresel çapta her türlü etkileşimin arttığı bir çağda, Çin’in Vuhan kentinde patlak veren ölümcül bir virüsün hızla yayılmasıyla, dünyanın her yerinde kendimizi birden evlere kapanmış olarak bulduk. Tıpkı insanların, bilginin, sermayenin ve malların hızla dolaşabildiği gibi, virüslerin de aynı hızla dolaşabildiğini idrak ettik. Küreselleşmenin sadece hayatlarımızı kolaylaştıran etkileri olmadığını, aynı zamanda riskleri de çoğalttığını deneyimledik. Öngöremediğimiz ve kontrolümüz dışında gelişen durumların alışageldiğimiz düzeni bir anda nasıl altüst ettiğini gördük. Sonuçta hem bireysel hem de dünya toplumları olarak, aynı anda, aynı riskle sınandık. Sadece ölüm korkusuyla değil, bildiğimiz dünyanın sonunun gelmiş olabileceği ihtimaliyle adeta varoluşsal bir krize sürüklendik. Korku, güvensizlik ve travma birden hayatımızın merkezine oturdu.
‘Belirsizlik’ (uncertainty) elbette ki yeni bir durum değil; tam tersine insan hayatının kurucu ve temel bir unsurudur. Bununla birlikte, yaşadığımız coğrafyaya ve içinde bulunduğumuz siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel koşullara ve süreçlere bağlı olarak belirsizliğe ilişkin algımız birbirinden farklılık gösterebilir. Ancak pandemiyle birlikte toplu olarak tecrübe ettiğimiz o ani şokla, sanki üzerine bastığımız küresel zemin ortadan kalktı, koca bir belirsizliğin içinde büyük bir boşlukta yaşar olduk. O gün bugündür de insanlık bu boşluğun içinde savruluyor sanki. Nitekim pandemi bitti, ama küresel anlamda dünyada her alanda yaşanan gelişmeler yüzünden, belirsizlik algısı azalmadığı gibi daha da körüklendi.
Geçtiğimiz günlerde Norveç merkezli Peace Research Institute of Oslo (PRIO) tarafından yayımlanan yeni Çatışma Eğilimleri Raporu’na göre, 2024’te savaş kaynaklı ölümler 70 yılın en yüksek noktasına ulaştı. 2024’te yaşanan 36 ülkede 61 aktif çatışma, 1946’dan beri kaydedilen devlet temelli çatışmalarda en yüksek sayı oldu. 2024 yılı aynı zamanda, büyük ölçüde Etiyopya’nın Tigray bölgesindeki iç savaş, Ukrayna’da devam eden Rus işgali ve Gazze’deki İsrail saldırılarının etkisiyle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana en şiddetli dördüncü yıl oldu. Bu gelişmeler, büyük ölçekli savaşın rahatsız edici bir şekilde yeniden canlandığının altını çizerken, dünyanın onlarca yıldır görülmemiş bir şiddet dalgasıyla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor. Hal böyleyken, belirsizlik algısı nasıl artmasın?
Pandemiden bu yana küresel anlamda uluslararası ilişkilerde yaşanan gelişmelere ve bunların hem bölgesel hem de Kıbrıs özelindeki yansımalarına bakmadan önce, belirsizlik kavramına biraz daha yakından bakalım. Belirsizlik, fen bilimlerinden sosyal bilimlere birçok disiplinde yer alan temel bir kavramdır. Uluslararası İlişkiler disiplininde ise, özellikle güvenlik çalışmalarının odağındadır. Temel olarak, diğer devletlerin niyetleri ve gelecekteki eylemleri hakkında kesin bilgiye sahip olunamaması durumunu ifade eder. Bu durumun kökeninde, Uluslararası İlişkiler disiplininin başlangıç noktası olarak kabul edilen ‘anarşik sistem’ olgusu yatmaktadır. Uluslararası İlişkiler’de anarşi, kaos haline değil, dünya veya devletlerin üzerinde, kuralları uygulayacak ve anlaşmazlıkları çözecek bir üst otoritenin (bir dünya hükümetinin veya dünya polisinin) bulunmaması haline işaret etmektedir. Böyle bir ortamda, bir devlet diğer bir devletin verdiği sözleri tutacağından, imzaladığı anlaşmaya sadık kalacağından veya kendisine saldırmayacağından asla %100 emin olamaz. Dolayısıyla belirsizlik, iki ana konuda kendini gösterir: niyet belirsizliği ve kabiliyet belirsizliği. Niyet belirsizliğine göre, bir devletin askeri kapasitesini artırmasının amacı savunma mı yoksa saldırı mı sorusu en temek belirsizlik türüdür. Kabiliyet belirsizliğinde ise, her ne kadar devletler rakiplerinin askeri gücünü (kabiliyetlerini) kabaca tahmin edebilseler de, gizli teknolojiler, siber kapasite veya gelecekteki askeri gelişmeler gibi konularda her zaman bir belirsizlik payı bulunur.
Bu bağlamda, belirsizlik ve güven(siz)lik birbirine yakın kavramlar gibi dursa da, farklı kuramsal yaklaşımlar bu ikisi arasındaki ilişkiye farklı açılardan bakarlar ve değerlendirirler. Örneğin, Uluslararası İlişkiler’in en yaygın yaklaşımlarından realizm, belirsizliğin hiçbir şekilde kaçınılamayacak bir yazgı olduğunu ve uluslararası sistemde başat aktör olarak kabul edilen devletlerin %100 bir diğerine güvenemeyeceğinden dolayı kendi varlığının bekasını (survival) önceliklendirmesi gerektiğini söyler. Diğer devletlerin niyetleri her zaman belirsiz olduğundan, her devlet en kötü senaryoya göre hareket etmek zorundadır. Bu durum ‘kendi kendine yardım’ (self-help) sistemini doğurur ve devletlerde bir ‘güvenlik ikilemi’ne (security dilemma) sebep olur. Diğer bir deyişle, A Devleti sadece savunma amacıyla silahlandığında, niyetinden emin olamayan B Devleti bunu bir tehdit olarak algılar ve o da silahlanır. B’nin silahlanması, bu kez A’nın kendini daha güvensiz hissetmesine yol açar ve böylelikle bir kısır döngü başlar. Bu döngü, iki taraf da istemese bile gerginliğe ve hatta savaşa yol açabilir. Dolayısıyla, realizme göre belirsizlik, devletlerarası güvensizliğin, rekabetin ve çatışmanın ana etkenidir. Yönetilemez, sadece güç dengesi politikalarıyla geçici olarak kontrol altında tutulabilir.
Uluslararası İlişkiler’in diğer geleneksel yaklaşımı olan liberalizm de anarşiyi ve belirsizliği bir başlangıç noktası olarak kabul eder, ancak realizm kadar karamsar bir düşünce yapısına sahip değildir ve belirsizliğin yönetilebileceğini savunur. Buradaki temel argüman, devletlerin işbirliği yaparak ortak kazançlar elde edebileceği ve böylelikle belirsizliği azaltabileceğidir. BM, AB veya (pandemi örneği düşünüldüğünde) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) gibi uluslararası kurumların, devletlerin bir araya geldiği, iletişim kurduğu, davranış standartları belirlediği ve şeffaflığı artırdığı platformlar sunduğunu ve devletlere sürekli bir etkileşim çerçevesinde bulunma imkânı tanıyarak belirsizliği azalttığını söyler. Ayrıca, yoğun ticari ilişkilerin ekonomik olarak karşılıklı bağımlılığı artırdığını ve bir devlete saldırmanın maliyetli hale geldiğini, dolayısıyla niyetler açısından daha öngörülebilir bir zemin yarattığını savunur. Yine liberalizm çerçevesinde kuramsallaştırılan demokratik barış teorisi, demokratik devletlerin de birbirleriyle savaşa girmeyi hiçbir şekilde tercih etmedikleri ve bunun da niyetler hakkında daha öngörülebilir bir zemin yarattığını iddia eder.
Soğuk Savaş’ın bitimiyle ağırlık kazanan inşacı yaklaşımlar ise, belirsizliğin maddi veya yapısal bir gerçeklikten çok, sosyal olarak inşa edilen bir kavram olduğunu savunur. Devletlerin birbirlerine yönelik niyet algısının, onların paylaştıkları kimlikler, normlar ve ilişkiler tarafından şekillendirdiğini anlatır. İnşacı kuramcılardan Alexander Wendt’in ünlü sözüyle, “Anarşi, devletlerin onu ne yaptığıdır.” Wendt’in 1992’de yayımlanan ve anarşiye bakışta çığır açan makalesinde savunduğu, anarşinin kendiliğinden bir çatışma, güvensizlik veya ‘kendi kendine yardım’ mantığı dayatmadığını, aksine anarşinin anlamının, devletlerin birbirleriyle olan etkileşimleri, paylaştıkları fikirler ve kolektif anlamlar tarafından şekillendirildiğidir. Dolayısıyla Wendt, geleneksel anarşi yaklaşımlarına kökten karşı çıkarak, anarşinin kendi içinde bir anlam taşımadığını, adeta boş bir levha gibi olduğunu açıklar. Anarşinin Hobbesçu (herkesin herkese karşı savaş halinde olduğu) bir rekabet ortamı mı, Lockeçu (devletlerin rakip olduğu ama birbirlerinin egemenliğini tanıdığı) bir düzen mi, yoksa Kantçı (devletlerin dost olduğu ve kolektif güvenlik ilkelerine dayandığı) bir işbirliği ortamı mı olacağı, bizzat devletlerin eylemleri ve birbirlerine atfettikleri anlamlarla belirlendiğini savunur.
Wendt ayrıca, özellikle neorealizmin anarşik sistem yapısına yaptığı vurguyu eleştirir ve odağı devletlerarası etkileşim sürecine kaydırır. Bir devletin diğer bir devleti nasıl algıladığının, o devletin maddi kapasitesinden (askeri veya ekonomik güç) değil, aralarındaki sosyal ilişkiden kaynaklandığını iddia eder. Bu bağlamda şu meşhur örneği kullanır: “500 İngiliz nükleer füzesi, 5 Kuzey Kore nükleer füzesinden daha az tehdit edicidir.” Örneği daha da açacak olursak; ABD, İngiltere’nin sahip olduğu yüzlerce nükleer silaha kıyasla, Kuzey Kore’nin sahip olduğu birkaç nükleer silahtan çok daha az endişe duyar. Bunun nedeni maddi güç farkı değil, kimlik farkıdır. ABD ve İngiltere, ortak bir ‘Batılı’, ‘dost’ ve ‘müttefik’ kimliğini paylaşır. Bu sosyal ilişki, İngiltere’nin niyetlerine yönelik belirsizliği neredeyse tamamen ortadan kaldırır. Kuzey Kore ile bir ‘düşmanlık’ ilişkisi inşa edildiği için, niyetlerine yönelik belirsizlik en üst düzeydedir. Dolayısıyla, inşacılığa göre belirsizlik, sabit değildir; devletler arasındaki etkileşimle, diyalogla veya düşmanlığın körüklenmesiyle artabilir veya azalabilir. Önemli olan, devletlerin birbirini ‘dost’, ‘rakip’ veya ‘düşman’ olarak nasıl inşa ettiğidir.
Eleştirel güvenlik yaklaşımları ise, belirsizliğin çözülemeyen varoluşsal bir durum olduğunu kabul etmekle birlikte, beka ve güvenlik kavramlarının ayırımını yapar ve insanların sadece hayatta kaldığı değil, aynı zamanda yoksulluk, eşitsizlik, baskı ve cehalet gibi ‘yapısal şiddet’ unsurlarından kurtularak, onurlu ve özgür yaşadığı (emancipation) bir duruma işaret eder. Dolayısıyla, belirsizlik tartışmasını devletlerarası sistemden alıp doğrudan insan yaşamının merkezine taşıyarak, devletlerin niyetlerinden çok, bireylerin ve toplulukların kendi devletleri ve küresel yapılar tarafından yaratılan baskı ve çatışmalardan kurtulup kurtulamayacağı sorunu olarak yeniden tanımlar. Bu, güvenlik ve belirsizlik kavramlarına insancıl bir bakış açısı getirir. Aynı zamanda güvenlik kavramının kişiden ‘türemiş’ (derivative) olduğunu savunarak, güvenlik kavramına farklı bir anlayış getirir ve her zaman ‘Kimin güvenliği?’ ve ‘Nasıl bir güvenlik?’ sorularının sorulmasının elzem olduğunu iddia eder. Örneğin, Gazze’de yaşayan Filistinli bir kişinin güvenlik anlayışı ile Oslo’da yaşayan bir kişinin güvenlik anlayışları aynı olamayacağı gibi, Suudi Arabistan’da yaşayan bir kadınla Almanya’da yaşayanın da farklı güvenlik anlayışlarına sahip olacağını ortaya koyar.
Bu yaklaşımın önemli düşünürlerinden Ken Booth ve Nicholas Wheeler, güvenlik ikilemini de yeniden kavramsallaştırırlar. Belirsizliğin uluslararası politikanın kaçınılmaz bir gerçeği olduğunu kabul etmekle birlikte, bu durumun mutlak bir çatışma kaderi anlamına gelmediğini savunurlar. Booth ve Wheeler’a göre, devletler belirsizliğin yarattığı olumsuz etkileri yönetebilir, hatta aşabilirler. Bunun yolu ise ‘güven’ (trust) inşa etmekten geçer. Güven, bir aktörün diğerinin niyetleri hakkında olumlu beklentilere sahip olmasıdır. Güvenin varlığı, niyet ikilemini hafifletir. Devletler, birbirlerinin niyetlerinden daha emin olduklarında, savunma amaçlı hamleleri saldırgan olarak yanlış yorumlama olasılıkları azalır. Bu güvenin kurumsallaşmış hali ise, önce 1950’lerde Karl Deutsch tarafından kuramsallaştırılan ve Soğuk Savaş sonrası inşacı düşünürler Emanuel Adler ve Michael Barnett tarafından geliştirilen ‘güvenlik toplulukları’dır (security communities). Bu topluluklar, üyelerinin birbirlerine karşı güç kullanma ihtimalini düşünmedikleri, ortak kimlik, değerler ve normlar etrafında birleşmiş devlet gruplarıdır. Örneğin, Batı Avrupa’daki devletlerin birbirleriyle savaşma ihtimalinin neredeyse ortadan kalkması, bir güvenlik topluluğu örneği olarak gösterilebilir. Bu topluluk içinde, niyetler hakkındaki belirsizlik büyük ölçüde azalmıştır.
Sonuç olarak, Booth ve Wheeler için belirsizlik, güvenlik ikileminin motoru olarak devletleri en kötü senaryolara göre hareket etmeye iten, silahlanma yarışlarını ve güvensizlik sarmallarını besleyen bir dinamik olsa da, güven inşası ve güvenlik topluluklarının oluşturulması yoluyla belirsizliğin üstesinden gelme ve daha barışçıl bir uluslararası sistem kurma potansiyelinin de var olduğu normatif bir boyutu ortaya koyarlar. Aynı zamanda, güvenlik ikileminin aşılmasında ‘insan eylemliliği’nin (human agency) önemine değinerek, liderliklerin ortaya konulacak politika ve eylemler bakımından belirleyici aktörler olduğunu savunurlar. Böylelikle, devleti insan faktörünün ötesinde şekillenen bir üst akıl olarak değil, tam tersine insanın (liderliğin veya toplulukların) bir aktör olarak devletin politika ve eylemlerini şekillendirdiğini öne çıkarırlar.
Not: Yazının devamı – Belirsizlik, Uluslararası İlişkiler ve Kıbrıs Sorunu (Bölüm II) – gelecek sayıda yayımlanacaktır.
Referanslar
Rustad, Siri Aas. Conflict Trends: A Global Overview, 1946–2024. PRIO Paper, PRIO, 2025.
Wendt, Alexander. “Anarchy Is What States Make of It: The Social Construction of Power Politics.” International Organization, vol. 46, no. 2, 1992.
Booth, Ken, and Nicholas Wheeler. The Security Dilemma: Fear, Cooperation and Trust in World Politics. Palgrave Macmillan, 2008.
