1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. İlk Adımı Atanlara Ne Mutlu !
İlk Adımı Atanlara Ne Mutlu !

İlk Adımı Atanlara Ne Mutlu !

Dağları, o dağlarda yaptığımız gezintilerde rastladığımız dağcıları yeniden düşündüm. Bunlar, karda kaybolduklarında fark edilebilmek için canlı renklerde giyişiler giyen, doruklara çıkan yolları bilen gençlerdi.

A+A-

 

 

Dağları, o dağlarda yaptığımız gezintilerde rastladığımız dağcıları yeniden düşündüm. Bunlar, karda kaybolduklarında fark edilebilmek için canlı renklerde giyişiler giyen, doruklara çıkan yolları bilen gençlerdi.

         Dağların dik yamaçlarında, kayalara önceden çakılmış alüminyum halkalar vardı: Tam güvenlikle tırmanabilmek için yapmaları gereken şey, iplerini bu halkalara geçirmekti yalnızca. Buralara hafta sonu macerası yaşamak için geliyor, Pazartesi günü de doğaya kafa tutmuş ve onu yenmiş olma duygusuyla işlerinin başına dönüyorlardı.

         Ne var ki gerçek hiç de öyle değildi. Asıl maceracılar, o doruklara çıkan yolları vaktiyle ilk kez keşfetmeye karar vermiş olanlardı. İçlerinden bazıları, yarı yola kadar bile tırmanamamış, uçurumlara düşmüşlerdi. Başkaları, parmakları donduğundan sakat kalmışlardı. Bir çoğu da kaybolmuş, bir daha hiç bulunamamıştı.

         Ama günün birinde içlerinden biri o doruklara tırmanmayı başarmıştı. Onun gözleri, bu manzarayı hayranlıkla izleyen ilk insanın gözleriydi. Yüreği sevinçle dolmuştu. Tehlikeleri göze almıştı ve şimdi – bu başarısıyla – , öncekilerin başaramadığı bir şeyi başarmış ve böylelikle bu uğurda ölen herkesi onurlandırmış oluyordu.

         Aşağıdakiler şöyle düşünmüş olabilir: “Yukarıda, manzaradan başka ilginç hiçbir şey yok. Bunca çaba niye? Ne var ki o ilk dağcı, ilginç olan şeyi hissediyordu: Doğaya kafa tutmak ve ilerlemek. Yeni doğan günün önceki günlere benzemediğini ve her günün sabahının kendine özgü mucizeyi, kocamış dünyaların yıkılıp gittiği, yeni yıldızların doğduğu o büyülü anı içinde barındırdığını bilmek.

         Bu dağların doruğuna ilk kez tırmanan kişi, bacaları tüten onca küçücük evlere bakarken kendi kendine aynı soruyu sormuş olmalıydı: “Oradaki insanlar için, yeni doğan her gün bir önceki günden farksız. Bunca çaba niye?”

....

         İlk adımı atanlara ne mutlu! Gün gelecek, insanlar kendilerinde meleklerle konuşma yeteneği olduğunu, bu halimizle Kutsal Ruh’un yeteneklerine sahip olduğumuzu ve mucizeler gerçekleştirebileceğimizi, benzerlerimizi iyileştirebileceğimizi, peygamberce sözler edebileceğimizi, başkalarını anlayabileceğimizi anlayacaklardı.

 

Paulo Coelho –“Piedra Irmağının Kıyısında

Oturdum Ağladım”

 

 

------------------------------

 

         Her gün, bir öncekine göre ne kadar farklı? Yaşamınıza bir bakın. Dün sabah uyandığınızdan itibaren göz önüne getirin ve kendinize sorun; bugün dünden daha farklı ne deneyimledim? Bu soru zihninize dünden farklı olarak yaşadığınız farklı olayları getirebilir. Fakat burada sorulan bu değil. Kaldı ki bir çok insan için bir gün önceki olaylar da bugünkülere çok benziyor olabilir. Yaşam, bir tekrar döngüsü içerisinde sürer. Sabah güneş yükselir ve siz de onunla birlikte kalkarsınız. Her insan farklı ritüeller uygular ve sonra öğlen yani ortada olma deneyimi gelir. Bu andan itibaren akşamı beklemeye başlarsınız. Sonra güneş iner ve siz de güneşle birlikte günü sonlandırmaya hazırlanırsınız. Sonra ertesi gün yine aynı döngü başlar ve biter. Bu, zamanın döngüsüdür. Güneş her gün farklı bir yerden doğar. Dünya döner ve döndükçe güneşi her gün farklı bir açıdan görür. Ama insanlar için fark etmez. İnsanlar için o sadece “kahvaltı vakti” olarak hissedilir.

         Uzayda tüm sistemi izleyebilen bir göz olarak baksaydınız; göreceğiniz şey çalışan bir sistem ve bir hareket olurdu. Hareket, kendi içinde tekrarlar barındırır fakat bu tekrarlar sonucunda değişim gerçekleşir. Örneğin bir koşucu hep aynı şeyi yapar; adım, adım, adım, adım. Hep aynı şeyi yaparak yol alır. Önemli olan her adımın bir sonrakinin tamamlayıcısı olması ve bir diğerinden güç ve destek almasıdır.

         Her gün yaptıklarınızı değiştirmeniz, hiçbir şey değiştirmeyecek. Eğer her gün size aynı geliyor ve artık yaşamınız tekrar eden zincirler gibi olmuşsa davranışlarınızda ve fiziksel çevrenizde yapacağınız değişiklikler ilk etapta sizin için iyi olabilir ve yeni bir zihin yapısını tetikleyebilir. Fakat ilerleyen aşamada yine her şey eskisi gibi olacaktır. Bakış açınız değişmedikçe yaşamı aynı düzlemde deneyimlemeye devam edeceksiniz.

         Doğduğumuzda dünya bizim için yeni bir yer gibi görünür. Her gün yeni keşiflerle doludur. Nesneler, kişiler, hikayeler ve duygular keşfederiz. Her biri üzerine deneyler yapar ve her şeyin bir biri ile olan ilişkileri ile yeni keşif alanları yaratırız. Her şey bir şaşkınlık kaynağı, her gün mucizelerle dolu bir yolculuk olur. Fakat bütün bu süreç içerisinde arkadan bir ses bizi takip eder. Şunları söyler: Yapma! Dokunma! Gülme! Ağlama! Koşma! Konuşma! Susma! Yut onu! Aferin! Hayır! Olmaz! Uyu! Kalk! Git! Gel! Sus!...

         İçimizden derinlerden bir güdü bizi araştırmaya, incelemeye, keşfetmeye ve sınırları zorlamaya iterken dışımızdan bir ses (veya sesler) sınırlar çizer, kalıplar oluşturur ve deneyimlerimizi belirli aralıklar içerisine hapseder. En güvenli ve en doğru yolları, günü geldiğinde kendi çocuğumuza öğretmek üzere öğreniriz. Bizim için öğrenmek sadece sınırları ve kalıpları kabul etmek anlamına gelir; “Bu böyle yapılır!” gibi. Belirli bir yaştan sonra da elimizde kalan keşif alanları ile yetinerek dünyayı deneyimleyebiliriz. Geçmiş deneyimler içimizde kalıplaşır ve artık dünyaya bu pencereden bakmaya başlarız.

         Bu yüzdendir ki her şey tekrar eder. Güvenli kalıplarımız içerisinde yenilenmek çok yavaş gerçekleşir ve bu yüzden gelişim de yavaştır. Fakat uzun süre uygun ortamı bulamadığı için küçük bir saksıda büyüyemeyen bir çiçek nasıl uygun ortamı bulduğunda hemen boy atarsa biz de o şekilde aniden hızlanan bir büyüme gösteririz. Tek fark saksının çiçeğin dışında ama kalıplarımızın bizim zihnimizde olmasıdır. Çiçek kendi saksısının dışına çıkamaz ama biz kalıplarımızı kırıp yeni bakış açılarına geçebiliriz. İnsanı doğadaki diğer tüm unsurlardan ayıran en büyük şey tüm sınırlarını aşıp kendinden daha büyük şeyler yaratabilmesidir. Gerçekten özünüzle iletişim kurduğunuz zaman bilmenizin mümkün olmadığını düşündüğünüz şeyleri bilebilir, yapmanızın mümkün görünmediği şeyleri yapabilirsiniz. Mucize dediğimiz şey “imkansız” diye adlandırdığımız şeylerin gerçek olması değil de ne olabilir? Çevrenizdeki dünyaya detaylı bir şekilde bakın. Aslında gördüğünüz her şeyin orada olması bir mucizedir. O çocuğun keşfetme duygusunu tekrar hissettiğinizde ve dünyayı bir çocuğun gözünden izlediğinizde, her an mucizelerle iç içe olduğunuzu fark edebilirsiniz. Size doğru şudur, budur diyenlere inanmayın. Sizin bilmediğiniz ve onların bildiği bir doğru yok. İnsanlar genelde kendi göreceli doğrularını ve algıladığı dünya görüşünü, sanki evrenin bir gerçeğiymiş ve somut doğrularmış gibi delice savunmaktadır. Susup dinlediğinizde, bildiğinizi varsayıp araştırmaya başladığınızda ve gerçekten keşfetmek için baktığınızda göreceğiniz tek şey hiçbir şeyi gerçekten anlamadığınızdır.

         İnsan algısı, beş duyu organının ona sunduğu veriler ve bir de altıncı hissimiz olan sezgi yoluyla farkında olduğumuz kadarıdır. Bu algıyı bütünsel olarak kullanıp zaman içerisinde çeşitli deneylerle test ettiğimizde de bunun adına bilim denir. Fakat uzaydan tüm sisteme bütünsel olarak baktığınızda evrenin gerçekliği ve sizin iç dünyanız için, bunların hiçbir önemi yoktur. İçimizdeki gerçeklik deneyimi yani var oluş, tamamen deneyimi yaşayan kişiye özgüdür. Bunu araştırabilecek olan, sadece bu deneyimi yaşayandır. Bu yüzden Delphi’deki Apollo Tapınağının girişinde yazan “Kendini Bil” ifadesi tamamen doğrudur. Çünkü bilebileceğiniz tek şey kendinizsiniz.

         Gerçekte, doğal olan şey, kendiniz dışında hiçbir şeyi tam olarak anlamamanızdır çünkü size en yakın olan ve en iyi tanıdığınız şeyin kendiniz olması gerekir. Fakat dış dünyayı anlamlandırmayı öğrenirken ve deneyimimizi, keşfimizi kısıtlarken aslında kendinizi keşfetmeyi kısıtladınız. Tüm spiritüel ve gelişimsel çalışmaların tek bir amacı vardır; kendini keşfetmek. İşte bu, daha önce hiçbir dağcının tırmanmadığı, sizin kişisel zirvenizdir. Siz oraya çıkmadıkça kimse manzarayı görme keyfini yaşayamaz. Oraya önce sizin çıkmanız gerekir. Sizinle oraya gelmek isteyenlere, zirveye giden yolu gösteren işaretler ve yolculuklarını güven içerisinde tamamlamaları için gerekli teçhizatı sunmalısınız.

Zirveye ulaşmak için risk almak gerekir. Güvenli kabuğunuzun içinde otururken bir anda kendinizi zirvede bulmanız mümkün değildir. Bu yolculukta hiç kimse size doğru yolu gösteremez. Size doğru yolu gösterebilecek olan tek şey hatalarınızdır. Ve risk aslında hata yapma riskidir. Kaybedeceğiniz başka hiçbir şey yoktur. Hatalarınız, sizin için neyin doğru veya iyi olduğunu gösterir. Bu başkaları için kötü veya yanlış olabilir. Hata yapmaktan korkmayın çünkü doğru yolu bulmanızın tek yolu bu.

Şimdi seçim sizin. Risk alıp zirveye çıkmayı mı istersiniz yoksa güvenli sıcak odanızda oturup birilerinin doğru yolu bulmasını beklemeyi mi? Alacağınız tek risk, olaylara farklı yaklaşmak ve daha önce haklı olduğunuzu düşündüğünüz konulara başka bir açıdan bakma riskidir. Yani aslında tek risk haksız olduğunu fark etme riskidir. Fakat mutluluğunuz da buna bağlıdır. Tamamen haklıysanız şu anda gördüğünüz dünyanın gerçekliğinden bir adım öne geçemezsiniz çünkü bildiğiniz ve inandığınız her şey sizi buraya getirdi. Buradan bir adım daha ileriye götürmeyeceği kesindir. Daha ileriye gitmek istiyorsanız inandığınız her şeyi sorgulamalı ve her şeye bakmanın yeni yollarını keşfetmelisiniz.

 

Sevgiyle...

 


 

 

HAFTANIN KİTAP ÖNERİLERİ

 

Paulo Coelho –Piedre Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım

Nasuh Mahruki –Kendi Everestinize Tırmanın

ISHA – Uçmak Varken Yürümek Niye?

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1306 defa okunmuştur