
GÖKSEL DÜZGÜN VE 'HÜCRE' GÜNLERİ
12 EYLÜL 1980 darbesi ve Kıbrıslı Türk mağdurları (1)
12 Eylül 1980 darbesi…
Bu darbe sadece Türkiye’yi değil, Kıbrıs’ı da yakından etkiledi.
Hele de o dönemde, özellikle İstanbul’da okuyan Kıbrıslı Türk öğrencileri.
Elbet
12 EYLÜL 1980 darbesi ve Kıbrıslı Türk mağdurları (1)
12 Eylül 1980 darbesi…
Bu darbe sadece Türkiye’yi değil, Kıbrıs’ı da yakından etkiledi.
Hele de o dönemde, özellikle İstanbul’da okuyan Kıbrıslı Türk öğrencileri.
Elbette, Türkiye’de geride bıraktığı izlerle kıyası dahi olmaz.
Ancak, “Burada Allah yok, peygamber de izne çıktı” denen sorgu odalarından geçen Kıbrıslı Türk öğrencilerin yaraları da, sarılamadı kolay kolay.
650 bin kişi gözaltına alındığı, siyasi partilerin kapısına kilit vurulan, 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği, 210 bin davada 230 bin kişinin yargılandığı, 7 bin insan için “idam” cezası istenen ve 517 kişinin de idamla cezalandırıldığı bir süreçten söz ediyoruz…
Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı, 259’unun dosyası da Meclis’e gönderildi.
Darbenin bilançosu öylesin uzun ki…
30 bin aşkın kişi “sakıncalı” olduğu için işinden atıldı, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına kaçtı, 171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi, 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı, 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu; 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı, 13 büyük gazete için 303 dava açıldı, cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi. 144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü, 14 kişi açlık grevinde öldü, 16 kişi “kaçarken” vuruldu, 95 kişi “çatışmada” öldü, 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi, 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi.
98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı, darbe sürecinde…
Ve bu isimler arasında, 10 da Kıbrıslı Türk öğrenci vardı.
Tabii, “arananlar” listesi çok daha genişti.
Kimileri kaçtı, kimileri saklandı.
“Darbenin Kıbrıslı Türk mağdurları” dosyasını bu nedenle açmak istiyoruz.
Ve belki de, ilk kez, böylesine detaylı dinliyoruz onları.
Artık 20’li yaşlarda değiller…
Ama anlatırken, gözleri ıslanıyor, dalıp dalıp gidiyorlar uzaklara…
Ve içlerindeki öfkeyi, acıyı hatta korkuyu hissedebiliyoruz; tıpkı, bu süreçten çok daha güçlenerek çıktıklarını ve karakterlerinin yeniden şekillendiğini hissettiğimiz gibi…
1980 darbesinin “baş sorumluları” 32 yıl sonra yargılanıyor…
Oysa onlar “gözleri kapalı” gördükleri işkencelerde “sesleri” ile tanıdıkları “işkencecilerin” de yargılanmasını istiyorlar…
“Hiçbirini, hiçbir gün, affetmedik” diyerek…
Türkiye’deki 12 Eylül 1980 darbesinde tutuklanan tek kadın Kıbrıslı Türk öğrenci Göksel Düzgün’le 30 yıl öncesine gittik, “hücre” günlerini konuştuk.
“İşkenceci polisi sesinden tanırdım”
· “Sorgu sırasında çok dayak yedim. Gözlerimiz kapalıydı. İşkenceci polislerin sesleri aklımdan çıkmaz. Hele biri var, hele biri… Sesinden tanırdım. Sesi bugün dahi yankılanır kulağımda. Öyle gelir ki, şimdi Arasta’da sesini duysam, tanırım...”
· “Tutuklandığımızda ve hücreye gidene kadar ölüm korkum yoktu. Ama hücrede, ölüm aklıma geldi doğrusu. Çok işkenceler vardı; falakalar vardı, ünlü Filistin askıları vardı, Kıbrıslı arkadaşlarımızın bir kısmına bunlar da yapıldı, elektrik verildi.”
· “Öntaç tabii serbest kaldığımı öğrendi. Ancak takip edilme durumum olduğu için görüşemiyorduk. Bir gün ne oldu, Karaköy’de yürüyordum. Karşıdan Öntaç’ın geldiğini gördüm, o kadar çok heyecanlandım görünce… Bir ay sonra ilk görüşüm buydu… Bir an göz göze geldik sonra farklı yönlere doğru baktık, hızla yürüdük.”
Göksel Mustafa (Düzgün)…
1981 senesinde, Mart ayının 2’si ile 30’u arasındaki takvim yapraklarını göremedi.
Mart için “dert” ayı derler ya, az kalırmış meğer…
Takvim yapraklarını göremedi, çünkü hoyrat “darbe” ile sökülmüştü tümü yerinden…
İnsafsızca, acımasızca sökülmüştü…
Hani,saatli maarif takvimlerinin ardında olur ya, günün menüsü …
Menüde tekme vardı, tokat vardı, falaka vardı, elektrik vardı vücuda verilen…
Endişe, korku, umut, özlem vardı…
Hepsi vardı da, darbecilerin ve İstanbul 1’inci Şube’deki polislerin “vicdanı” yoktu sadece…
1980 darbesi sırasında, üniversiteden mezuniyetine artık sayılı günleri kalan, genç bir öğrenciydi Göksel Mustafa…
2 Mart’ta tutuklandı…
30 Mart’ta serbest kaldı…
Üniversite ancak 4,5 sene sonra bitirebildi…
İnşaat mühendisi olarak mezun oldu, hiç yapmadı mesleğini, Lefkoşa’nın Arasta semtinden, kendi işinden, “örgülerinden” kopamadı.
Oysa, biz yeni öğrendik, yaşamın, hem de en coşkulu zamanlarda onu nasıl ördüğünü…
* * *
12 Eylül 1980 darbesinde, tutuklanan tek kadın Kıbrıslı Türk öğrenci Göksel Düzgün’le 30 yıl öncesine gittik.
Hücre günlerini konuştuk.
Büyük Han’da oturduk, geçmişe uzandık…
“İlk kez anlatıyorum böyle… Daldım gittim” dedi arada…
“Bir daha da anlatmam herhalde” diye ekledi…
Hemen her birkaç cümlenin ardından durakladı, yutkundu, gözlerini uzaklara bir yerlere baktı.
Kimi anlarda, gözlerinin ıslandığını hissetim, doğrusu kaskatı kesildim, etkilendim dinlediklerimden…
Ve büyük de bir saygı duydum yüreklerindeki kavgaya, dayanışmaya, sabırlarına, cesaretlerine…
Gözleri bantlı, 20’li yaşlardaki Göksel Mustafa’yı düşündüm, “Yüzünü bilmem ama sesini tanırım” diye kendisine işkence yapan polisi anlatırken…
Hele, sohbetin sonunda, “Yine de üniversite yılları çok güzeldi, karakterimizi oluşturdu” deyişi, yer etti beynimde…
O daracık hücrede, görmediğim ve doğrusu hayal bile edemediğim, sadece anlatılanlardan gözümde canlandırdığım karanlık ve soğuk boşlukta, bir yatak üzerinde beş, altı kişi uyumak zorunda kalmalarına rağmen…
Sorgulandıktan sonra “çuval gibi” yere atılmalarına rağmen…
“Yıllarca, çok uzun süre kapalı ortamlarda kalamadım, banyoda dahi kapı açık olsun istedim” demesine rağmen…
Yine de “çok güzeldi, karakterimizi oluşturdu” diyebilmek…
* * *
- “Kıbrıslılar için zil basılmıştı… Hele solcuysanız… ”
Bu sözle başlatabiliriz aslında sohbeti…
Ama doğrusu, zile, darbeden çok öncesinde basılmıştı Kıbrıslı Türk gençler için…
Ve bu zilin sesi, biz yeni kuşaklara… Daha da gençlere… Çok da ulaşmadı…
O günlerin, buradaki işbirlikçilerine hemen hiç sorulmadı hesap…
Şimdi “darbe” yargılanırken Türkiye’de, yıllar sonra, bu darbenin mağduru Kıbrıslı Türkler için de ayağa kalkmak, ceketimizin önünü iliklemek, onları saygıyla selamlamak zamanı…
Göksel Mustafa’nın… Ve sonrasında okuyacağınız tüm diğerlerinin öyküsü, aslında işkencenin değil, dayanışmanın türküsüdür en fazla ve bir yürek fırtınasıdır…
İnandıkları değerleri, inançları, duruşları, mücadeleleri uğuruna bedel ödemekten de kaçmayanların yürek fırtınası…
İstanbul’da karanlık bir hücrede, insanlıktan çıkmış bir sorgu odasında, gencecik öğrencilerin nefesi ve çığlığı sinmişse duvarlara hâlâ, asıl darbe, vicdan azabıyla yaşayan nice işkencecinin yüreğine inmiştir…
Umarım, öyledir…
“Poliste, Özel Kıbrıslılar Masası vardı”
· Cenk Mutluyakalı: Darbe olduğunda siz nerdeydiniz?
· Göksel Düzgün: Darbe olduğunda tam 12 Eylül’de İstanbul’daydık, öğrenciydik, evdeydik… Sınavlarımız vardı ve olayı radyodan duyduk. Kapının önüne çıkalım dedik, bir sürü silahlı asker vardı. Artık sınava hazırlanmanın anlamsız olacağını düşündük.
· C.M: Evde yalnız mı kalıyordunuz?
· G.D: Hayır 4 diğer kız arkadaşla birlikte kalıyorduk…
· C.M: Sıkı yönetim vardı zaten, sanırım…
· G. D: Evet önceden sıkı yönetim ilan edilmişti, gece sokağa çıkma yasağı vardı ama gündüz normal hayatımız devam ediyordu.
· C.M: Darbe olacağına dair bir beklentiniz var mıydı?
· G. D: Kesinlikle!.. Öylesine fazla artmıştı ki baskılar, bunu konuşuyorduk, tahmin ediyor ve bekliyorduk.
· C.M: O dönemde siz Kıbrıslı öğrenciler olarak örgütlüydünüz.
· G.D: Bizim öğrenci örgütlerimiz vardı, hemen hemen tüm öğrenciler bu örgütlerde görev alıyorduk.
· C.M: Peki siyasi herhangi bir örgütle ilişkiniz var mıydı ?
· G.D: Siyasi denirse örneğin 1 mayısları kutluyorduk. Ayrıca biz kendimize yakın gördüğümüz diğer dernekler, diğer arkadaşlarla da yakın ilişkilerimiz vardı. Tabii gençliğin doğası gereği mücadeleci bir yapımız vardı. Bir de unutulmasın ki, Kıbrıslılar olarak 74’ten sonra Türkiye’ye gitmiştik. Adadaki tüm dengeler alt üst olmuştu. Ganimet furyası vardı, ciddi adaletsizlikler vardı. Akademik yaşantımız içerisinde de pek çok haksızlıklar yaşanıyordu. Hiç unutmam, bursları kesilen Türkiyeli arkadaşların hak arama eylemine katılmıştım ilk.
· C.M: Peki o dönemde Kıbrıslı öğrencilere yaklaşım nasıldı?
· G.D: Dediğim gibi 74’ün hemen sonrası olduğu için herkes korumacı ve sevecendi. Arkadaşlarımızın anne ve babaları bize kendi çocukları gibi davranırdı. Ancak zamanla, bizler de hak arama mücadelesi içerisine girdiğimiz zaman derneğimize, KÖGEF’e çok yoğun baskılar oldu.
· C.M: Kimlerdendi bu baskılar?
· G.D: Siyasi çevrelerdendi genellikle… Poliste Özel Kıbrıslılar Masası vardı. Buranın sorgulattığı arkadaşlar vardı. Yani biliyorsun, demokrasi şehitlerimiz var. Mehmet Ömerler, Özer Elmaslarla başlayarak öldürülenler var. Mesela Muharrem Özdemir, sırf Kıbrıslı yurdundan çıktığı için öldürülmüştü.
· C.M: Darbe oldu, hemen ardından Kıbrıslı öğrencilere bir operasyon yaşandı mı?
· G.D: İlk başlarda münferit kimi baskılar oldu. O ağır koşulların içerisinde, Türkiyeli arkadaşlara yapılanlar içerisinde bize münferit tek tek yapılanlar doğal görünüyordu. Örneğin örgüt başkanımızı, o dönemde Yusuf Mustafa’yı biz bir toplantıda beklerken, ortadan bir günlüğüne kaybolmuştu. Sonra öğrendik ki evinden çıkıp derneğe gelirken alınmıştı…
“5-6 silahlı polis kapıdaydı”
· C.M: Polis ilk ne zaman gelmişti size?
· G. D: O anı çok iyi hatırlıyorum, yine kız arkadaşlarımızla bir evi paylaşıyorduk, bir arkadaşımız, Salih Hasan birkaç gün önceden tutuklanmıştı. O’nun bir an evvel gelmesini beklerken, bizim kapı çalındı. Tarih 2 Mart 1981’di… Akşamüzeriydi… Kapıyı açtığımızda 5-6 silahlı polis kapıdaydı. Kız kardeşim, en küçüklerimizdendi, son derece korkmuştu. Eşim o dönemde dernek başkanıydı. Ben, geçmiş dönemlerde dernek yöneticiliği yapmıştım.Düşündüm ki eve geldiklerine göre eşimi arıyorlar…
· C.M: Ne zaman evlenmiştiniz?
· G. D: Nikahlıydık…
· C.M: Sonrasında ne oldu?
· G. D: Kapıdan girer girmez her birimizi ayrı ayrı odalara dağıttılar, “evi arayacağız” dediler. “Öntaç Hasan nerede” diye sordular. “Biz kırgınız” dedim, “Birkaç aydır eve gelmiyor” dedim… Böyle bir şey söylemek o an aklıma gelmişti ve iyi oldu. Çünkü, masada da bir notunu bulmuşlardı, “sınav dönemi var, çalışmak için arkadaşlarıma gidiyorum” gibi. Not bir ay önce yazılmıştı. Hemen arkadaşlar da aynı yönde konuştu, çünkü onlara da sordular, “Birkaç aydır yok mu, doğru mu” diye, diğer arkadaşlarımız da “evet, birkaç aydır gelmiyor” dediler.
· C.M: Neredeydi Öntaç Düzgün?
· G.D: Bizimle birlikteydi aslında, evden çıkmıştı, belki birkaç saat sonra gelecekti. Ancak Salih’in tutuklanması ile birlikte, göstergeler dikkatli olmamızı gerektiriyordu. Yoksa normalde Öntaç bizimle kalırdı… Bilirlerdi, adres de bu ev yazardı zaten ikametgâhta. Ancak, ilk tutuklama olayından sonra ayrı bir evde kalmaya başlamıştık. Benim, eşyalarımı almak için eve gelme durumum olmuştu. Kim bilir, belki de izleniyordum. Hemen bir sokak aşağıda da diğer Kıbrıslı arkadaşların evleri vardı. Ünal da valizini almak için evine gitmişti, valizini alacaktı ve Kıbrıs’a dönecekti, onu da tam bu sırada öyle tutuklamışlar, polis aracına girdiğime onu da gördüm.
· C.M: İlk tutuklama olduğunda, Salih Dayı dediğiniz (Salih Hasan, Özüşen), neler hissetmiştiniz ve yaşamınıza bir değişikliğe gittiniz mi?
· C.M: Salih arkadaşımızın tutuklama süresi uzadıkça hissetmiştik ki bunun arkası gelecekti… Tabii o dönemde daha dikkatli olduk, evlerini değişenler oldu. Biz de farklı bir eve çıkmıştık. Ancak çok fazla da ev değiştirme imkanı yoktu çünkü hem imkan yoktu, hem de maddi olarak çok kolay değildi.
· C.M: Yine tutuklanmaya dönelim, evden aldılar sizi, götürdüler, sonrasında neler oldu?
· G.D: Evet, polis evden sadece beni aldı, çünkü Öntaç Hasan’ın eşiydim ve eski dernek yöneticisiydim, beni aldılar, minibüse götürdüler… Orada Ünal’ı (Fındık), Vamık’ı (Ekenoğlu) gördüm. Kemal İnce vardı, sanırım Yılmaz vardı… Bizi Mecidiyeköy’deki polis merkezine götürdüler. Epeyi söve saya yolda gittik… Dedik ki, artık biz bize ait değiliz. Polis merkezine girerken gözlerimiz kapandı bantla, o anki duygularımız çok müthişti, ölüm korkusu aklıma gelmemişti ama çok büyük işkence ve baskılara hazırlıklı ol diye geldi aklıma. Evden çıkarken yanıma çamaşırlarımı almam istenmişti ve bundan belliydi ki, uzun süre geri dönmeyecektik.
Bir de şunu düşünmüştüm, soracakları ve öğrenmek istedikleri her neyse, eğer o konuyu tam olarak bilmiyorsan, son ana kadar direnebilirsin. Ancak ilk soracakları eşimdi, biliyordum… O konuda da bilgi sahibiydim ve “nasıl direneceğim” diye aklımdan geçirdim. Çünkü biz ertesi gün saat 11.00’de buluşmak üzere önceden randevulaşmış, öyle ayrılmıştık. Hatta elimizdeki parayı da iki bölmüştük. Eğer randevuya birimiz gelmezsek, bir sorun olduğunu da anlayacaktık. Doğrusu, ilk sorgulamam saat 11.00’den sonra olduğu için de biraz rahatlamıştım, çünkü artık, nerede olduğunu bilmiyordum.
“Hücreye giderken, tekme tokat başlamıştı”
· C.M: Polis merkezinde doğrudan hücrelere mi gittiniz?
· G.D: Evet, hücrelere doğru birlikte yol almaya başladık. Hücreye giderken tekme tokat, ilk alıştırmalar da başlamıştı. Tümü erkek polislerdi zaten… Gözlerimiz bağlı yürümüştük hücrelere ve doğrusu o yürüyüş, o yol bana çok uzun gelmişti. Çok büyük demir kapılar vardı ve o demir kapıların sesini de asla unutamam. Büyük gürültülerle açılır, kapanırdı bu kapılar… Kıbrıslı öğrenciler her birimiz ayrı hücrelerde idik. Ama bulunduğumuz hücrelerde yalnız değildik, kendi hücremde 5 kişi olduğumuz 6 kişi olduğumuz günler olmuştu. Bizden önce giren arkadaşlar yerden çarşafları sallayıp havanın hareketlenmesini sağlarlardı. Böyle nefes alır, rahatlamaya çalışırlardı.
Çok küçük bir hücreydi. Tüm hücreler çok küçüktü… Yatak yoktu, tek kişilik bir divan vardı, kimimiz paltosunu serip yere yatardık, o tek kişilik yatakta 4 kişi 5 kişi yan yana yatardık, yatabildiğimiz kadar. Küçücük bir pencere vardı kapısında, o pencere de sadece koridoru görürdü ve yalnızca oradan gelen ışık vardı.
Bizden sonra hücreye gelen bir yaşlı kadın vardı, kocası öldürülmüş bir kadındı, duyduğumuz tüm işkence şekillerini ben o kadından öğrendim… Kadın kocasının öldürüldüğünü de bilmiyordu ve “o itiraf etti, sen de edeceksin” diye sürekli işkence görüyordu. Dev-Solcu olduğunu tahmin ederim…
Bir albay kızı vardı onun ismini hiç unutmam, ismi Tüten Ateş’ti…
· C.M: Hiç gördünüz, görüştünüz mü sonra?
· G.D: Hiç görmedim!.. Kimseyi görmedik bir daha. O günlerde, yeniden görüşme ihtimalini de kimse konuşmazdı zaten, kimse kimseye de adres falan vermezdi, böylesi bir ihtimal düşünülmezdi zaten… Kim bilir bu insanların acaba kalıcı bir adresleri oldu mu?
· C.M: Sizi de sorguladılar, sizi de dövdüler mi? Neydi sizden öğrenmeye çalıştıkları?
· G. D: Evet, saat 11.00’den sonra sorguya çağrıldım, bu nedenle rahatlamıştım. Kendime güveniyordum aslında, ancak o ortamda, ne kadar dayanabilirim diye de düşünüyor insan… Öntaç’ın yakalanıp yakalanmadığını bilmiyordum ancak artık bana söyletebilecekleri ne kalmıştı ki!.. Çünkü Öntaç’ın yerini de artık bilmiyordum. Bu nedenle sorguya giderken rahatlamıştım.
En fazla da bize örgütümüzü sormuşlardı, gizli mi, değil mi? Oysa yasal bir örgüttü bizimki. Ünal’ı nereden tanın, Kemal İnce’yi nereden tanın gibi sorular vardı… Tabii en fazla da Öntaç nerededir…
“Eşinin yastığının altında hiç silah görmedin mi” derlerdi. “Görmedim” derdim. Gerçekten de görmedim çünkü bizim silahlı bir işimiz yoktu. İlk gün sorguda bir işkence olmadı. İlk gün bana olmadı, ama diğer arkadaşlarımıza oldu. Hücrenin koridora bakan penceresinden, bizim arkadaşları, işkenceden çıktıktan sonra koridorda ayakları şiş yürürken gördüğümü anımsarım. Ayaklarındaki şişlikleri indirmek için yürütürlerdi ki, iz ve emare kalmasın.
Sonrasında ben de çok dayak yedim. Ayrıca psikolojik olarak gerçekten de paramparça ediyorlardı bizi… “Buranın metini duydun, girişi var, çıkışı yoktur” gibi sözler sürekli tekrarlanırdı. Cenk, zaten daha sonraları tüm bildiklerimizi anlatmazsak, hücreden ölümüzün çıkacağı söylendi. Bize kağıt verirlerdi, “Biz biliyoruz, eğer sen de bildiklerini yazmazsan kesinlikle ölün çıkar” derlerdi defa defa… Hücreye girerken ölüm korkum yoktu ama doğrusu, hücrede ölüm korkusu aklıma geldi. Çok işkenceler vardı; falakalar vardı, ünlü Filistin askılar vardı, Kıbrıslı arkadaşlarımızın bir kısmına bunlar yapıldı, elektrik verildi. Güneydoğu’dan gelen bir arkadaşın bacağındaki ütü izini unutmam…
Sorgu sırasında çok dayak yedim. Gözlerimiz kapalıydı. İşkenceci polislerin sesleri aklımdan çıkmaz. Hele biri var, hele biri… Sesinden tanırdım. Sesi bugün dahi yankılanır kulağımda. Öyle gelir ki, şimdi Arasta’da sesini duysam, tanırım...
· C.M: Sizi yönelik şiddetin derecesi neydi ve en fazla öğrenmek istedikleri nelerdi?
· G.D: Tekme tokat dövüyorlardı. Paltomdan tutup, 360 derece döndürerek ve vurarak sorguluyorlardı. Gözlerimiz kapalıydı tabii… Silahlı işlere girdiniz mi, bombalı saldırılara bulaştınız mı, eşinin üzerinde hiç silah buldun mu gibi sorular. Ama en fazla da kocama ulaşmaya çalışıyorlardı.
· C.M: Çok korktunuz mu?
· G.D: Beni en fazla korkutan, eşimin de tutuklanmasıydı. Yeni gelenlerin isimleri anons edilirdi ve tedirginlikle dinlerdim, “Öntaç Hasan” diyecekler mi? Çünkü ana-oğul, ya da karı-koca birlikte olunca, işkence çok daha fazla olurdu… Birine işkence ederek, diğerini konuşturmak isterlerdi, o durumda çok daha fazla işkence olurdu, tecavüz gündeme gelirdi. Bu nedenle Öntaç’ın tutuklanma olasılığı beni çok korkutuyordu. Bizden sonra diğer Kıbrıslı arkadaşlarımız tutuklandı, rahmetli Salih Hasan (Miroğlu) duyduğumda, ilk ismi anlayamadım, Öntaç Hasan sandım mesela. Sonra anladım ki o değil. Hakkı (Yücel) arkadaşımız, Sarper arkadaşımız ve Lefkeli Erkut Vedat arkadaşlar da tutuklandı arkamızdan. Bunlar hep doktor arkadaşlarımızdı.
· C.M: Ne kadar tutuklu kaldınız?
· G.D: Hücrede 8 gün, ondan sonra HASTAL diye bir kışlaya götürüldük. Mezun olan arkadaşlarımız kaldı, biz, öğrenciliği devam edenleri, HASTAL kışlasına götürdüler. Kemikkıran dedikleri bir Binbaşı vardı. Çok ünlüymüş, kemik kırarmış vurduğunda… Orda da 20 gün kaldık. Hücre değil koğuşlarda kalıyorduk. Tüm Kıbrıslıların 6’sı da orda idik… Mezun olup da doktor olanları, Selimiye Kışlası’na götürdüler.
· C.M: Ziyaretinize gelenler olur muydu?
· G.D: Bir kez öğrenci müfettişi gelmişti, ama işin aslı, asla onlara güvenimiz yoktu… Söyledikleri de moral verici değildi zaten. Başka da bir yetkili ne geldi, ne baktı…
· C.M: Kışladan sonra mahkemelere çıktınız avukatınız kimdi?
· G.D: Dernek vasıtası ile tutulmuştu avukatlar, biz hiç görüşmedik avukatlarla, ama onlar savunuyorlardı bizleri.
· C.M: Ne Zaman serbest bırakıldınız?
· G.D: İki arkadaşımızın tutukluğunun devamına karar vermişlerdi, Ünal ve Salih sanırım… 30 Mart’ta biz serbest bırakıldık, yani bir ay tutuklu kalmıştık. Geceydi sanırım, serbest kaldığımızda… Evlerimize gittik… Yurtdışına çıkış iznimiz de vardı ama biz çıkmadık, eşimi merak ediyor olduğumdan dolayı Türkiye’den çıkmamıştım o aralar.
· C.M: Serbest kaldıktan sonra Öntaç beyle nasıl buluştunuz ?
· G.S: Öntaç tabii serbest kaldığımı öğrendi. Ancak takip edilme durumum olduğu için görüşemiyorduk. Bir gün ne oldu, Karaköy’de yürüyordum. Karşıdan Öntaç’ın geldiğini gördüm, o kadar çok heyecanlandım görünce… Bir ay sonra ilk görüşüm buydu… Bir an göz göze geldik sonra farklı yönlere doğru baktık, hızla yürüdük. Genelde aradaki başka arkadaşlar aracılığı ile haberleşiyorduk.
· C.M: Peki ilk buluşmanız nasıl oldu?
· G.D: Aksaray’da buluştuk, takip edilmelerine karşı gideceğimiz yöne ani bir taksiye atladık, belli bir süre sonra arkadaşların ayarladığı başka bir taksiye binip farklı bir yöne gittik, arkadaşlarımızın ayarladığı bir eve gittik. Çok duygulu zamanlardı… Sağ olsun farklı insanlar Türkiyeli, Kıbrıslı hepsi bize evlerini açtılar, birkaç gece hep farklı bir evde kaldık.
· C.M: Ama Öntaç Düzgün hâlâ aranıyordu?
· G.D: Evet, aranıyordu.
· C.M: Peki nasıl ayrıldınız Türkiye’den?
· G.D: Bir süre, farklı farklı evlerde kaldık. Sonra Adana’ya gitmeye karar verdik, teyzem vardı orda ve onun evini uygun gördük, orada bir müddet kaldık. Sonra çok zor koşullarda geldik. Yani benim bir sorunum yoktu ama Öntaç’ın durumunu bilemezdik…
(Burada duraklıyor Göksel Düzgün, yutkunuyor, çok da açmak istemiyor… Sormuyorum… “Kaçak geldik” diyor… Ve açmıyoruz konuyu yeniden)
· C.M: Nasıl oldu aile ile yeniden görüşmeniz_
· G.D: Ailemiz çok duygulandı, beni gördüklerinde durmaksızın ağladıklarını hatırlıyorum. Yine hiç unutmuyorum ablam evin önünde rastladı bana ve sanki de ölümüz varmış gibi hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Zor susturduk kendisini.
· C.M: Peki Türkiye’deki mahkemeniz sürdü mü? Yeniden gittiniz mi?
· G.D: Evet, yeniden gittik mahkemeye… Biz Kıbrıs’a geldikten sonra, yeniden mahkeme vardı. O zaman düşündük ki, Türkiye bizim sürekli gideceğimiz bir yer, suçumuz yok, gitmeye karar verdik. Arananlar, saklananlar dışında, hepimiz gittik.
TUTUKLANAN KIBRISLI TÜRK ÖĞRENCİLER
1- Salih HASAN 1954 doğumlu. Kıbrıs, Mağusa nüfusuna kayıtlı.
2- Yılmaz ÖZYİĞİZ Derviş oğlu 1959 doğumlu Kıbrıs Baf nüfusuna kayıtlı.
3- Hakkı KEMAL YÜCEL Kemaloğlu 1952 Doğumlu Kıbrıs Mağusa Nüfusuna kayıtlı.
4- Ünal MEHMET Mehmet oğlu 1956 doğumlu Kıbrıs Mağusa nüfusuna kayıtlı.
5- Göksel MUSTAFA Mustafa Kızı 1957 doğumlu. Kıbrıs Mağusa nüfusuna kayıtlı.
6- Erkut VEDAT Vedat oğlu 1952 doğumlu Kıbrıs Lefkoşa nüfusuna kayıtlı.
7- Vamık MEHMET Mehmet oğlu 1955 doğumlu. Kıbrıs Girne nüfusuna kayıtlı.
8- Salih MEHMET MİROĞLU Mehmet oğlu 1953 doğumlu Kıbrıs Limasol nüfusuna kayıtlı.
9- Sarper SELÇUK Selçukoğlu 1956 doğumlu. Kıbrıs Omorfo nüfusuna kayıtlı.
10-Kemal İNCE Hüseyin oğlu. 1955 doğumlu Kıbrıs Mağusa nüfusuna kayıtlı.