1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Düşüncenin Gücü
Düşüncenin Gücü

Düşüncenin Gücü

Ben mutlu olmak için çok kazanmak ve çok harcamak gerektiğine inanıyorum, bir başkası herkesin eşit olması gerektiğine inanıyor, bir öteki ise herkesin kutsal kitaplarda yazılan düzene uyması gerektiğine inanıyor.

A+A-

 

Yılmaz Akgünlü

yakgunlu@yahoo.com

Düşünmenin ötesini düşünmek doğrudur

Düşünme hakkında düşünmek yanlıştır.

Dogen

 

Düşünceler neden bu kadar önemli? Dünyanın ya da insanın kendisinin değişmesi için önce düşüncelerin değişmesi gerekmiyor mu? Benim düşüncemin ya da başkalarının düşüncelerinin ve nihayetinde toplumların düşüncelerinin? Ve bütün bu dünyadaki mücadele ve kötülükler de bunun üzerine kurulmuş değil mi?

Ben mutlu olmak için çok kazanmak ve çok harcamak gerektiğine inanıyorum, bir başkası herkesin eşit olması gerektiğine inanıyor, bir öteki ise herkesin kutsal kitaplarda yazılan düzene uyması gerektiğine inanıyor. Bütün savaşlar, anlaşmazlıklar aslında bir zamanlar insanlarda oluşmuş bulunan bu düşüncelerin zaman içinde kamplaşmasından oluşmuyor mu? Herkes gücünün yettiğince öteki üzerinde tahakküm kurarak kendi doğrularını ve yaşam biçimlerini dayatmaya çalışmıyor mu? Bu dayatma illa ki şiddete ve baskıya dayalı olmuyor; hatta çoğu zaman dayatma artık çok üstü örtük biçimde insan psikolojisinin incelikleri kullanılarak, insanın zaaflarından, korkularından yararlanılarak yapılıyor.  Bazen reklamlarla, medya üzerinden sürekli aynı tarzın sürdürülmesiyle, gündemin saptırılıp belirlenmesiyle, idoller, modeller, sözde “sanatçılar” yoluyla. Çevremizdeki insanlara da onlara bazı düşünceler zerk ederek hâkim olmaya çalışırız. Onların çalışkan ve başarılı olmaları işimize geliyorsa, onları öyle olduklarına inandırırız. Aptal ve sorumsuz olmalarını istersek böyle düşünmelerini sağlamaya çalışırız.

Düşünceler nasıl oluyor da bu kadar etkili hale geliyor yaşamımızda? Aslında şöyle derinden bir baktığımızda düşünce dediğimiz şey dünyayla ilgili birtakım sembollerle ürettiğimiz indirgenmiş ifadeler değil mi? Bir yaşantıyı, olguyu ya da nesneyi birtakım etiketlerle tanımlıyoruz. Sonra bu etiketler gerçeğin yerini alan kendi başlarına hareket eden kavramlara, ifadelere dönüşüyor. Bu etiketler insanları dışlamaya yarayan araçlar haline geliyor. Azınlıklar, yaşlılar, fakirler bir tarafa; zenginler, güçlüler, statüsü yüksek olanlar diğer tarafa.

Sonunda ortaya ne çıkıyor? Birbiriyle anlaşamayan, bir sürü kamplara bölünmüş, birbirine düşman bir dünya. Ancak bundan daha da kötüsü geliyor sonra. Bu kamplar, kutuplar sadece sözde ve görüntüde kalıyor. Herkes aynı şekilde düşünüyor görünmese de, aynı değerler ekseninde yaşıyor neredeyse. Para en önemli değerimiz oluyor. Zengininden fakirine, solcusundan sağcısına, gencinden yaşlısına herkesin ana gündem maddesi aynı, nasıl daha çok kazanırım? Ve artık düşman ve kötü ortadan kalkıyor. Çünkü düşman biziz artık, kötü olan biziz. Artık ne suçlayacak komünistler var ne de radikal İslamcılar. Onlar da yok oldular. Sistemin içine karışıp onun bir parçası oldular. Bir bakıyorsunuz kendi toplumu eşitsizlik ve adaletsizlik yüzünden acı çeken ve bu acıyı bir zamanlar ilk elden yaşamış bir insan, karşı tarafın değerleriyle düşünmeye ve yaşamaya başlamış.

Günümüz dünyasında artık tek düşman var. O da çoğunluğu oluşturan bizler. Düşmanın kendimiz olduğunu görmemek sanırım başımıza gelebilecek en kötü şey. Çünkü artık kiminle savaşacağımızı bilmiyoruz. Kendimizi nasıl düşman ve kötü olarak görebiliriz ki?

Ortalıkta cehalet var, sömürü var, acımasızlık var ve hat safhada bencillik var. Herkes yediden yetmişe bu bozuk düzenin öyle ya da böyle bir parçası olmuş. Herkes birbirine o kadar benzemiş ki kimse artık kötü ve yanlış olanın farkına varamaz hale gelmiş. İçinde biraz iç görü ve saf hisler kalmış insanlar çevrelerindeki cahilliği ve duygusuzlaşmayı görebiliyorlarsa da zamanla bu görüşü de kaybediyorlar. Yalnız kalma korkusu öylesine ağır ki, onlardan biri olmak ve ruhunu kaybetmek pahasına da olsa bu yalnızlıktan kurtulmaya çalışıyoruz.

Her şey düşüncelerle başladı. Yani insanların doğal ve hakiki yaşamlarından ve benliklerinden onları uzaklaştıran şeyler çevrelerinden aldıkları birtakım düşüncelerdi. Çünkü doğrular, nasıl anlaşacağımız, neyi nasıl yiyip içip konuşacağımız düşüncelerle aktarılabilirdi. Ve aktarıldı da. Bizler de buna teslim olduk. Aldık o düşünceleri benimsedik ve “bizim düşüncelerimiz” haline getirdik onları. Yaşamın ne olduğunu unuttuk. Bu düşünceleri yaşam sandık. Bunlarla yaşarsak mutlu oluruz sandık. Bazen azıcık da olsa farklı bir düşünceye kapılsak, gerçekliğin biçimsiz sonsuzluğundan farklı ve derin bir his yaşayacak olsak da, bunu görmezden gelmeyi, unutmayı, inkâr etmeyi, saçma bulmayı öğrendik. Ve bir süre sonra artık o düşünceler de, hisler de uğramamaya başladı zihnimize. Daha bilinç alanımıza ulaşamadan yok olup gitti o hisler ve düşünceler. Tıpkı çok sevdiğiniz bir arkadaşınızdan gelen bir mektubun bir köşede kaybolup size ulaşamaması gibi. Bu düşünceler, kavrayışlar şanslarını rüyalarımızda denediler, rüyaların garip sembolleriyle konuşmayı denediler bizimle, ancak bu defa da onlara anlam vermeyi başaramadık ve rüyanın saçmalıkları diyerek önemsemedik onları. Sonra o rüyalar da gelmez oldu ya da gelseler de sabah uyanır uyanmaz unuttuk onları. İçimizden bu rüyaları, bu düşünceleri hatırlayanları, onları seslendirip yaşayanları garipsedik, küçümsedik. Hele rüyalarına, farklı hayallerine ve düşüncelerine göre yaşayanları, eyleme geçirenleri ise dışladık; deli, kaçık dedik onlara. Farklı ve alternatif yaşayanları kalıplara sokup aşağıladık.

Biz bu insanları ve düşünceleri dışladık ama asıl olan bize oldu. Kendimizi dar bir alana hapsettik, her gün aynı şekilde düşünüp yaşamaya ve sürüyle beraber akmaya, daha doğrusu sürüklenmeye başladık. Azınlık olma, dışlanma korkusu öyle sarmış ki bizi, tek kalmak öyle ürkütmüş ki, hiç olmayı bile, daha doğru bir ifadeyle “hiç olmamayı” bile göze aldık. Kendi bireyselliğimizi ön plana çıkaramadık ve böylece suçluluk duygusu içimize yerleşti. Çünkü kendi olmamaktan, olamamaktan daha büyük hangi suç olabilir ki? Kendini inkâr etmekten ve yok etmekten daha ağır bir cinayet olabilir mi? Seni senden başka kim var edebilir, kim en iyi şekilde tanıyıp sevebilir? Ne istediğini, gerçekten nasıl yaşamak ve olmak istediğini sana kim söyleyebilir ki? Kim senin yerine seni YARATABİLİR? Sen kendini sevmezsen seni kim sevebilir; sen kendini yok edersen, seni kim var edebilir?

İşte bütün bunlar farklı düşünmeyi, hakikati düşünmeyi, hakikate uygun düşünmeyi ve yaşamayı başaramayışımızın bir sonucu. Eğer içimizde bunun en derin acısını yaşıyorsak ve kendimizi yeniden kazanmaya, kurtarmaya başlamak istiyorsak, başlamamız gereken o yer düşüncelerimiz olacaktır. Ama bu, bir düşünceyi çıkarıp onun yerine aynı seviyesiz seviyede bir başka zıt düşünceyi koymakla başarılamaz. Biz artık basit ve karşıtı da savunulabilir düşüncelerden vazgeçmeliyiz önce. Düşünmenin başka, daha kapsayıcı, çok daha engin biçimlerini bulmalıyız.

Düşünme Sanatı

Zihnimizi kendi haline bırakıp da onun akışını gözlemlediğimizde bunun oldukça zor bir iş olduğunu fark edebiliriz. Düşüncelerimiz daha derinden baktığımızda algıladığımız, duyumsadığımız her şeyle iç içe geçmiştir. O yüzden de düşüncelerin akmasını ve bizi el değmemiş, gizli ve kapsayıcı bilgilere, sessiz bilgeliğe ulaştırmasını sağlamak için çok duyarlı bir dikkate ihtiyacımız vardır.

Peki duyarlılık nasıl kazanılır? Duyarlılık dikkatin bilenmesi demektir. Kaba ve özensiz bir zihnin dikkati düşüktür. Ancak eğer bir yerden başlamak gerekirse, bu, insanın kendisiyle baş başa kalabileceği bir ortam olmalıdır. Ya da eğer çevresinde başkaları varsa bile kendi dünyasına çekilebilmelidir kişi. Eğer niyetimiz belirgin ve güçlüyse insan doğru yerde demektir. Her değerli işin öncesinde yapıcı bir niyet olmalıdır. En üst niyet insanın kendisinin ve başkalarının acısına son verme ve bütün her şeyi esenliğe kavuşturma arzusudur. Duyarlı ve doğru bir niyete ulaşmaktan daha önemli ne olabilir? Ne kadar iyi bir insan olursanız olun niyetinizi düzeltmezseniz kendinize ve çevrenize yararlı olamazsınız. Yüce ve sevgi dolu bir niyet ise zaten yarı yarıya hedefe ulaşmış olmak demek değil midir?

Bütün mesele bir insanın doğru niyetle beraber doğru amaçlılığa ulaşabilmesidir. Doğru kavramı kulağa dogmatik gelebilir. Ancak herkes için ortak bir doğrunun dayatılmasından bahsetmiyorum. İnsana kendini olgunlaşan, bencilliğinden ve aşırı hırslarından arınmış hissettiren bir amaçlılık hissi, kişiliğin bütünlüğünün korunmasında ve hayatın anlam kazanmasında elzemdir. Bu, insana sağlam bir doğruluk hissi verebilir. Amaçlılık denince kendini sabit bir hedefe adamış bir insan değil, bir yönü olan bir insandan bahsediyorum. Nasıl ki bir ağaç ışığa doğru büyürse, insan da bilinçliliğe, olgunlaşmaya, diriliğe, gerçek olgunluk ve cesarete doğru büyür. Kargaşanın sona ermesi, uyumun ve yaratıcılığın yakalanması, yaşamı evet işte böyle yaşamalıyım hissiyle yaşayabilmektir benim amaçlılıktan anladığım.

Bir konuyu açınca onunla bağlantılı diğer her şey de kendiliğinden peşi sıra geliyor. Düşünmeyi sorgulamakla başladık, duyarlı düşünme bizi niyetliliğe, niyetlilik de amaçlılığa getirdi. Bunlar belli yaşantıları tarif etmek, kendimize ve başkalarına anlatmak ya da cesaretlendirip teşvik etmek için kullandığımız sözcükler. Her sözcük bir yaşantıyı, olasılığı, olanağı, değeri işaret ediyor. İşaret etmeye yarayan bu sözcükler değil hedefimiz. Örneğin amaç kelimesi sadece iletmek istediğimiz ruh halini, zihin durumunu, yaşamla kurduğumuz bir bağlantı şeklini ifade etmeye yarıyor. Ancak biz bu kelimenin ifade ettiği duruşu, yaşam biçimini uyguladığımızda belki de “ah işte şu an amaçlılığa ulaştım” demeyeceğiz. Tıpkı mutlu olan bir insanın o mutluluğun aşırı bilincine varmasıyla onu kaybetmesi gibi, kelimelere takılmak da bizi o kelimenin gerçeğinden mahrum eder.

Bu öylesine evrensel bir olgu haline gelmiş ki, bir kavramın ya da ismin peşinden koşan insanlar garip bir şekilde o şeyden olabildiğince uzak bir noktaya varıyorlar. Millet kavramının peşinden koşan insanlar bu kavram uğruna savaşlara girip sonra da milletlerini felakete sürükleyen insanlar oluyorlar. Taptıkları Tanrı ya da ideoloji adına insanları katledenler, yaymak istedikleri dine ya da ideolojiye karşı bir nefretin oluşmasına neden oluyorlar. Saplantılı bir şekilde para ve ekonomik refah elde etmek isteyen yönetimler ülkelerini ya borç batağına sokuyorlar ya da yabancı sermayenin güdümüne giriyorlar.

Bireysel hayatlarımızda da öyle değil mi? Neyi çok kafaya takarsak, ona değil tersine ulaşmıyor muyuz? O zaman yapılacak şey ne? Hiçbir şeyi çok fazla istememek, her şeyi akışta yaşamak, gelenden de gidenden de mutlu olmak. Yalnızlığı da birlikteliği de, hastalığı da sağlığı da sevmek. Evde kalmaktan da gezmekten de, çalışmaktan da tembellikten de aynı şekilde keyif alabilmek. Özel bir şeyi değil, yaşamla akmayı amaç edinmek.

Sağlıklı her değer kendi karşıtını da içinde bir nebze taşır. Örneğin amaçlı bir insan olmak katı amaçlara sahip olmak değil, amaçsızlığı amaç edinebilmektir. Amaçsızlık ulaşılabilecek en zor amaçtır. Evet o da bir amaçtır. En doğru amaçlılık haline ulaşmaktır. Çünkü özel bir amacın peşinden koşmayan kişi her amacın yeri geldiğinde kendiliğinden gerçekleşmesine izin verir.

Ya da örneğin, tutarlı olma meselesi... Yaptığımız, olduğumuz her şeyde mantıksal bir tutarlılığa ulaşmak için aşırı bir titizlik göstermek bizi sonunda hepten tutarsız bir konuma sürükleyecektir. Tutarlılık da tutarsızlığı içermelidir. Genellikle düşünsel eserler ortaya koyarken karşımıza çıkan ciddi bir engeldir bu. Yazar ya da konuşmacı tutarlı bir mantıksal dizge oluşturmaya kafayı taktığında sözlerinin doğal akışını bozacak ölçüde kendi düşüncelerini ispatlama arzusu içinde sıkışacaktır. Mantık öyle bir şey ki aşırıya kaçtığınızda kesinlikle mantıksız hale gelmeniz kaçınılmazdır. Eğer tam anlamıyla mantıklı olmaya çalışırsanız kendinizi her şeyi bilme ya da mükemmel düşünme kibri içinde bulabilirsiniz.

Çelişkinin Gücü

Düşünceler bizim için gerekli zihinsel besinler olmalıdır. Onlarla beslenmeli ve alacağımızın özünü aldıktan sonra genişleme hissinin tadına vararak zihnimizde iz bırakmadan yola devam etmeliyiz. Tutarlı olmaya takılmak içtenliği kaybetmektir. Hiçbir insan, içinde birbiriyle uzlaşmaz çelişkiler yaşamadan hayata tam olarak açık olamaz. Çelişkiler bizden değil, yaşamın ta kendisinden gelen mucizevi paradokslardır. Mükemmel olanı ifade etmenin mükemmel olmayan yollarıdırlar. Çelişki, tam olarak onunla bir olduğumuzda yaşamın ta kendisi olarak tam olması gerektiği gibi olandır. Bütün soruların tek bir sözsüz soruya dönmesi gibi bütün çelişkiler de çelişki olmayan tek bir çelişkiye yönelir. İçinde olduğumuzda çelişki değildir o, ama mantıksal bir araçla ona bakarken çelişkidir. Bunun en güzel örneği, dümdüz, aynı yönde giden bir insanın on binlerce kilometre gittikten sonra bulunduğu yere geri gelmesidir. Bu mantıken saçmadır. Ama düz mantığı dünyanın dairesel gerçeğine uygularsanız gayet anlaşılırdır. Burada bir çelişki yoktur. Dünyanın içindeyken ve bizzat bunu yaparken aynı yönde gider ve başladığımız yere dönebiliriz.

O yüzden mesela yeniden doğuş gibi bir inancı benimsemek modern akılla eğitilmiş insanlara anlaşılmaz ve tuhaf gelebilir. Yeniden doğuş inancını savunuyor değilim. Karşı da değilim bu inanca. Bahsetmek istediğim konu bizim sezgisel yolla, aklın ve mantığın ötesindeki gerçekleri algılayamaz, sezemez ve onlardan beslenemez hale gelmiş olmamızdır. Yaşamı ve ölümü düz bir çizgi gibi görüyoruz. Doğduk, yaşadık ve öleceğiz. Ama bu döngüsel bir kavrayış değildir. Ve döngüsel kavrayışlar da gerçeği daha bütüncül olarak kapsar. Kendimizi döngüsellikten mahrum bıraktığımızda geçmişi ve geleceği ya da yaşamı ve ölümü kucaklayamayız. Geçmiş sürekli bizden uzaklaşan ve silikleşen bir şey haline gelir. Geçmişten beslenmeyiz çünkü o yok olup gidecek anılardan başka bir şey değildir gözümüzde. Ölüm yaşamın düşmanı olur. O zaman yaşama hırs ve mutsuzlukla bağlanırız. Ama bu bağlanma hayatın tadını çıkarmamıza neden olan bir bağlanma değildir. Zamanın geçişi öylesine panik yaratır ki, bulunduğumuz ana odaklanamayız.

Yaşama kör bir hırs ve korkuyla yapışmak belki de bütün toplumsal sorunların da temelinde yatan psikolojiyi anlatır. Bu kör, mutsuz hırs bizi iyi bir insan yapmaz. Sürekli başkalarını ezmeye çalışan, para için yaşayan, değerlerini koruyamayan insanlardan oluşan bir toplum oyunu da satar, ruhunu da satar. Kıbrıs’ta son yapılan seçimlerde üç bin lira için oyunu feda eden insanlar bir halkın kaderini belirlemişlerdir. Bu, mutsuzlukla, ümitsizlikle çırpınan insanın eseridir.

Olayları en derin şekilde açıklayamadığımızda eksik yorum ve analizlerle doğru çözümleri üretemeyiz. Her şey birbiriyle iç içedir. Siyasi sorunlar köklerini en derin ruhsal açmazlarımızda bulur. Yaşama ilişkin kavrayışımızın ve yaşayışımızın sığlığı ve bozukluğu çevremizdeki herkesi etkileyen yanılgı zincirlerini başlatır. Kendimize karşı da her şeye karşı da görevimiz gerçekliğe her yönüyle açık olabilmektir.

 

 

Bu haber toplam 7259 defa okunmuştur
Gaile 475. sayısı

Gaile 475. sayısı