1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (58)
Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (58)

Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (58)

Bitmeyen Savaşın Hikâyesi: Bireysel Bir Tanıklık (58)

A+A-

 

  Niyazi Kızılyürek
  niyazi@ucy.ac.cy


O yaz sadece yürekleri parçalayan Kutlu Adalı cinayetini yaşamadık. Birbirini izleyen vahşi şiddet eylemleri 1996 yılının sarı-sıcak Ağustos ayının kapkara bir ay olarak tarihe geçmesine neden olacaktı. O Ağustos ayında Kıbrıslı Rumların Türk İşgalini protesto eylemleri iki genç insanın hunharca öldürülmesiyle sonuçlanacaktı. Motosikletli eylemciler milliyetçi tonu yüksek bir hazırlık döneminden sonra 11 Ağustos günü eyleme geçtiler. Siyasilerin uyarılarına kulak asmayarak adanın doğusunda bulunan Derinya bölgesinde BM askerlerini atlatıp ateşkes hattı ile çevrili tampon bölgeye girdiler ve karşılarında duran asker, polis ve “tam teçhizatlı” sivil kişilere doğru yürümeye başladılar. Ben o saatlerde Sigma televizyonunun stüdyolarında bulunuyordum. Protesto eylemlerini değerlendirmek ve Kıbrıs’ta çözüm perspektiflerini konuşmak üzere davet edilmiştim. Kıbrıslı Rumlar tetikte bekleyen Türklere karşı yürüyüşe geçince gerginlik iyice tırmandı. Yine de herkes gösterilerin kansız biteceğini düşünüyordu. Gelgelelim, Türklere yaklaşan grup koşarak geri dönerken tel örgülere takılınca, peşlerinden koşan sopalı adamlar Kıbrıslı Rumları öldüresiye dövmeye başladılar. Korkunç bir tabloydu. Tel örgülere bir tavşan gibi takılıp kaçamayan genç adam topuzlarla linç ediliyordu. Bütün televizyonlar bu vahşet görüntülerini anında canlı olarak yayınlıyordu. Sigma televizyonunun stüdyolarında buz gibi bir hava esmeye başladı. Hiç kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Orada görev yapan herkesin öfkeli güzlerle bana baktıklarını fark ettim. Birisi, “beyefendi siz evinize gidiniz” dedi. Yerimden kalktım ve arabama doğu yürüdüm. Tam bir yıkım duygusu yaşıyordum. Eve gidecek halim yoktu. Elli’yi aradım. Direksiyona geçtim ve boş gözlerle Elli’nin evine doğru sürmeye başladım. Kendimi Elli’nin kanepesine attım ve uzun saatler -sanırım ertesi güne kadar- orada kımıldamadan kalakaldım. Derin bir hissizlik içindeydim. Hiçbir şey yapamıyordum. Tasos İsaak dünyanın gözü önünde linç edilmişti. Üç gün sonra Tasos İsaak’ın cenaze töreni yapıldı. Derin bir sessizlik ve kara bir hüzün içinde geçen cenaze töreni beklenmedik şekilde dehşetengiz bir sahneyle son buldu ve Kıbrıslı Rumların yaralarına tuz basıldı. Tasos’un akrabalarından Solomos Solomos cenaze töreninden sonra sınıra doğru hareket eden öfkeli bir gruba katılarak tampon bölgenin kuzey ucuna ulaşmış, ağzında sigarasıyla Türk bayrağının dalgalandığı direğe tırmanmaya başlamıştı. Dünya televizyonlarının canlı çekim yaptıkları bir andı. Solomos’un tırmandığı direkten birdenbire aşağıya doğru yuvarlanıp yere yıkıldığı görüldü. Genç adam Türk tarafından açılan ateşle kuş gibi avlanmıştı. Kanla çizilen ama tanınmayan de facto sınırı uluslararası bir sınır haline getirmek için çırpınan Türk milliyetçileri Kıbrıs’ın kuzeyinde “egemen” olduklarını dünya âleme göstermek için iki genç Kıbrıslı Rum’un acımasızca hayatına kıymakta sakınca görmemişlerdi.

Olaylardan bir süre sonra Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis, Kıbrıslı Rumların acılarını bir nebze olsun dindirebilmek için adaya geldi. O dönemde Türkiye’de karanlık işlere imza atan Başbakan Tansu Çiller de tepkisel bir tavırla kendisini apar topar adaya attı. Gözlerinden alevler, ağzından nefret fışkırıyordu: “Bayrağa uzanan eller kırılır…” ‘Demir Lady’liğe soyunan başbakan şiddeti ve katilleri aklayan birisiydi. Onun gözünde “kurşun yiyen de kurşun sıkan da kahramandı”. Türkiye, onun başbakanlığında tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşıyordu. Binlerce “faili meçhul” cinayet işlenmiş, devlet, derin devlet ve ülkücü mafya adeta iç içe geçmişti. Kürtlere karşı yapılanlar şimdi Kıbrıslı Rumlara karşı yapılıyordu. Deriya’daki “ölüm ayinini” devlet, derin devlet ve ülkücü çeteler birlikte hazırlamıştı. Çok sayıda ülkücü, Kıbrıslı Rum protestoculara karşı “önlem” olsun diye adaya taşınmıştı. 11 Ağustos günü Kıbrıs Türk Enformasyon Dairesi önünde toplanan gazeteciler şöyle uyarılmıştı: “Bu özel bir gündür. Bugün her gördüğünüzü yazamaz, her gördüğünüzün fotoğrafını çekemezsiniz. Unutmayın, hepinizin isimleri bizde yazılıdır.” Gazeteciler bu sözlerin ne anlama geldiğini Kıbrıslı Rum protestocuların eylem yapacağı bölgeye intikal edince anlayacaklardı. Ellerinde üç hilalli bayraklar, sopalar ve av tüfekleriyle yüzlerce “Bozkurt” ateşkes hattında dolaşıyor, içecek kan arıyordu. Yanlarına yaklaşıp “hayrola, av mı var” diye soran gazeteciye bunu itiraf etmekten çekinmiyorlardı: “bugün her türlü av serbesttir…”
Hepsinden daha vahimi, Tasos’un canice öldürülmesinden sonra Kıbrıs Türk toplumunun seçilmiş liderinin “avdan” yorulan ülkücüleri sarayında ağırlaması ve serinlemeleri için onlara limonata ikram etmesiydi. Banal faşist bir merasimle ülkücüler “Başbuğu Denktaş” diye haykırırken, Rauf Denktaş basına yaptığı açıklamada “biz topraklarımızı size vermeyiz” diyordu. Bu cümleyi söyleyebilmek için insanın gerçekten çok pervasız olması gerekiyor. Silah zoruyla kovulan insanların evlerine konarak “bunlar benimdir” diyebilmek için insanın ne etik, ne tarih ne de hukukla hiç bir alakasının olmaması lazım. Ya da karşındakini insan saymaması… Denktaş iki kategoriye de uyuyordu. Onu için bu topraklar Türkler tarafından yönetilen Türk devletinin ‘siyasi sınırları’ anlamına geliyordu. Tasos İsaak ve Solomos Solomo için ise bu topraklar “ata yadigârı” topraklardı. Denktaş, devletin sınırlarını korumak için İsaak ile Solomos’u katlettirirken tıpkı şehir-devletin düzenini korumak için Eteokles’i öldürten Kreon gibi davranıyordu.  Eteokles’in kızkardeşi Antigoni her şeye rağmen, sonunda intihar etse de, Kreon’a başkaldırmıştı. Fakat vicdanlarının çığlığı ile kudretleri ters orantılı olan Kıbrıslı Rumlar başkaldıracak halde değillerdi. Bu da onları korkunç bir çaresizlik duygusu içine sürüklüyordu. Çaresizlik hınç duygusunu körüklüyor ama güçsüzlükleri intikama yönelmelerini engellediğinden, daha beter çaresiz kalıyorlardı.

İnsanlar bazen ulusal aidiyetleri yüzünden utanç duyduklarını söylerler. “Bir Alman olmaktan utanıyorum”, “bir Yunanlı olmaktan utanıyorum” vs. gibi… Bu türden cümleler genellikle iyi niyetle kurulur ve ulusun bir ayıbına veya yanlışına gönderme yapmak için söylenir. Ben bu sözcükleri kullanan biri değilim. Olaylar karşısındaki sorumluluğumu “ulus” üzerinden tanımlamaktan hoşlanmam. Nasıl ki birisinin Türk ya da Alman olduğu için “gurur duyuyorum” demesi saçma ise -insan ancak birey olarak yaptıklarıyla gurur duyabilir- “utanıyorum” demesi de bana tuhaf gelir. Fakat bu vahşet karşısında Kıbrıslı Türk olmaktan utandığımı hatırlarım. Bir yanda bir katiller sürüsü, diğer yanda katillere sarayında limonata ikram eden bir lider… Ve bütün bunlar Kıbrıs Türk toplumu adına yapılıyordu!

Ben çaresizlik, moral çöküntüsü ve utanç içinde kıvranırken yapabileceğim tek şeyi yaptım ve kalemime sarıldım. “Mustafa Yasemin” takma adıyla Söz dergisine bir yazı yazdım. Kutlu Adalı yazısında olduğu gibi, korktuğum için yine sahte isim kullanmıştım: “Denktaş’ın barış sorunu yoktur. Kuzey Kıbrıs’tan kovulan 180.000 Rum’un sürülmüş olması, 22 yıldan beri Kuzey Kıbrıs’a hiçbir Rum’un ayak basamaması Denktaş’ın barış anlayışına ters şeyler değildir. O, zaten bu yüzden 20 Temmuz’ları kutlar ve ona tam da bu yüzden her gün bayramdır. Ama bunun bir Barış Bayramı değil, bir Savaş Bayramı olduğu açıktır. Ve asıl kutsanan da barış değil, savaştır. Sizden kayıp insanlarını soran, ‘hiç değilse cesetlerini verin’ diyen insanlara, evinden yurdundan kovulan ‘hiç değilse ziyaret izni verin’ diyen insanlara ‘Kıbrıs Sorunu bitmiştir’ demek, sürekli savaş ilan etmekten başka bir şey değildir. Bu politikanın Türkçesi, sarhoş bir mahalle kabadayısının narasıdır. ‘Var mı ulan bana yan bakan!’ İşte bu tablo karşısında ‘var ulan’ diyerek binlerce Kıbrıslı Rum motosikletlerine atlayarak ateşkes hattına doğru yol aldılar…”   

Tasos İsaak öldürüldüğünde hamile olan karısı bir süre sonra doğum yaptı. Yetim kız çocuğunu Yunan devleti adına dönemin dışişleri bakanı Pangalos vaftiz etti. Törene binlerce insan katıldı. Dünyaya gelen kız çocuğunu babası Tasos’un adından hareketle Anastasia adı verildi. Büyük ses sanatçısı Haris Aleksiou da Anastasia için dillere destan olan bir beste yaptı. “Tragudi tou Helinodiou” (Kırlangıcın Türküsü):

“Gel buraya, yakına gel/ Sana bir öpücük vereyim/Gel, ağlama beyaz kırlangıcım/Kurnazca bakan gözlerden korusun bizi Tanrım/Ruhumuz sevinci ürküttüğünde bizi örterek korusun/Söyle bana, kim savaşıyor sana karşı/Yeniden gül beyaz meleğim/Gül ki, bahar şarkıları ışıklandırsın/Kanatlarını arılar kelebekler süslesin/Bulutlar dağılsın/ Tanrıyı gör/Konuş onunla/Ben yanında durayım/Şiirlerle şarkılarla her derdine deva olayım/Bırak artık acıyı/Sana yunuslar göndereceğim/ Her tarafı gezesin, Baf’tan Girne’ye kadar/Adanın bütün neşesi sende toplanacak/Kırlangıcım, şarkıların yaşamı söylesin.”

Bu haber toplam 4390 defa okunmuştur
Gaile 251. Sayısı

Gaile 251. Sayısı