1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Beyefendi’nin vedası ya da Sayın Bay Dr. Mehmet Alev Coşkun’a bir öner
Beyefendi’nin vedası ya da Sayın Bay Dr. Mehmet Alev Coşkun’a bir öner

Beyefendi’nin vedası ya da Sayın Bay Dr. Mehmet Alev Coşkun’a bir öner

İyi bir anayasa için darbe kışkırtmaya gerek yoktur, işte orada Meclis var, nefesine güvenen borazancıbaşı girer komiteye çatır çatır siyaset yapar.

A+A-

Burak Karataş*
[email protected]

Marmara’da bir adaya gidiyorlardı. Daha sonra, “onları oraya tıkan kuvvet”, bir kısmını başka bir adaya daha yollayacaktı. Bu defa maksatları “yargılama” kılıfı altında aşağılamak, tahkir etmek, ezmeye çalışmak, darp etmek, göğüslerinin ta orta yerine bir yara açmak, yüzlerine karşı ardı ardına sıralayamadıkları hakaretleri arkalarından ettikleri aşağılık video filmler çekmek, eski komitacıları dahi intihara zorlayan bir manevi işkenceyi iliklerine kadar hissettirmek, mevtaların borçlarını ailelerinden tahsil etmek, insanları evvela sıraya koyup sonra da “niye sıraya girdiniz ulan” diyerek dövmek falan değildi.

Onları oraya asmak için götürüyorlardı.

Yargıladıkları kişiler arasında eski bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar, bir Cumhurbaşkanı, bir de Başbakan vardı.

Beyefendi intihara kalkışmış, başaramamıştı. Reisicumhur da daha evvelden bunu denemiş, banyoda kemeri boynunda, kulağından kan gelir bir halde bulunmuş, son dakika kurtarılmıştı. Aynı kişi, intihar girişimi öncesinde ailesine yazdığı mektupta, “bize Yeşilçam oyuncuları gibi film çektirdiler, reva-i hak mıdır bu?” demişti.

Değildi tabi…

Beyefendi de öyle düşünmüş olmalı ki, intiharı denedi ama başarılı olamadı işte. Kurtardılar… Kendileri öldürmek için! Eceliyle ölmesine karşı gözlerini yumamadılar. Yuttuğu ilaçları çıkarıp midesini yıkattılar. Son duruşmaya da katılamadı zaten.

O duruşmada, kendisi dahil 15 kişi için idam kararı verildi. Tövbe, 14 kişi… Reisicumhur Hazretleri 65 yaşından büyük olduğundan, hani nasıl derler, “kocama bahanesiyle” asılmaktan kurtuldu ama aynı zamanda müebbetlik de oldu.

Cuntanın başı, Milli Şef’e “emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur” demişti. Ondan emir gelmediğinden olsa gerek, geri kalan 14 kişi için Yassıada’daki yargıçların parmağı oynamadı.

Bir tek insan evladı çıkıp da “örtülü ödenekten Kulüp Rakısı ve Hayat Mecmuası aldırdı, kendine metres tuttu, Atatürk’ün yaptırdığı ve bizim paşa paşa uyduğumuz 1924 Anayasası’nın hükmü gereğince Meclis çatısı altında bir soruşturma komisyonu kurdu diye adam asılır mı” diye sormadı.

Tıpkı, “Dr. Namık Gedik intihar etti diye eski Ekonomi Bakanı’nı mı asacağız” diye ya da “Gayrimüslimlerin kabahat bulmadığı hükümetin sırtına 6/7 Eylül karasını çalıp en düzgün Dışişleri Bakanımızı mı asacağız” diye sormadığı gibi…

Ülkeye demokrasi gelmişti. Düşükler, alçaklar, “demokratlar”, kuyruklar iktidardan gitmişti. Onların yerine iktidar namzedi olan Milli Şef, adından da anlaşılacağı gibi bir demokrasi kahramanı olduğu için sorun yoktu. Ancak o zamana kadar, istenmeyen kararlar vermeleri pek mümkün olmasa da “insan faktörü” dikkate alındığından ufak bir ihtimal de olsa mümkün olduğu düşünüldüğü için, Yassıada kararlarının MBK denen bir kurum tarafından oylanması düşünülmüştü.

Memlekette demokrasi vardı abi, var mı ötesi… Başbuğumuz paşamız ne dediyse öyle olacaktı, emir demiri kesecekti, eskisi gibi “havamızı” bulacaktık, dünyaya bulaşmayan ve kendi kumuna kafasını gömen bir devekuşu olarak yaşayacaktık, ihracat ve ithalat yapılamayacağı için enflasyon canavarı (!) ortaya çıkmayacak, “bizimkiler”i üzmeyecekti.

Bizimkiler memurdu tabii…

Yeri gelmişken yazalım, MBK üyesi olup idamlara evet oyu veren vatan kahramanı hamiyyetli aslanlarımızı, unutulmasınlar, ne şerefli bir iş yaptıklarını yedi cihana duyuralım ki vazifemizi ifa etmemiş olmayalım efendiler: Kurmay Albaylar Ekrem Acuner, Fikret Kuytak ve Muzaffer Yurdakuler… Kurmay Yarbaylar Refet Aksoyoğlu, Kadri Kaplan, Ahmet Yıldız ve Sezai O’kan… Kurmay Binbaşılar Vehbi Ersü ve Şükran Özkaya… Hava Kurmay Binbaşı Emanullah Çelebi, Hava Kurmay Albay Haydar Tunçkanat… “Programa ilaveten” iki de Tuğgeneral… Mucip Ataklı ve Mehmet Özgüneş…

Zorlu ve Polatkan, 16 Eylül’de asıldılar.

İngiliz sicimi mi kullanıldı, bilemiyorum. Çünkü Kraliçe II. Elizabeth bile başka bir ülkeye ziyarete giderken ülkemize uğramış ve “yapmayın” diye ricada bulunmuştu.

Beyefendi için bir sonraki gün beklendi. Yassıada Komutanı Tarık Güryay Efendi yalan söyledi, “sizi hastaneye götüreceğiz” diyerek… Asacaklardı.

O günden aşağı yukarı 40 sene evvel, bu kez bir kasım günü, sarı sonbahar yaprakları yerlere düşerken, herkesin genzini yakarken ıhlamur kokusu, ağaç diplerindeki yağmur birikintilerinde siması görünmüştü yine bir avuç insanın.

Şu farkla ki, onlar Yunandılar.

Şimdi de biz, kardeş halklar olarak üzerimize düşeni yapıyor, kendimiz seçip vazifelendirdiğimiz bir avuç insanı ölüme gönderiyorduk.

O gün müydü, bilemiyorum… Emin Kalafat, tel gözlüğünü titreyen eliyle düzeltip Kur’an-ı Kerim okumaya koyulmuştu. Fatin Rüştü mağrur ve dimdik, Kıbrıs politikamızı anlatıyordu. Hasan Polatkan, zaten ölmüş gibiydi; hiç konuşmuyor, dudaklarını kemiren bir sükunetle öylece duruyordu. Celal Bayar, eski bir komitacı olarak konuşmuştu: “Bu günleri atlatalım da gerisi kolay…”

Medeni Berk neredeydi? Mükerrem Sarol tahliye mi edilmişti? Nazlı Hanım’ın babası Muammer Çavuşoğlu, sonraları Dışişleri Bakanı olacak devrin Bursa valisi merhum İhsan Sabri Bey, yargılandığı esnada kalbi tutup vefat eden CHP’nin eski İstanbul valisi Dr. Lütfü Kırdar, siz oğlunu tanırsınız, müseccel solculardan Murat Belge’nin babası neredeydi? Burhan Asaf mı diyelim yoksa Hüseyin Burhanettin mi?

Ve daha niceleri…

Suçları neydi? “İsmetçi” olmamak mı? Metin Toker’i mezarından kaldırıp sorunuz.

Oysa Kemalisttiler… Atatürk’ü Koruma Kanunu, 1951 senesinde çıkmıştır, işte size bir örnek.

Eh, az biraz da olsa “liberal”diler… Televizyonla ilgilenmeyecek, kambiyo rejimini, Siyasi Partiler Yasası’nı, Seçim Yasası’nı, 1924 Anayasası’nı değiştirmeyecek kadar.

Sonraları, 1961 Anayasası’nı getirip “Atatürk’ün anayasasını değiştiren” bir grup asker tarafından, epey ihtilaflı şekilde, Atatürk’ün anayasasına ihanetle yargılandılar. Üç tanesi asıldı. Yüzlercesi ceza aldı, hapislerde süründüler, itibar suikastlarına uğradılar, çolukları çocukları acı içinde yaşadı, teşhir edildiler, toplumdan soyutlandılar, hor görüldüler, dalga geçildiler.

“Milli Şef’i öldüreceklerdi” gibi, “bir daha seçim yaptırmayacaklardı” gibi, “çocukları ve gençleri öldürüp kıyma makinesinden geçirdiler, asfaltların altına gömdüler” gibi alçakça iftiralarla uğraşmak zorunda bırakıldılar.

Bebek Davası, Köpek Davası gibi bugün hatırlayanın bile unutmak istediği rezillikler… Yassıada Saati denen o melun radyo programı… Hakim Salim Başol... “Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerini aldılar. Müdafiler haazır...”

Sert ki barut müddeiumumi Altay Ömer Egesel, hani şu kasalardan kadın külotu çıkarıp sallayan adamcağızların şefi...

Halk arasında laf çıkmıştı, idam kararı verirse eğer Başol “mükafat” olarak Avrupa’ya gönderilecekmiş! O zamanlar ancak Ayhan Işık’la Belgin Doruk’un gidebildiği bir Avrupa... Yassıada’da gazeteci olarak var mıydı bilmem ama, meraklısı Hilmi Yavuz’a sorsun, doğrulayacaktır.

Oysa memleket silkinmiş, iyi kötü kendine gelmeye başlamıştı, köylüde ilk hareketlenmeler başlamış ve bir sanayileşme devrinin kapısı aralanmıştı.

Beyefendi, olmadık laflar etmeye bayılırdı. “Kara cübbeliler” gibi, “ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim” gibi, “siz isteseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” gibi, “kütüğü koysam seçtiririm” gibi…

O dedikleri Atatürk devrinde olurdu, hani Falih Rıfkı Bolu’dan aday olmasın isteyen yöre eşrafı demiş ya Gazi’ye, “bu adam ağaçların mı yoksa bizim mi mebusumuzdur?”…

Aculluk etti. Başvekillik ona ağır gelmişti. Çok iyi bir “münakalat vekili”, belki de tarım bakanı olabilirdi. Tahkikat Komisyonu hikayesinin önüne geçemedi. Paşa’nın dolduruşuna geldi, eh, Prens Andreas bile gelmişti, bu açıdan mazur görülebilirdi! Seçimi erkene almayı çok geç ilan etti, duyuramadı bile, sonuç da malum…

Halk onu sevmişti. Kendinden bulmuştu. Vallahi ben de çocukken en çok onu severdim, aklımda kol düğmeleri kalmış… Yakışıklı adamdı, kıranta adamdı, muzip adamdı, ilginçtir, aynı zamanda çok da utangaç bir adamdı… Onu en çok hanımlar severlerdi galiba, bir de çocuklar.

O zamanlar “başvekalet” vardı. Eh, bir de çapkınlığı ile meşhur Başvekilimiz… Ona “Beyefendi” denirdi. İsmet İnönü’ye “Paşa” dendiği gibi.

Muhalif siyasetçiler deyince insanın aklına Nihat Erim, Faik Ahmet Barutçu, Kasım Gülek, İsmail Rüştü Aksal, Kemal Satır, Osman Bölükbaşı falan gelirdi.

“Muvafık” deyince de Refik Koraltan, Fuad Köprülü, Mükremin Sarol, Emin Kalafat, halk arasında “Madani Bark” tabir edilen Medeni Berk, falan filan…

Ulus’ta Falih Rıfkı, Akis’te Metin Toker, Milliyet’te Çetin Altan yazardı.

Hayat Mecmuası’nda da merhum Şevket Rado, İbrahim Çallı, Hikmet Feridun...

İstiklal Caddesi’nde yan yana üç tane adam görülünce “mühim bir vak’a tahakkuk etti” sanılırdı.

6/7 Eylül sonrası tatlar kaçmaya başlamıştı ama büsbütün de kaçmamıştı İstanbul’dan Gayrimüslim kardeşlerimiz, Türkiye’nin sayılı münevverlerinden merhum Arda Gedik’in de ifade ettiği gibi, “mozaiğimiz” henüz tam anlamıyla çatlamamıştı veya çatlamıştı da biz idrak edememiştik…

Kemal Tahir hapisten yeni çıkmış, Ertem Eğilmez ile Çağlayan Yayınevi’ni kurmuştu. Nazım Hikmet yurt dışına kaçmış, ateş püskürüyordu. Aziz Nesin her olay sonrası soluğu kodeste alıyordu, Refik Erduran yeni yeni parlıyordu. Refii Cevat, köşesinde “tarihten bir yaprak”ı yazıyordu. Nezih Bey’in Cemiyet’in başına geçmesine ne karar var?

Atlas Sineması’nda mı, yoksa Emek’te mi Yeni Melek’te mi bilmem ama, sık sık “Quo Vadis” ve “Zincirli Köle” filmleri oynuyordu sinemalarda… Epey izleniyorlardı. Sadece onlar mı? Brigitte Bardot, Yves Montand, Alan Ladd, Burt Lancaster, Kim Novak… Yerlerinden Kenan Pars (“İzmir Ateşler İçinde”), Eşref Kolçak (“Namus Uğruna”), Muhterem Nur, Muzaffer Tema… “Mihracenin Gözleri”, “Kwai Köprüsü”, “Hint Mezarı”…

“Milli lig”de şimdi kimseciklerin hatırlamadığı bazı takımlar yer alırdı… Vefa, Yeşildirek, PTT, Feriköy, Demirspor…

Tabii ki Gençlerbirliği, Karagümrük, İstanbulspor, Altınordu, Fenerbahçe, İzmirspor, Beşiktaş…

Galatasaray’ın o ünlü on biri: Turgay, Candemir, Küçük Ahmet, Uğur, Ergun, Büyük Ahmet, Samim, Recep, Bahri, Selçuk, Niyazi…

Ekerbiçer nerede oynuyordu? Büyük Lefter’i elhak hepimiz biliriz.

“Papazın Çayırı”na topluca piknik yapmaya gidilirdi, yaa… (Biz de Reşad Ekrem’e döndük vallahi!)

“Uçak” yok, “tayyare” vardı. Tayyare izlemek başlı başına bir uğraştı ve çok zevkliydi!

“Feliks von Deliks” gibi kahramanlar vardı… Alaman tayyarecisi Sus Bey yani Von Schuss… Mavi Ölüm, Ecel Saati, Kıran Kırana... Yeni Dünyalarda serisi… Tehlikeli sarışının işini bitirdikten sonra binadan çıkıp yere tüküren ve kirli bir başka New York sokağına doğru ilerleyen Mike Hammer… Hani kadın ölmeden önce, “seviyordum Mayk” diye ünler!..

Beyefendi’nin Frenk gömleği ceketinden beş parmak taşardı ve altın renk kol düğmeleri takardı. Paşa’nın “mokasen” giyecek hali yoktu ama gayet şık ve resmi giyinirdi, ne de olsa eski Reisicumhur… Halk Partililer nasıl giyinirler, nasıl kokarlar, neler kullanırlardı? Ya Demokratlar? (İnsanlar da öyle ayrışmışlardı.)

“Kendinden çizgili” lacivert takım elbise, minik yakalı gömlekler, kenarı delikli Sakson tipi bağcıklı ayakkabı, ceket ya da pantolon kumaşından yapılma yelekler, altın köstekli saatler, Necipbey Briyantini kokusu, filtresiz ve ucu yaldızlı İnhisar cıgaraları (yoksa Gelincik mi?), “burunlu” ve kara makam arabaları, herhalde Cadillac…

Hilton yeni yapılmıştı, buna rağmen Beyefendi İstanbul’a “vasıl olunca” Park Otel’de konaklardı da muhalefet buna kızardı hani…

Philips radyolarda “I Found My Love in Portofino” çalıyordu.

İstanbul Radyosu’nda Zeki Müren isimli yetenekli bir “sanatkâr” belirmişti, buna karşılık Ankara Radyosu’nun yıldızı İsmet Nedim’in adını hiçbir İstanbullu bilmezdi. Diğerleri de Eşref Şefik’ten, Orhan Boran’dan, Halide Pişkin’den bihaber yaşadılar. Ayla Hanım söyler miydi acaba? Safiye Hanım yavaş yavaş eski lezzetini kaybetmiş, Münir Nureddin kendini ders vermeye adamıştı, devir eski devir değildi… Müzeyyen Senar, “mütegallibe türkücüsü” Zehra Bilir çok tutulurdu. (Ayten Çankaya’yı nasıl unutabiliriz? Ya o krem reklamlarını?..)

Sadece ilgilisine bir ünlem: “Harika Bayan” Sevim Çağlayan!

Ayten Hanım’la eşi İlham Bey, Şişli’deki Site Sineması’nın üstündeki “Çatı Gece Kulübü”nde caz şarkıları söylerlerdi.

Memur aileleri gazinolara gidebiliyorlardı. O kadar yoksul değildiler. Oysa darbe de o nedenle yapılmamış mıydı? Bir Denizpark vardı, bir de Güneypark… Orada gayrimüslimler çıkardı, şehr-i komik canibinden: Henny ile Vasilaki… Assolist Yasemin Esmergül…

“Nadir’in Aryası”nı söylerdi, yahut “Yalnızlar Rıhtımı”nı… Hani filmi de var; merhum Akad nefis çekmiş, İlhan’ın şiiri ve Koyutürk’ün bestesi kadar nefis…

“Martılar çığlık çığlığa her akşam / Bir büyük rüzgar dağıtır şarkılarımı / İçim boş, gemiler boş / Nereye baksam / Ölüm gibi susar yalnızlar rıhtımı / Yalnızım, yalnızlık / Tutuyor kan gibi / Bu korku, yalnızlık korkusu gözlerimdeki / Bir sabah yapayalnız öleceğim belki / Ardımdan ağlayacak / Yalnızlar rıhtımı”

İnönücüler Yeni Rakı, Menderesçiler Kulüp Rakısı içerlerdi.

Henüz üniversite talebeleri sokağa dökülmemişti, “ooolur mu böyle, oluuur mu?” diye sormuyorlardı.

Türkiye daha geri ama daha düzgün bir ülkeydi.

 

Aklıma geldi, o sıralar Mekteb-i Sultani’de okuyan çocuklardan bir tanesi, karnesini alamamış, darbe haberi gelince de afallamıştı…

Oysa laf çocuklara kadar düşmüştü, herkes darbe olacağını biliyordu.

Halk arasında “Hatırla Menderes, o meş’um geceyi” şarkısı terennüm ediliyordu… Köylü suskun ve çaresizdi. Bazı bürokratlar belki mutlu olmuşlardır, bilemem.

Evli bürokratlar alyanslarını bozdurup devlete bağışlamışlardı… Sıkıyönetim günleriydi, “birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz” o günleri yaşıyorduk sözde.

Bahar gelmişti ve radyoda Portofino çalıyordu…

Marmara’da bir adaya gitmişlerdi, birkaç kişiydiler, aralarında eski bakanlar, milletvekilleri, bir Cumhurbaşkanı, bir de Başbakan vardı.

Beyefendi’yi ve iki bakanını bir eylül günü astılar.

Bundan aşağı yukarı 40 sene evvel de bir Yunan Başbakanı’nın ölümünü görmüştü bu kalem, adamcağız tifüs hastasıydı, mezarının yanına çökmüş, ağrıdan ağlamaya başlamıştı, başını iki elinin arasına alarak… Kafasına sıkmışlardı.

Biz öyle yapmadık, evvela besleyip sonra astık iki bakanımızı ve Beyefendi’yi…

Şimdi dönüp bakıyorum da, adamın neden “hiç muğber değilim, hiçbir iğbirar duymuyorum” dediğini daha iyi anlıyorum.

 

Sayın Bay Dr. M. Alev Coşkun’a Birlikte İntihar Önerisi

Bilmeyenlere izah edelim: Pek saygıdeğer Bay Alev Coşkun; TBMM 15 ve 16. Dönemlerinde CHP mebusu olarak vazife yapmış, 42. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Turizm ve Tanıtma Bakanı, Cumhuriyet Gazetesi’nin imtiyaz sahibi olan Cumhuriyet Vakfı’nın başkanı olduğundan mütevellit de “haybeden” gazeteci ve yazardır.

Mezkur ceridede 27 Mayıs 2025 günü neşrettikleri pek ilmi, cismi, faideli, ciddi ve de pek tabii ki mizahi “27 Mayıs ve 1961 Anayasası” serlevhalı makalede birtakım iddialı laflar etmişler.

Bunlar yeni ettikleri laflar olmamakla birlikte halen daha tekrar ediliyor olması hasebiyle mühimsenmelidirler kanaatindeyim.

Okuyalım: “1960-1980 tarihleri arasında ülkemizde üç askeri darbe oldu. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980.

Kimi yazarlar tüm bu askeri hareketleri bir torbanın içine koyarlar ve hepsinin lanetlenmesi gerektiğini belirtirler.

Oysa yapılış biçimleri ve sonuçları bakımından bu üç askeri hareket birbirleriyle eş değillerdir.

27 Mayıs 1960 Demokrat Parti’nin (DP) hukuk dışı kararlarının birikmesi sonucu adeta bir patlamadır.”

Bay Coşkun devam ediyor: “Seçim gecesi, sandıklardan sonuçlar geldikçe tereddüde düşen İstanbul’daki I. Ordu komutanı Çankaya’ya müracaat etmiş, müdahale önerisinde bulunmuştu. Cumhurbaşkanı İnönü, bu öneriye itibar etmedi.”

Yani memlekette demokrasi varmış.

Ekliyor: “Siyaset bilimci Dankwart Rustow, bir makalesinde 14 Mayıs 1950’de iktidarın barış içinde devredilmesini şöyle yorumlar: İsmet İnönü, demokrasiyi geliştirmek için diktatörlük gücünü gönüllü olarak kısıtlayan dünyanın tek devlet adamı olma onurunu korumaktadır.”

Herhalde İnönü’yü diktatör yapan kuvvet ona fikrini sormamış olacak…

Hızını alamayıp düpedüz yalan söylüyor: “Bu demokratik hareket ne yazık ki fazla sürmedi. İktidara gelen DP’nin ilk işi Halkevlerini ve Köy Enstitülerini kapatmak, ardından CHP’nin sandalye-masa dahil tüm mallarını elinden almak oldu.”

Köy Enstitüleri, 1947 senesinde kapatıldı. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Hasan Saka, Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer.

Bu arada İnönü çeşitli yerlerde saldırılara uğramış ve de canını zorbaların ellerinden güçlükle kurtarmış. O esnada gencecik delikanlı olan Bay Alev Coşkun’un eli armut mu topluyormuş? Bilmiyoruz.

Galiba onlar da, aynı sıralarda, Menderes’in yakasından tutup “hürriyet isteriz” diye haykırıyorlardı… Hafızam beni yanıltmıyorsa…

DP’nin bir başka suçu da Tahkikat Komisyonu kurmakmış…

Bu hesapla o zamandan bu zamana değin görev yapan bütün komisyon üyelerinin, başkanlarının ve de iktidar partisi başkanlarıyla o komisyonlara üye veren partilerin liderlerinin yargılanmaları gerekebilir. Sayın Bay Coşkun, bakan olduğu devirde ve Meclis vazifesinde bulunduğundan o da paçayı kurtaramaz gibi geliyor.

Yani Bay Coşkun, istesem de sizi ben bile kurtaramam.

“Tahkikat Komisyonu feshedilseydi, seçim için karar alınsaydı, seçimin kısa sürede yapılacağı açıklansaydı askeri müdahale olmazdı” demişsiniz, oysa 26 Mayıs’ta feshedilmişti, Başvekil bunu gittiği Eskişehir’den duyurmuştu. Şehre indiğinde askeri erat, Başvekil’i karşılamak yerine ona arkalarını döndüler diye bilirdik, meğer “parmak işareti” yapmışlar!

Ayrıca: 1961 Anayasası, 200 yıllık çağdaşlaşma ve demokratikleşme mücadelesinin sonucu onurlu bir hukuk belgesidir, diyor Bay Coşkun.

Nasreddin Hoca gibi neresini düzelteceğimizi şaştık ama, şunu diyebiliriz: 1961 Anayasası’nın ileri bir anayasa olduğu elhak doğrudur çünkü alanının en uzmanı isimlerinin bir ürünüdür, bu açıdan “teknik” olarak iyi bir metindir.

Ancak… Bir ucunda her daim halkın temsilcilerinin kanını gördüğümüz bu anayasa, yıllardır yaldızlandığı gibi demokratikleşmenin temel taşı falan değildir.

Buna başlı başına 1982 cuntacılarının ortadan kaldırdığı “Senato” kepazeliğini ve “Tabii Senatörlük” rezilliğini örnek verebiliriz.

Hal böyle olunca, “halka rağmen halkçılar” memnun olmasalar da ortaya kötü bir sonuç çıkmış oluyor. İyi bir anayasa için darbe kışkırtmaya gerek yoktur, işte orada Meclis var, nefesine güvenen borazancıbaşı girer komiteye çatır çatır siyaset yapar. (Bu arada biz de 1969 seçimlerinden evvel “bu anayasa Türkiye’ye bol geldi” diyen Demirel’le işbirliği yapıp Milli Bakiye Sistemi’ni ortadan kaldırmanızı affedebiliriz!)

Bendeniz bir halk çocuğu olduğumdan arada böyle nezaketsizlikler yapabiliyorum, Bay Coşkun’dan samimiyetle özür dilerim.

Kendisinde inciler bitmiyor ama bizim de yenimiz değilse de yerimiz dar.

Lafı kısa tutalım dedik ama yine de uzadı. Çünkü “vak’a” ciddi.

Yok, bu lafların edilebilmesi değil. 2025 senesinde halen bu kof laflarla kendini aklama çalışan bir ihtiyarın acınası durumudur ciddi olan…

Sayın Bay Coşkun…

Gelin yerinizi ve bitmek bilmeyen “bürokratik mevzi kaybetmeme” mücadelenizi genç kuşaklara bırakın.

Buna mukabil bendeniz de size eşlik edeceğim, böyle bir kepazeliğe daha fazla tanıklık etmeyerek kendimi kazançlı çıkmış sayacağım.

Geliniz, halkın önünde, ayrıca eski Kadıköy iskelesinin önünde, el ele ve omuz omuza, zeytin dalını şelaleye düşürelim!

Hem siz bu utançtan kurtulursunuz, hem ülkemiz kurtulur, hem de bu ülkenin bir vatandaşı olarak bu fakir...

Belli mi olur, bu sayede onca eleştirdiğiniz ve vahşi muhalefet yürüttüğünüz iktidar partisine yaslanıp gazetenize bir darbe ile dönmeniz meselesi de (bakınız, yine darbe!) unutulmuş olur. Ne dersiniz?

Benimkisi bir öneri sadece…

Başka bir kurtuluş yolu göremiyorum doğrusu.

*Bir işçi ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, 02 Haziran 2025, Pazartesi, İstanbul.

Bu haber toplam 1463 defa okunmuştur
Gaile 519. Sayısı

Gaile 519. Sayısı