1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Benliğin Doğası: Ben Oyunundan Kurtulmak
Benliğin Doğası:  Ben Oyunundan Kurtulmak

Benliğin Doğası: Ben Oyunundan Kurtulmak

Benliğin Doğası: Ben Oyunundan Kurtulmak

A+A-


Yılmaz Akgünlü
[email protected]

Çağımızda birey olmak ne anlama geliyor? Benlik dediğimiz şeyin asıl doğası nedir? Çevremden ayrı bir benlik oluş hissimin kaynağı nedir? Kültürün ve bulunduğumuz çağın benlik hissimiz üzerindeki etkisi nasıldır?

Kendimi algılayışmın bir yanılgı olmasından korkuyorum. Eğer kendimi olmadığım bir şekilde algılıyorsam boşuna yaşıyor olabilirim. Ya da yaşamımın büyük çoğunluğunda kendi varlığımın geniş potansiyeline varamıyorsam, yaşamın ve kendimin hakkını veremiyor olabilirim.
Kendimi algılayışım, başkalarının, toplumun ve evrenin ne olduğu hakkındaki kökleşmiş inançlarımızı sorgulamaya başlamak gerekiyor. İnsan kendisi hakkında neler bilir, nelerin farkındadır? Birey olarak kendi varlığımı ne kadar geniş ya da dar hissedişim bu farkındalığın niteliğiyle ilişkilidir.
Erich Fromm şöyle diyor: “Toplum bizi sadece bilinçliliğimize kurgular yağdırarak değil; aynı zamanda gerçekliğin farkında olmamızı engellemek suretiyle de etkiler. Her toplum kendine özgü yaşam biçimi ve hissetme, algılama tarzındaki ilişkilendirme şekline göre bilinçililik biçimlerini tayin eden bir kategoriler sistemi geliştirir. Bu sistem, toplumca şartlandırılmış bir filtre gibi işler. Filtre edilmeyen tecrübelere bilinçliliğin dışında, yani bilinçdışı kalır.”

Bu filtreleme başlıca dil ve mantık gibi araçlarla gerçekleştirilir. Dilin ve mantığın kuralları evrenin temel yasaları haline getirilir ve böylece evrenin “anlamı” üzerinde bir uzlaşma sağlanır. Bu uzlaşma aslında toplumun düzen içinde varolabilmesi, bireylerin birbirleriyle etkileşime girebilmeleri açısından bir değere sahip görünse de, bu sadece çok dışsal ve yüzeysel konularda geçerlidir. Dil ve mantık toplumsal oyun alanının içinde nasıl davranacağımızı belirlemektedir, ancak çerçevesiz, sınırsız olan hakkında hiçbir şey söyleyememektedir.

Örneğin dil ve mantık bize nedensellikten söz eder. Herşeyin bir nedeni olduğunu söyler, belli sınırlarda kalındığı sürece de neden-sonuç ilişkilerini açıklayabilir. Ancak “peki herşeyin nedeni nedir?” sorununa cevap veremez. Toplumun şartlanmaları nedeniyle herşeyin nedenini soran ve cevaplar alan zihin “bütün herşey” için bir neden bulamaz. Çağdaş bilim ve din bize mantık ve dil alanın ötesinde kalan asıl geniş alanda ne yapacağımızla ilgili birşey öneremez, çünkü bizzat kendileri o dil ve mantıktan oluşmuştur. Ne kadar açıklamaları ve yöntemleri farklı görünse de geleneksel dinlerde bilimle bu anlamda tıpatıp aynı düzlemdedirler.  Örneğin dinde Tanrının ilk neden olduğu anlayışı, bilimlerde ise bilimin ilerlediği ve bir gün insanların tüm evrenin yasalarını çözeceği inancı.

Önemli olan tanrıya inanılıp inanılması değil, bu noktada asıl konu yapılan açıklamanın dil ve mantık kurallarına uygun bir dizge oluşturarak kişiye dünyayı “anladığını sanma” yanılgısını vermesidir. Büyük patlama ya da tanrı kavramı Fromm’un bahsettiği filtrelerden biri haline gelir hemen.
Çağımızda çoğu insan artık bilimin de dinin açıklamalarını tatmin edici bulmamaktadır, ancak çoğunluk için bu bir umutsuzluk kaynağıdır. Cevabı arayacakları başka bir yer bulamıyorlar ve benliklerinde bir şeylerin kayıp olduğu hissiyle yaşamaya devam ediyorlar. Sınırsız gibi görünen kitaplar, yollar, öğretiler arasında kaybolduk. Bilgi bombardımanı bizi esenliğe, huzura ve yaşama sevincine ulaştırmıyor. Sürekli kandırılıp şaşırtılarak doğru yolu bulmamızın engellendiği bir labirentte gibiyiz.

Belki de hiçbir şey aramamıza gerek yok, bilgi de, anlam da, sonsuz huzur da, hemen tam önümüzde. Bir kez bize öğretilen bütün “mantıklı saçmalıkları” unutabilsek, hepsi görebileceğimiz kadar yakın.

Bize oynanan oyunun doğasına biraz daha yakından bakmak gerek.

Modern eğitim süreci aslında bazı yaşam alanlarında iyi oynayan bireyler yetiştirmek için bir düzenektir. Modern toplumun ortaya çıkmasıyla birlikte “bireyin” de nasıl bir varlık olacağı tekrar tanımlanmış ve bu da kendimizi nasıl algıladığımızı etkileyen anahtar bir bilgiyi oluşturmuştur.
Bireyin yaratılışı, bazıları için büyük bir kazanç olsa da, o bireyler için büyük bir eziyet dönemini başlatmıştır.  Peki bu süreç nasıl yaşamımızı bir hapishaneye dönüştürmüş ve çözümsüz gibi görünen bir duruma mahkum etmiştir?

Toplumun yapı taşı bireylerdir denir. Sağlıklı ve iyi yetişmiş bireylerden oluşan bir toplum da başarılı olur. Yani bu mantığa göre toplum bir şirket gibidir ve bir şirketin başarılı olması için iyi elemanlara ihitiyaç duyması gibi, toplumda “büyük bir makine” olarak sağlıklı dişlilere (bireylere) ihtiyaç duyar.
Toplumun bu şekilde algılandığı bir modelin hakim olduğu bir dünyadayız. Başarılı ve uyumlu olmak makinadaki iyi parça olmaktır, yani bizden beklenen parça olarak görevimizi yerine getirmemizdir. Ancak bu parçanın aynı zamanda özgür irade ve sorumluluk sahibi de olması gerekmektedir. Eğer özgür irademizin olmadığı kabul edilmiş olsaydı, üzerimize onca yük yüklenebilir miydi? Toplum sürekli çıkarcı çelişkiler içinde bireye baskı yapmaktadır. Örneğin bir insanın işlediği bir suçtan dolayı hapishaneye atılmasındaki çelişki. Eğer herşeyin bir nedeni varsa, bir insanın suç işlemesinin de ardında yatan birçok toplumsal neden vardır. Bir insanı hapse atmak toplumun kendi beceriksizliğini kabul etmesidir. Suçlu toplum mudur, o toplumu yaratan evren midir? Eğer bireyler evrenin bir parçası olarak görülürse, suçlu evrendir, toplumdur. Asıl hapse girmesi gerekenler insanları suç işlemesine neden olacak kadar bencil olanlar, ellerindeki maddi manevi gücü zor durumdaki insanların iyiliği için harcamayanlardır. Suçlu hepimiziz.

Eski Yunanda bireyin algılanışı bizden çok farklıydı. Akla Veda adlı kitabında Feyerabend şu alnıtıyı yapıyor:
“Homeros’ta hiçbir zaman kişisel bir karara, eylem halindeki bir insan tarafından yapılmış bir seçime rastlayamayız; çeşitli seçeneklerle karşılaşan bir insan asla şöyle düşünmez: Şimdi herşey bana bağlı, şimdi herşey benim vereceğim karara bağlı...... Bu insanların özel nedensellik zincirleri başlatabilecek ya da “yaratabilecek” tinsel bir merkezleri, bir “ruhları” yoktur... Ancak bireyin bütünlükten yoksunluğu, aynı bireyin herşeyiyle yaşadığı çevrenin içine dahil edilmesi, gömülmesi suretiyle çok daha güçlü bir şekilde telafi edilmiştir.”
Bireyin yaşadığı çevrenin içine dahil edilmesi, onun eylemlerinin aslında “dünyanın” eylemleri olması düşüncesi çağımız için ufuk açıcı ve ruhsal anlamda felç oluşumuzu giderecek bir güce sahiptir.

Birey kendisini bir çevre içinde bulur, her varlık kendisinden başka birçok şeydir, herşeyden önce yaratıldığı dünyanın bir parçasıdır, kendisinde olan herşeyi o dünyadan almıştır. Birbirinden farklı görünseler de ait olduğu fiziksel, toplumsal ve zihinsel dünyalar bireyin içinde ve çevresinde sürekli bir şekilde etkileşim halindedirler. Birey olarak kendimizi tüm bu farklı dünyaların ortasında buluruz, onlardan oluşuruz ve onları etkileriz. Kendimizi bu varoluş alanlarının dışında ve içinde hissederiz. Aynı anda hem onlardan farklı hem de onlarla aynıymışız gibidir. Bu dinamik etkileşim kendimizi teslim ettiğimizde harika bir dans gibidir. Hiçbir formülle açıklanamaz bir danstır bu. Birey en derin yalnızlıkta en derin birlikteliği bulabilir. Neyin ne zaman ortaya çıkıp kaybolacağı kesin değildir. Belli bir düzen, bu düzeni bozan unsurlarla karşı konulur; ancak bu düzensizlik bile fark etmediğimiz bir düzenin parçası olabilir.

Dünyadaki en güçlü yanılgılardan biridir “ayrı benlik” yanılgısı, bir benliğin olmadığını iddia etmiyorum, ancak benlik dediğimiz şeyi onun yaşantısından nasıl ayırabiliriz ki? Bir kitabı okuduğunuzda, onunla bütünleştiğinizde siz ordaki karakterin yaşayıp hissettiklerini hissetmez misiniz? Yazar ustaysa sizi kendi dünyanızdan koparıp kahramanın dünyasına götürür. O zaman sizin benliğiniz nerdedir? Okuduğunuz ya da romandaki karakterlerle özdeşleştiğiniz sürece sizin günlük düşünceleriniz, ilgileriniz ortadan kalkmış ve siz romanın içine akmışsınızdır. Bunu kabul etmek kolay değil, ama yaşanan gerçek budur, kendinizi başka bir dünyada bulursunuz, fiziksel varlığınız burda olsa da siz ordasınız. Aynı şey, gördüğünüz rüyalar için de geçerli değil mi? Zihniniz rüyanın olduğu zaman ve mekanı benimsemiştir. Zihnin bu gücü aslında kişinin benliğinin içeriksiz olmasından kaynaklanır.

Benliğim boştur, o yüzden farklı evrenlere gidebilirim. Romanlardaki, geçmiş olaylardaki ya da rüyalardaki olayları günlük gerçeklik kadar güçlü algılayabilirim. Bir insanın erişebileceği en derin sır budur bana göre. Günlük gerçekliğin tek boyutlu yapısından kurtulmak ve zamansız sonsuzluktaki gerçekliklerle temas edebilmek.  Varoluşun asıl anlamı da bu olmalı. Varoluş sonsuz bir gezi olmasaydı var olmaya değmezdi. Sınırlı bir evren hayal bile edilemez. Zihnimizin temeli bunu kabul etmez, zihnin temeli boş ve sonsuz olduğundan kendi kendisini göremez. Cahilliğimizin kaynağı da budur. Eğer benliğimiz belirli bir şey olsaydı ölebilirdi. Bir nesne gibi yok edilebilirdi. Hiçbir şey olmadığı için yok edilemez, ancak hiçbirşey olmadığı için de bilinemez. Bir bilgi nesnesi yapılamaz. Kendini bir nesne yapan kişi acı çeker, kendini bir imgeyle özdeşleşen kişi onun geçiciliği karşısında sıkılır ve tükenir.

Ancak yaşamın akışı içinde kendini nesneleştirmek kaçınılmaz bir güçle sarar kişiyi. Biz algıladıklarımızdan kendi benliğimizi yaratırız, ne kadar geçici yaratımlar olsalar da. O zaman algıladıklarımın bir senteziyim bir bakıma. Yani ben benim dışımdaki şeyleri alır ve özümseyerek kendime dönüştürürüm. Onlarda beni alırlar ve biz karşılıklı birbirimize dönüşürüz. 

Carlos Castaneda’nın Bir Başka Gerçeklik adlı kitabında kızılderili bilge Don Juan şöyle diyor:
“Biz insanız; kaderimiz öğrenmek, ve inanılması zor yeni dünyaların içine savrulmaktır. Enerjiyi gören bir savaşçı, görebileceğimiz dünyaların bir sonu olmadığını bilir.”

Benliğimizi oluşturan şey geçmişimizde kendimiz hakkında bildiklerimizdir. Oysa yaşam ileriye doğru akıyor, geçmişin bilgisi ölü bir bilgidir ve bizi ölü bir benliğe bağlar. Yenilenmek ve yeni dünyalara savrulmak için kendimizi önemsememeyi öğrenmek zorundayız. Kendim dediğim şey geçmişimdeki şeyler olamaz, onlar zihnimdeki izlerdir. Geçmişin statükocu bilgisi beni hapseder, yeni ufuklara açılmama izin vermez. Tam da bu nedenle kendimi önemsememeyi, kendime tapmamayı öğrenmem gerek.

Rollo May yaratıcı benlik adını verdiği benliğin son aşamasını zirvede olmaya benzetiyor. “Zirveden hayatın tüm boyutlarını geniş ve sınırsız bir açıdan izlemek mümkündür... Bir an için önyargılarımızın gölgeyemediği gerçekleri görmek, kendimiz için hiçbirşey beklemeksizin sevmek, büyülü bir  ilhamın ışığında kendimizden geçercesine yaptığımız işe yoğunlaşmak”

Daha üst ve gerçek bir benliğe varmak, yüzeysel ve sahte benliklerimizi bırakmaya bağlıdır. Daha fazla bilinç daha fazla benliktir diyen Kierkegaard, bilincin kapsama alanını genişletmeyi öneriyordu. Bilincinde olduğumuz şeyler benliğimizi oluşturuyor, ancak algısal filtrelerimiz nedeniyle bilinçlilğimizi kapatıyoruz. Kişi, ben ve öteki arasında bir ayrım yaptığı sürece benliğinin kendini aşarak genişlemesi ve sonsuz olanaklarına varması mümkün olmaz.

Doğayı bütün dikkatiyle izleyen, bir bahar günü deniz kıyısında ya da bir ırmak boyunca yürürken çevresindeki bitkilerin, hayvanların, güneşin ve rüzgarın hareketleriyle dikkati tam olarak üst üste oturan kişinin bilinci kendi dar kabuğundan kurtulmuş ve onlarla bütünleşmiştir.
Ancak şüpheci akıl bu bütünleşmeyi anlayamaz. Tıpkı Chuang Tzu’nun Balıkların Sevinci öyküsündeki şüpheci Hui Zi gibi: “Chang Tzu ile Hui Zi kentin savunma kanalı boyunca keyifle geziyorlardı. Chuang Tzu dedi ki, “Şu balıklar varoluşlarıyla uyum içinde nasıl da oynaşıyorlar. Şunlardaki sevince bakın!”

Hui Zi, “Siz balık değilsiniz” dedi; “Nereden biliyorsunuz balıkların sevincini?” Chuang Tzu yanıtladı: “Siz ben değilsiniz; nerden biliyorsunuz benim balıkların sevincini bilmediğimi? Huiz Zi “Ben siz değilim, doğru gerçekten bilemem sizi” dedi :”Ama siz de balık değilsiniz; öyleyse siz de balıkların sevincini bilemezsiniz!”
“Konuşmamızın başına dönelim lütfen” dedi Chuang Tzu: “Siz, balıkların sevincini nasıl biliyorsunuz diye sordunuz. Böyle sordunuz ya, siz biliyorsunuz bu sevinci bildiğimi! Ama madem sordunuz, söyleyim:  Ben bunu kıyı boyunca keyifle gezerek biliyorum.”

Burada bilginin doğasına ilişkin bir saptamada bulunmak durumundayız. Tanımlamaya, ayrım yapmaya dayalı her bilgi yaşamı parçalayıp bölerek bizi ondan yabancılaştırır. Hui Zi, balıklarla insanların farklı varlıklar olduğunu söyleyen ayrımcı bilgisine dayanarak algılıyordu çevresini, oysa Chunag Tzu ayrımcı bilginin sınırlılıklarını kapılmayacak kadar uyanık ve keyifli bir tutum takınmıştı. Zihni herhangi bir aracı olmadan doğrudan doğruya algılıyordu çevresini. Chuang Tzu’nun algılama biçimi dinamik ve canlıyken, Hui Zi kavramların ölü bilgisiyle geziniyordu. Algıladıkları zihnine doğrudan ulaşamıyor, kavramlara takılarak dışarda kalıyordu. O balıkları görmüyordu, balıklar hakkındaki düşüncelerini görüyordu. Bu nedenle balıkların sevincini yaşamamıyordu.
Benliğimizin sonsuz evrendeki güzelliklere ve o güzelliklerle birlikte akan sevgi ve enerjiye ulaşamaması çağdaş eğitimle zihni kalıplaşan benliklerimizin en büyük kaybıdır.

 

Bu haber toplam 7435 defa okunmuştur
Gaile 248. Sayısı

Gaile 248. Sayısı