1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bir Kuzey Kıbrıs Miti: Ayşen Dağlı’nın Masalı “Her şey Olacağa Varır Ülkesi” (2)
Bir Kuzey Kıbrıs Miti: Ayşen Dağlı’nın Masalı “Her şey Olacağa Varır Ülkesi” (2)

Bir Kuzey Kıbrıs Miti: Ayşen Dağlı’nın Masalı “Her şey Olacağa Varır Ülkesi” (2)

Bir Kuzey Kıbrıs Miti: Ayşen Dağlı’nın Masalı “Her şey Olacağa Varır Ülkesi” (2)

A+A-

 

Selma Caner
selmadvaita@gmail.com

Hissettiği umutsuzluğun ardından, ona cesaret veren sesi dinleyip, bu yoldan dönülemeyeceğini anlayan Batıkan, tek tek hayvanlara dönüştüklerini farketmediği arkadaşlarıyla (sıpa, köpek, ve kuş) yabancı’nın yolunu takip eder. Ne var ki bir yerden sonra yolculuk yorgunluğu bastırır ve dördü birden dağlarda uykuya dalar. Buradaki uyku motifi, yabancının yolundan yürüyen ‘kahraman bilinc’in yolda deneyimlediklerini sindirmesi, ve entegre olmaya, ‘bütün-benlik’ olmaya hazırlanması için gerekli bir moladır. Asıl uyanış serüveni burada başlayacaktır, çünkü kahraman bilinç artık “Her şey Olacağa Varır Ülkesi”nden uzakta, yabancının gezdiği diyarlarda (bilinçaltının dünyasında) keşfe çıkmıştır. Batıkan uyandığı zaman hayvan dostlarını yaşlanmış ve bilge birer yardımcıya dönüşmüş bulur. Yaşlı eşek önünde diz çökerek üstüne binmesini işaret eder ve onu bir mağaraya götürür. Batıkan karanlık mağaranın içine girerek sonuna kadar ilerler ve orada yanıp sönen bir yıldız bulur. Ve bir ses:
“Bu avcunda yanıp sönen
Kayan yıldızı ülkenin
Sol göğsünde sakla onu
Kaybedersen, Kaybedersin”

Mağaradan çıktığında, bu kez yaşlı bir köpekle karşılaşır, ve köpek ona peşinden koşmasını işaret eder. Birlikte uzun bir yol koşarak sonunda büyük bir tuz gölüne varırlar. O sırada Batıkan yine rehber sesi duyar ve gölün dibine dalması gerektiğini anlar. Gölün derinliklerinde iki dal bulur; birinin üzerinde tek renkli diğerininse çok renkli yapraklar. Sesin rehberliğine uyarak her iki daldan da üçer yaprak koparıp suyun yüzeyine çıkar:
“…Üç yaprakta uykuyu
Üç yaprakta gerçeği
Topla ve dağıt çocuk
Ülkene geleceği”

Gölün kenarında bu kez de çok geçmeden tüyleri dökülmüş yaşlı bir kuşa rastlar. Yine sesi dinleyerek kuşun kanatlarına tutunur ve birlikte havalanırlar. Kuş Batıkan’ı dağların en yüksek noktasına uçurur ve orada yavaşça yere bırakır. Bu uçuşun sonunda Batıkan iyice yorgun düşmüştür. Kuşun onu bıraktığı dağda yeniden derin bir uykuya dalar.

Burada yine biraz duraksayıp Batıkan’ın yaşlı bilge hayvanların yardımıyla gerçekleştirdiği keşiflere yakından bakalım. Mağarada bulduğu yanıp sönen yıldız Batıkan’ı ülkesinin geçmişiyle –kayan yıldızıyla- yüzleştirmiştir. Gölün dibine indiğinde karşısına ülkenin bugünü çıkar; tek renkli uyku ve çok renkli gerçek. Dağların en yüksek tepesine çıktığındaysa geçmişin ve bugünün değerlendirmesini yapacağı yeni bir uykuya yatması gerekecektir.

Uyandığında ilk önce güneşle yüz yüze gelir:

“…Öyle canlı, öyle parlak, öyle yakın hiç olmamış o güne dek güneşe, elini uzatsa sanki onu tutabilecekmiş. Batıkan içinde büyük bir mutluluk, büyük bir hafiflik duyumsamış. Ayağa kalkmış; bulunduğu yerden ülkesine bakmış. Her şey o kadar küçük görünüyormuş ki, aklından ‘istesem bütün ülkeyi avuçlarıma doldurabilirim. Ayağımı kaldırsam yabancıyı, kalesiyle, sarayıyla birlikte basıp geçebilirim’ diye geçirmiş Batıkan. Kendini her şeyden daha büyük, her şeyden daha güçlü ve yenilmez hissetmiş. Bu duyguyla tüm vücudu gerilmiş, omuzları dikleşmiş, emin adımlarla yoluna devam etmiş.”

Burada artık ülkesinin geleceği Batıkan’ın ayaklarının altındadır. Yok oluşu/ölümü simgeleyen dolunay motifinden, aydınlanışı/doğumu simgeleyen güneş motifine kadar gelen kısımda önemli bir döngü tamamlanmış, birçok şey açıklığa kavuşmuştur.  Batıkan artık yalnızca ‘meraklı’ bir çocuk değil, ‘Her şey Olabileceğe Vardırılır’cı bir çocuktur. Ama yine de daha yürünecek yollar vardır. Batıkan artık bundan sonra, ülkesinin kültürünü karşısına almış biri olarak, yine de o ülkeye geri dönebilmenin ve ona yeniden –bu kez dönüştürücü bir kimlikle- ait olabilmenin yollarını arayacaktır.

Böylelikle yeniden yola çıkan çocuk, peşindeki üç hayvanla birlikte, kendini toprak damlı küçük bir evin bahçesinin önünde bulur.

“O güne kadar hiç görmediği renk ve kokular içindeki bahçenin kapısı ardına kadar açıkmış. Hep birlikte geçmişler. Batıkan’ın içini tuhaf bir duygu kaplamış. Kendini evinde gibi hissetmiş. Her şey o kadar dost, o kadar sıcak, o kadar tanıdıkmış ki…” (s. 31-32)

Batıkan’ın karşısına birden çıkan ve kapısı ardına kadar açık olan bu bahçeli ev, masalın devamında anlayacağımız üzere ‘Akıl dede’nin evidir. Güneşle gelen yeni farkındalığın ardından bu eve sığınılması pek şaşırtıcı değil; çünkü Batıkan buraya gelene kadar her şeyin olabileceğe vardırılabileceğini anlamış olmasına karşın, henüz bunun nasıl mümkün olduğuna dair pek bir fikri yoktur. Böylece ‘Akıl dede’nin evinde yoğun bir düşünme-öğrenme-tartışma süreci başlar. Evin bahçesinde onu karşılayan sesler de artık daha açık seçiktir:

“Gel çocuk
Bu bahçe senin ülken
Olacağı beklerken
Torba torba taşınıp
İşte yok olan bahçen”

“…Geçit vermeyen bekçi
Aslında benim babam
Benim babamsa senin
Belki de büyük amcan”

“Görse sadece bir kez
Bir aynada kendini
Çatlayacak yüreği
Ve ülkesine karşı
Tutamayacak kaleyi”

“Gördüğün eğri bazen
Mum gibi doğru çocuk
Bazı doğrular oysa
Eğri ve büğrü çocuk”


Bu dizelerde Ayşen Dağlı aklın uyanışını o kadar güzel ve güçlü bir anlatımla veriyor ki, biraz bile müdahale etmek anlamın şiirsel ritmine ihanet olur diye düşünerek öylece bırakıyorum.

***

Dünün, bugünün ve yarının sırlarını keşfetmiş olan Batıkan böylelikle toprak damlı bir evin bahçesinde ‘Akıl dede’yle tanışır ve aralarında uzun, yoğun bir sohbet başlar.

“Ak saçtan, ak sakaldan dökülen geçmişe, Batıkan’ın çocuk aklından, yüreğinden, dilinden, heyecanından, merağından, korkularından sorular karışmış. Geçmiş zamanla şimdiki zamanı birbirine ekleyerek geleceğe geçmenin en güzel yolunu aramışlar birlikte.”

Sonunda her şeyi yeniden planlayıp harekete geçmek için dolunayın gökte yükseleceği günü seçerler. Akıl dede Batıkan’a “bahçe kapısının içinde, büyük beyaz mermerin altında saklı, küçük bir kutu”dan söz eder, ve ona dolunay gecesi, kara dumanlar yükseldiği zaman, ülkesine doğru yola çıkmadan bu kutuyu çıkarıp açmasını öğütler. Ona bir de, dağdan inerken en güvenli ve kısa yolu kullanabilmesi için kendi çizdiği bir yol haritası verir.

Bu son dolunay, süreci tamamlayacak olan, yolculuğun bütünselliğini belirleyen anahtar niteliğinde üçüncü göksel imge olarak çıkıyor karşımıza. Dolunay-YeniAy-Dolunay üçlemesinin son aşaması hikayenin ‘eve dönüş’ kısmını tetikleyen ana unsurdur. Değişik mitolojiler ve halk hikayelerindeki evrensel ortaklıkları muazzam bir şekilde derleyen ünlü Amerikalı yazar Joseph Campbell ‘dönüş eşiğinin aşılması’yla ilgili şunları söyler:

“ Kahraman bildiğimiz ülkeden karanlığa doğru yola çıkar; orada macerasını tamamlar ya da yine basitçe bize olan bağlarını kaybeder, hapsedilir ya da tehlikeye düşer; ve dönüşü o öte bölgeden bir dönüş olarak anlatılır. Yine de – ve işte mit ve simgeyi anlamak için temel bir anahtar – iki krallık aslında birdir. Tanrıların alanı bildiğimiz dünyanın unutulmuş bir boyutudur. Ve isteyerek ya da istemeyerek o boyutun araştırılması, kahramanın yaptıklarının tam anlamıdır. Olağan yaşamda önemli görünen değerler ve ayrımlar, benliğin daha önce sadece ötekilik olan şeyi ürkütücü bir biçimde özümlemesiyle kaybolur.”

Dönüş, aşılan bütün engellere ve olgunlaştıran deneyimlere rağmen göründüğü kadar kolay olmayacaktır:

“Geri dönen kahramanın ilk sorunu, bir görevi başarıyla gerçekleştirmenin ruhu tatmin eden tasavvuruna ait bir deneyimin ardından, yaşamın süregiden neşe ve acılarını, basmakalıp yanlarını ve gürültülü müstehcenliklerini gerçek olarak kabul etmektir”

Batıkan’ın – veya onun imgesinde cisimleşmiş Kıbrıslı-Dünyalı’nın – macerasına geri dönecek olursak, şimdi o en zorlu sınavı vermeye hazırlanmaktadır. Geri dönüş yolunda onun iyi bir yol haritasına ve deyim yerindeyse olağan dünyaya uyumlanabilir bir ‘strateji’ye ihtiyacı vardır. Akıl dede’nin vermiş olduğu harita ve birlikte yaptıkları plan tam da buna işaret eder. Batıkan, içine düşen merakla beyaz mermeri dolunay zamanından önce birçok kez yerinden oynatmaya çalışır ama başaramaz. Dolunayın gökte yükseldiği geceyse mermer bir kuş gibi yerinden fırlar ve Batıkan altındaki boşlukta bulduğu küçük kutuyu alır. Kendiliğinden açılan kutunun içinden ‘pırıl pırıl parlayan bir ayna, ışıl ışıl parlayan bir gözlük ve içi boş tiril tiril bir camdan kalp’ çıkar.

Simgeler oldukça açık ve nettir. Çünkü uyuyan bilinc’in alanında dönüşüm yaratmak üzere yola çıkan kahramanın üç şeye kritik bir biçimde ihtiyacı vardır: sırasıyla, uyuyanları kendi gerçeklikleriyle yüzleştirebilme yeteneği, her şeyi bütün çıplaklığıyla algılayabilme cesareti, ve onları her şeye rağmen şeffaf ve koşulsuz bir biçimde sevebilme gücü. Bu üç simge arasındaki ortak ana unsur üçünün de özünde aynı maddeden –camdan – ve daha da özünde ‘su’dan meydana gelmiş olmalarıdır. Su, birçok ezoterik sembolik dilde bilinçaltının ana elementine işaret eder ve her şeyin birbiri içre olduğu, ayrımların, sınırların olmadığı bir teklik/bütünlük simgesidir. Birleştirici, bütünleştirici doğasıyla su, ülkesine hem uyum sağlamak hem de onu aktif bir biçimde dönüştürmek niyetiyle geri dönüş yolunu tutan Batıkan’ın – kendini bütüne, kolektif olana adama sembolizmini de içeren – birincil geçiş anahtarıdır. Kendini ‘yalıtılmış aklın laneti’nden de, uykunun içinde büsbütün çözülmekten de koruyacak olan yegane kurtuluş, bilincin öte yanından taşıdığı ‘su’yu katı formda, ve her an belli bir amaca yönelik kullanabilmesine bağlıdır.

Elinde haritası, gözünde gözlüğü ve çantasında dikkatlice taşıdığı camdan kalp ve aynayla Batıkan nihayet ülkesine doğru yola koyulur.

“Dağdan aşağılara indikçe çevresi giderek daha farklı, daha yabancı, daha uzak gelmeye başlamış… Evler, sokaklar, ağaçlar, hatta saray, kale… Batıkan kendi ülkesinde olduğuna inanmakta güçlük çekiyormuş. Gözündeki gözlükleri çıkarmayı düşünmüş ama; Akıl dedeye verdiği sözü hatırlayarak vazgeçmiş ve yoluna devam etmiş.”


Yurt dışında uzun süre yaşamış ve ülkesinin basmakalıp alışkanlıklarına veya bilinçdışı komplekslerine uzaktan bakabilmiş herhangi bir Kıbrıslı-Dünyalı’nın da kolaylıkla empati kurabileceği gibi, Batıkan’ın içinde bulunduğu psikolojik durum, kendi ülkesinde hissettiği iflah olmaz yabancılığa karşın yeniden –yenilenmiş bir biçimde- tanıdık olabilmeye dair duyduğu keskin arzuyla ilintilidir. Batıkan gözlüklerini çıkarıp her şeyi unutmaya meyleder, çünkü yeniden bir yere ait olma özlemiyle doludur. Yine de, ait olmadığı bir yere aitmiş gibi görünmek yerine, o yeri ait olabileceği bir yere dönüştürme tutkusu ağır basar. Artık erginleşmiş bir birey olan Batıkan, hem tavizsiz kendisi olabileceği hem de dışarıdan fazla yabancı görünmemeye dikkat edeceği bir ipin üstünde cambazlık yapacaktır. Bu hiç de kolay bir iş değildir.

***

Batıkan gözlüklerini çıkarma dürtüsüne direnir ve her şeyi apaçık algılayabilme tutkusuyla yoluna devam eder. Ülkesine vardığında, karşılaştığı ilk insan, efendinin (yabancının) kölesi haline gelmiş, sarayı kollayan bekçi olur. Yanında taşıdığı aynayı ihtiyar bekçinin gözlerine tutar. Bekçi bu ayna karşısında derinden sarsılırken Batıkan bu sırada camdan kalbi de ihtiyarın gözlerine yaklaştırır. Bekçi kendi çıplak/pasif gerçekliğiyle ve sevgi/bilgi yoksunluğundan doğan korkusuyla burun buruna gelir. Onun temsil ettiği figür geleneksel otoriteye kayıtsız şartsız boyun eğen bilgiden yoksun halk veya - psikolojik bakış açısıyla – ruhun geleneklere, eskimiş değerlere tutunan bölümü olarak ifade edilebilir. Batıkan böylece ilk adımda köleleşmiş zihni özgürleştirir, ve onun dönüşmesini, yenilenmesini sağlar.

Daha sonra saraya giren Batıkan, orada uyuyakalmış bütün yaratıkları aynasıyla birer birer uyandırır, ve elindeki – öte dünyadan getirdiği – malzemeleri ‘efendi’nin yemeği olan otuzdokuzuncu kazana karıştırmaya koyulur. Efendi saraya geri döndüğünde karşısında sadık hizmetkarı olan bekçi yerine dimdik, geçit vermeyen, karşı koyan bir bekçi bulur. Anahtarı onun boynundan almaya çabalar ama başaramaz. Hiddetlenen efendi sonunda sarayın kapısını kırıp içeriye girer, fakat bu sefer de sarayda ona hizmet eden kimseyi bulamaz. Hizmetkarların hepsi köle bilinçlerinden sıyrılıp uyanmış ve böylelikle efendi tek başına kalmıştır. Çaresizce yemekhaneye tek başına iner ve otuzdokuzuncu kazanın başına geçip – akıl dedenin formülüyle pişmiş – yemeği yemeye koyulur. Yemeğin sonunda içini bir sıkıntı kaplar ve olduğu yere yığılır. Böylece her mutlu sonla biten masalda olduğu gibi ‘kötü yaratık’ saf dışı bırakılır...

Masalın finalinde Her şey Olacağa Varır Ülkesi’ne yeniden yağmur yağar, pınar yeniden akmaya başlar ve her taraf yeşerir.

“İnsanlar, uykularından uyanmışlar, yataklarından fırlamışlar, evlerinden sokaklara dökülmüşler. Heyecanla, merakla “ne oldu?” “ne oluyor?” diye birbirlerine sormaya başlamışlar.”

Böylelikle, masalın başında ‘meraksızlık’ olarak bahsi geçen hastalık iyileşir ve Her şey Olacağa Varır Ülkesi’nin insanları etrafında olan biteni sorgulamaya, eleştirmeye ve değişim yaratmaya yönelik biraraya gelmeye başlar. Batıkan’ın çıktığı yolculuk bilincin içten dışa uyanmasının ve yeniden entegre olmasının serüvenidir. Tıpkı bu serüvendeki gibi Kıbrıs halkının da ‘yabancı’ kabul ettiği her ne varsa, rehavete kapılıp pasif bir şekilde beklemek yerine, yüzleşmesi ve ‘kendini kendinde bilmesi’, şikayet etmek yerine kendi zaaflarını tanıması ve ‘Her şey Olabileceğe Vardırılır’cı yönünü geliştirmesi zaruri görünüyor. Toplum bireylerden oluşur ve her bir birey yaratılan kolektif yapıya koyduğu katkıdan sorumludur – tabii bir yaratıcı sıfatına sahip olduğunu fark ettiği ölçüde. Böyle bir serüveni kabul etmeyen Kıbrıs insanı da hep başkalarını suçlamaya, farklı olanı dışlamaya, geçmiş savaşları bahane etmeye ve kurtarıcı adı altında gelen her türlü işgale açık olmaya devam edecektir.

Ülkeye giren yabancı bizden başkası değildir. Bunun idraki bizi ‘Her şey Olacağa Varır’cılıktan ‘Her şey Olabileceğe Vardırılır’cılığa taşıyacak olan geçişin ilk aşamasıdır. İçimizdeki ben-merkezciliğe, mülkiyet duygusuna, ayrımcılık eğilimine, düşman psikolojisine, doğa katline kulak vermediğimiz ve bunları tepeden inme, bazı insanları hedef alıp diğerlerini teğet geçen kaçınılmaz insanlık durumları olarak benimsediğimiz sürece, dışsal anlamda azaltmak da mümkün görünmüyor.

Özetle, savaşı çıkaranlar, sürdürenler, canlı veya cansız tahribat yaratanlar  - “onlar”, düşman kabul edildiği sürece “bizler” düşman olmayı içselleştirdiğimiz, roller üzerine kurulu bir oyun düzeneğini devam ettireceğiz. Batıkan’ın serüveni eve döndüğünde bitmiyor, hiç bitmiyor aslında, var olduğu her alanda uyanıklığın imkanını yansıtarak, kendini kendinde tanıdığı ölçüde başkalarında da tanıyarak ayna oluyor, umut oluyor, ve en önemlisi soru işareti, macerayı başlatan merak kıvılcımı... Dışlamayan, ötekileştirmeyen uyanıklık ancak baş düşmanın ‘uyku’nun kendisi olduğu idrak edilince can buluyor.

Her şey Olacağa Varır Ülkesi uyandı ve dönüştü.

Hala ‘meraklı’ olan çocuklar sayesinde.

Bu sadece bir masal evet, ama... tarihsel tekrarları içinde bireylere ve toplumlara ışık tutuyor. Sonlu bir dönüşüm hikayesiyle, sonu gelmez insanlık serüvenine ilham oluyor.

Merakınız sizi ne kadar uzağa götürebilir? Örneğin, birkaç gün önce bir halk eyleminde arkadaşınızı coplayan gözü dönmüş polisin işyeri olan karakolda, oradaki insanlarla kahve içmeye götürür mü? Karşı olduğunuz bir ideolojiye sahip bir parti üyesiyle rastgele bir ortamda bulunmuşsanız, mevcut siyasetin ötesinde hayatı konuşabilir misiniz? Cinsiyetçi, ırkçı, veya homofobik biriyle bir otobuste yan yana oturursanız ne yaparsınız?

Anlamaya yönelik ‘merak’ duygusunun sınırlarını zorlarsak belki o sınırın ardındadır hayalini kurduğumuz ülke.

Bu haber toplam 2872 defa okunmuştur
Gaile 330. Sayısı

Gaile 330. Sayısı