1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ZANGALAK’TAN DÖKÜLENLER
ZANGALAK’TAN DÖKÜLENLER

ZANGALAK’TAN DÖKÜLENLER

Kendiliğinden, keyifle gelen anlar en kıymetlileridir. Hiç beklemezsin, hazırlıklı değilsin, öylesine, plansız yaşanır. Gelir, sana dokunur ve aklında kalarak, iz bırakarak kendini hep var eder.

A+A-

Aliye Özsoylu
aliyeozsoylu7@gmail.com

            Kendiliğinden, keyifle gelen anlar en kıymetlileridir. Hiç beklemezsin, hazırlıklı değilsin, öylesine, plansız yaşanır. Gelir, sana dokunur ve aklında kalarak, iz bırakarak kendini hep var eder. Adada, zangalak ağacının altında, serin bir akşamüzerinde gelen o esinti gibi. Biriken hikayelerin paylaşılmaya karar verildiği o an gibi. Hazırlan bakalım, yeniden başlıyoruz.

                Yalınayak, bir sandalyede ikisi, nedenini bilmeden kıkırdayarak oturuyorlar. Günün en güzel saatinde, yaz mevsiminde, o meşhur bahçede bize meydan okuyorlar. Çocuklar… Ayağıma bir şey batar mı endişesi taşımadan toprakta, koşarak kelebek yakalamaya çalışıyorlar. Yakaladıkları anda da serbest bırakıyorlar. Dinlenme anlarında sohbet ediyoruz. Öğreteceğimi düşünürken öğreniyorum. Onlarla konuşmak ufkumu genişletiyor. Farkında değiller belki ama bu esinti cesaretin ta kendisi ve ben hayran kalıyorum onlara. Filtresiz, hiçbir kaygı taşımadan hem sorularını sorup hem de yorum yapıyorlar. Bir kez daha değişime direnen insanların boşa kürek çektiklerini anlıyorum. Karşımda geleceğimi şekillendiren nesil ve ben kıkırdamaya devam ediyoruz.

                Aniden bir esinti daha ve kafamı sağa çeviriyorum. Akşamüzeri kahveleri içiliyor. Yasemin kokusunun eşlik ettiği o huzurlu muhabbetler, kabul edilmese de tatlı dedikodular, kırk yılın hatırına da olsa yaşanan hayal kırıklıkları ve derin bir umursamazlık var. Bir anne ile kızının en iyi anlaşabildiği yaşların, birbirini anlayabildiği o olgunluk seviyesinin vermiş olduğu rahatlıkla elde edilen gülümsemelerin ve yapılan gezi planlarının tam zamanı. Tadını çıkarıyoruz. Bir elinde duble viskisi diğer elinde de tavla ile geliyor yanımıza bahçenin en çalışkanı. Hala içindeki çocuğu zapt edemeyen ama bir o kadar da kendinden emin bir yetişkin. Hissiyatı hep haklıdır, evhamı dışa dönüktür. Bu yüzden sürekli konuşurken yakalanır. Ama öğrettiği tavlada kızına yenilen babamız kendini güncellemesini iyi bilir. Eskinin onda bıraktıklarını anlatırken, zamanın nasıl geçtiğini de hatırlayıp şu anımızı iyi ki diyerek yaşıyoruz.

                Yüzümde hissettiğim başka bir esintinin etkisi ile bir okul bahçesinde, kahkahaların, genç triplerin ve yüksek sesli kanıtların birarada olduğu o toplulukta, her oyunu farklı bir kişi üzerinden yaratan rengarenk kalabalıkta buluyorum kendimi. Oyun arkadaşımın simsiyah bir edayla ortama girişini yeniden görüyorum. Kapalı kutuyu açma ısrarımı, hikayeyi dinleme sabrımı anımsıyorum. Ne kadar benzemesek de birlikte olabilme heyecanını diri tutuyorum. Elinden tutup bugüne kadar beraber gelmiş olmamızın dayanıklılığı var gözlerimizde. Kırılıp dökülerek ayakta kalmanın, birbirimizin renklerine bulaşmanın, karşılıklı öğrenebilmenin gücüyle sarılıyoruz. Tıpkı Şebnem Ferah’ın şarkısındaki gibi; “Senle ben batı doğu ama dünya yuvarlak” …

                Anlık bir esinti ile daha Lefkara’nın o meşhur sokaklarındayım. Annemin çocukluğu, nenemin kapıları ve dedemin insanları ile ilk karşılaşmam. Onlarla tanışırken hissettiğim ortak anılar, kalma ve de gitmek zorunda kalmanın verdiği acı tat bir sonraki neslin ziyaretindeki neşe ile birleşiyor. Çiçekler en çok burada güzel. Havasından mı suyundan mı bilmem ama her evin önünde, her sokak başında baharın simgesi olarak duruyorlar. Annem ketenini alırken ben tıpkı nenem gibi kapı önünde nakış işleyen teyzeyi gözlemliyorum. İğne ile kuyu kazıyorlar, sanat yapıyorlar. Biraz ilerde meşhur Lefkara tavasını yemek için oturuyorum. Ağız tadımın mimarı dedemin bende bıraktığı hazineyi deneyimliyorum. Ve en çok sevdiği o kahvehanede aynı dili konuşamasak da hayatta kalan dostlarıyla ona dair sessiz bir sohbete dalıyorum. Torunu olmaktan gurur duyuyorum.

                Tekrar esiyor ve ben Gürbüz Hoca’nın odasındayım. Öğrettikleri ve paylaştığı bilgiler o kadar akılda kalıcı ki hayret ediyorum. Gerçek anlamda büyüdüğüm, kendi dünyamın dışında birçok farklılıkların olduğunu keşfettiğim, her sorunu kendi başına çözme alışkanlığı edindiğim turuncu şehirdeyim. Ankara’da… Hiç alışık olmadığım bir ayazda, bir ada insanının rahatlığında, korkusuzca, insan kalabalığına çarpa çarpa yürüdüğüm bu şehirde, o odada hayatımın en değerli nasihatlerden birini dinledim. “Çöpçü olacaksan da en iyi çöpçü ol, meslek ahlakı ve başarı bunu gerektirir.” Bir üniversiteli olarak onun öğrencisi olduğum için kendimi şanslı hissediyorum.

                Yineleniyor o esme hali ve başka bir ülkedeyim. Uzun zaman görüşemesem de kaldığım yerden devam edebildiğim arkadaşlarım ile birlikte tatildeyim. Farklı kültürleri gözlemleyebildiğimiz, sağlı sollu atölyelere girip her birinde farklı deneyimlere sürüklendiğimiz o sokaktayım. Kendi kağıdını üreten ve bunları not defterlerine dönüştüren 35 yıllık tecrübe ile birlikteyim. Başka coğrafyada da olsa karşılaşmış olmamızın sebebinin, unutulmasın, yaşatılsın kaygısına sahip olmamız olduğunu anlıyorum. Yan yana gelip, yüzümüzdeki sevincin fotoğrafını çektiriyoruz.

                Yeni ve çok farklı bir esinti ile bir anda önüme düşen o videoya bakıyorum. Doğanın midesinin bulandığı, insanın inşa ettiklerine, tükettiklerine kızgınlığı ile vermiş olduğu karara hazırlıksız bir şekilde yakalandığımız pandemi dönemindeyim. Yoğun bir tempodan bir anda kopup, evimde kendimi dinlemeye fırsatım olduğu için mutlu hissettiğimi anımsıyorum. Birbirimizi kendimizden korumak için dışarı çıkamadığımız o günlerin birinde, internette yayınlanan röportajda Erkin ile karşılaşıyorum. Konuşurken çok heyecanlı ve iskemle üretmek için fazlası ile genç ve bunu öğrenmeyi amaç edinen bir genç için fazlası ile sıradışı. Evde oturup kendisi için tasarlanan geleceğini beklemek yerine zanaat öğreniyor ve üretiyor. Alışılmadık bir imza atmaya çabalıyor. Hemen mesaj atıyorum, buluşma saati ve yerini ayarlıyoruz. Lefkoşa’nın bilindik sıcağında yürüyerek Mahmutpaşa Sokağı’ndaki İskemleci’yi buluyorum. Hayalimin ta kendisi olan usta ve çırak karşımda. Özkan Abi’nin samimiyeti, sıcaklığı o kadar tanıdık ki hiç yabancılık çekmiyorum. 1949 yılından beridir babasının bulunduğu bu atölyeden ve baba mesleğinden kopmadan tükenmeye inat üretmeye devam ediyor. Birbirinden farklı karakterlerin gün aşırı gelip kahvesini içtiği, tavlasını oynadığı ve günün yorgunluğunu atmak için bir bodiri zivaniya ile eşlik ettiği, şarkıların dinlendiği bu sokağın başında gerçek bir şenlik yaratıyor. Birarada olabilmeyi kutluyoruz.

                Saçımı dağıtan esinti ile başladığım yere, zangalak ağacının altına, çocukların yanına geri dönüyorum. Gözlerimi açtığımda, karşımda otururken buluyorum onları, meraklı gözlerle dik dik bana bakıyorlar. Ben bu zamana kadar biriktirdiğim huzurun peşinden giderken onlar da anda koşuşturmaya devam etmişler. Nefes nefese “iyi misin” diye sorduklarında ben de ne kadar iyi kalabildiğimizi sorguladım. Zihnimde koruyabildiklerimi bugüne taşıyıp yeni beklenmediklerimi hazırlıyorum kendimi. Tam o anda geliyor cevabına hazırlıklı olmadığım o soru ve gülümsüyorum. “Hikaye anlatacak mısın?”

Bu haber toplam 882 defa okunmuştur
Gaile 506. Sayı

Gaile 506. Sayı