1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. “Yazmak, benim yaşam biçimim”
“Yazmak, benim yaşam biçimim”

“Yazmak, benim yaşam biçimim”

İstanbul’da, Sarıyer’in sahilinde buluştuğumuz o güzel sabahın üzerinden günler geçti ama Yiğit Güralp’le yaptığımız sohbetin etkisi hâlâ aklımda.

A+A-

İstanbul’da, Sarıyer’in sahilinde buluştuğumuz o güzel sabahın üzerinden günler geçti ama Yiğit Güralp’le yaptığımız sohbetin etkisi hâlâ aklımda. Deniz kıyısında, sade bir bahçede, sakin, temiz bir masada otururken, onun dünyasına adım atmak için en doğru atmosferde bir araya gelmeyi tercih ettiğini düşündüm. Güralp’in yüzünde taşıdığı yorgunlukla üretkenlik arasındaki o ince çizgi fark ediliyordu, çünkü onun için durmak, zihni dinlendirmek anlamına gelmiyordu sanki. Yazmak, düşünmek, kurgulamak ve en önemlisi: iyi anlamak ve iyi anlatmak yaşam biçmiydi. Senaryo yazarlığına giden yolculuğu ise yalnızca bir meslek edinme hikâyesi değil,  aynı zamanda derinlikli, çok katmanlı bir kişisel dönüşüm öyküsüydü. Çocukluk yıllarında yaşadığı travmalar, aile içi çatışmalar, çoğumuzun genç yaşlardan itibaren karşılaştığı ekonomik zorlukları aşma yöntemi ve tüm bu kırılma anlarında sanatla kurduğu bağ, onun anlatıcılığını temelden şekillendirmiş.

Kaygılarla baş edemediği bir dönemde sığındığı ve o yıllarda genellikle yerin kat be kat altında bulunan sinema salonlarında, ışıklar sönüp de karanlıkta izlediği o ilk filmler zihnindeki fırtınaları susturan tek sığınaktı. O an, kanına bir ‘zehir’ misali bulaşan sinema tutkusu, zamanla onun yaşam biçimine dönüştü. Sanırım bu nedenle Güralp’in yazdığı senaryolar yalnızca kurgu değil, aynı zamanda bir ruh halinin dışavurumu.

İzleyiciye dokunan o sahneler, aslında kendi içinden geçen duyguların izlerini taşıyor. Başarısının sırrı da tam burada gizli: Hayatın ona yaşattıklarını bir yük olarak değil, anlatılmaya değer hikâyeler olarak görmesinde… Güralp’in hikâyesi, zorlukların ilhama, travmaların yaratıcılığa, karanlıkların güçlü bir anlatıya dönüşebileceğini hatırlatıyor bize. Ve belki de bu yüzden, yazdıkları ister sinema perdesine yansıyan bir sahne olsun, ister kitap sayfalarında yer alsın, insanı doğrudan kalbinden yakalıyor.

 

“Düşünmek, anlamak bir yaşam biçimi ”

Senaryo yazarlığına nasıl başladığını anlatan Yiğit Güralp aslında hep aklında olan yazma tutkusunu ancak yirmi sekiz yaşında gerçeğe dönüştürmeyi başardı.

“Çocukluk yıllarımda ailem boşanma aşamasındaydı, ben de bu konudaki kaygılarımı bastıramıyordum. Zihnim hep bununla meşguldü. O dönemlerde sinemalar pasajların alt katındaydı. Annem beni bir hafta sonu sinemaya götürdü. Yerin altına girdik, ışıklar kapandı ve ben iki saat boyunca bambaşka bir dünyaya daldım. Zihnimdekiler ilk kez o an sustu. Anladım ki başka hikayeler, başka hayatlar, dertler var. Kendi dertlerimi böyle unutabildim ve sinemanın zehri kanıma o günlerde bulaştı.  Zamanla okumayı da çok sevdim. Kitaplar ve filmler beni kurtardı demek çok yerinde olur. Okumak bende yazma isteği de yarattı ama nasıl yazacağımı bilmiyordum. Tüm bu sıkışmışlık ve bunalım döneminde lise yıllarımdan başlayarak ekonomik sebeplerle iş hayatına atıldım. Hem okul hem iş derken, Mudo’da mağazacılıkta en alttan başlayıp insan kaynakları yöneticiliğine kadar geldim. Derken bir gün Universal Müzik Türkiye’nin satış ekibine alındım. Oradaki öngörülerimle bir süre sonra satıştan prodüksiyona terfi ettirildim. Emel Sayın ile başlayan bu macerada da Ufuk Yıldırım, Athena, Şebnem Ferah, Müslüm Gürses, Çelik, İzel, Nalan, Burak Kut derken kısa sürede 35 albüme imza attım. Bu süreçte birçok yönetmenle tanıştım. Askerliğimi tamamladıktan sonra Fatih Erkoç ile müzikte jübile yaptım. Böcek Yapım’da bir müzik yapım şirketi kurmak istediler. Fizibiliteyi ben hazırladım. O süreç yazma kapısını ete kemiğe büründüren dönemin kapısını açtı. Özellikle Böcek Yapım’ın kurucusu Nuri Sevin ile yaptığımız sohbetlerde yıllardır kafamda biriktirdiğim hikâyeler kendiliğinden dile gelmeye başladı. “Müzik şirketini boşver, sen oturup bu hikâyeleri yazmalısın” dedi. Önce birkaç synopsis yazdım. Birinci tekil şahısla, karakterin ağzından… Samimi bulundu. Burada iyi de bir dil var dediler. Ardından senaryosunu yazmamı istediler. Kısa süre sonra öyksü de bana ait olan “Sınav” filminin tasarımı ortaya çıktı. Her şey 28 yaşımda böyle başladı. Cem Yılmaz’ın çok bilinen bir sözü vardır. ‘Ben hayatımda para etsin diye bir şey yapmadım. Zaten yaptığım şeyler vardı, onlar gün geldi para etti” der. Bu çok güzel bir tanımdır. Çünkü bizim mesleğimiz dediğimiz şey aslında yaşam şeklimiz.  İklimin müsait olduğu aylarda aylarca seyahat ederim. İnsanlar da benim sürekli tatilde olduğumu düşünür, “oh iyi tatiller iyi eğlenceler” diye mesaj atarlar. Oysa benim tatilden anladığım hiçbir şey okumamak, düşünmemek, kurgulamamak, anlamamak, anlatmamak yani yazmamak. Bencil ve kendi halinde bir zihin boşluğu yani. Bu anlamda en son tatilim 16 yıl önceydi. Biz zihnimizle yaşıyoruz, zihni kapatmadan nasıl tatil yapacaksın, bir dükkanımız yok ki kitleyip iş işte kaldı diyelim. Uykuda dahi bilinç dışı işlemcimiz sentezlemeyi sürdürüyor. Sürekli problem çözmek zorundayım çünkü tasarım dediğimiz şey belli problemlere çözüm getirir.  

photo-2025-06-19-18-24-53.jpg

“Ancak iyi anlarsan, iyi anlatabilirsin”

Türkiye ‘nin en çok okunan romanı, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanı nihayet filme uyarlanıyor…  2026 sonunda beyaz perdede izleme şansı yakalayacağımız filmin senaristi ve yaratıcı yapımcısı kendisi. çok büyük diyor Güralp ama “uyarlama konusunda tecrübeliyim”   

Şu an Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sını senaryolaştırmak gibi çok özel ve zor bir sürecin içindeyim. Değerli yapımcı dostlarım Deniz Kayakıran ve Mehmet Bozkurt’un da ortaya iyi bir film çıkarmakla ilgili kararlı duruşuyla, bu yılı tamamen senaryo çalışmasına ayırdık. Kızı Filiz Ali hanımefendi ile de geçtiğimiz haftalarda bir araya geldik, bize çeşitli kaynaklar önererek son derece değerli katkılarda bulundu. Türkiye’nin en çok okunan romanı ve beklentiler büyük. Ancak bu konudaki tecrübelerime güveniyorum. İki tür senaryo vardır: Özgün ve uyarlama senaryo. Uyarlama senaryo “baka baka deftere ödev geçirir gibi daha kolay” sanılır ama aslında özgün senaryoya göre çok daha zordur. Çünkü bir esere bağlısınız, yazara ve okura karşı sorumluluklarınız var. İnsanlar kitabı okurken kendi filmlerini kafalarında zaten çekmiştir. Yapılan filme de temkinli yaklaşır. Onun zihninde kurguladığına dokunulmasını istemez. Bu yüzden yazarı anlamak, manevi haklarına saygı duymak, seyircinin de ön yargılarını dikkate almak çok önemlidir. Çünkü ancak her şeyi etraflıca iyi anlarsan, iyi anlatabilirsin. Sabahattin Ali, psikoloji biliminin yaygınlaşmadığı bir dönemde öyle bir derinlik kurmuş ki bu kitapta, yıllar sonra bile okuyanları sarsmaya devam ediyor. O savaş yıllarının arka planındaki ruh halleri, karakter çözümlemeleri çok etkileyici… Tüm bunlara kendim de katmanlar ekleyerek çalışıyorum. Keza bu filmi niye siz yazıyorsunuz, yani ne katacaksınız, kitaptan bağımsız nasıl bir dokunuş, tat, fark katacaksınız bu dokunuşu da tasarıma eklemek gerekir. Daha önce Uzun Hikâye uyarlamasında da bu yöntemi kullanmıştım. “Ayakkabılar eskir, mantolar eskir ama sen hâlâ sevdiğim adamsın. Sen hiç eskime…” repliği mesela. İnsanlar bunu Mustafa Kutlu’nun kitabından sanıyor ama o replik ve filmle dillere düşen pek çok replik aslında kitapta yoktur. Senaryonun dokunuşudur. Demek öyle güzel bütünleşme yakalandı ki insanlar filmi kitapla kitabı da filmle anmaya başladılar. Sağlanan bu nezih ortam ve okur seyirci uzlaşısı kitabın kapağının yeni baskılarda filmin bir karesinden oluşmasına kadar uzandı. Kutlu sağ eğilimli bir yazardır ama ben o filmi ideolojilerden arındırarak “adalet herkes için şarttır” gibi daha evrensel bir mesajla şekillendirdim. Ortak paydası daha geniş tabanlı, bir diğer deyimle mahallesiz bir film yaptım. Bu yaklaşımım yine olacak. Kürk Mantolu Madonna’da da katmanlı, ortak paydası insan olan evrensel bir yapı kuracağım. Evrensel bir tecrübemde 2018’de Ayla’dan hemen sonra uyarladığım, Oscar’lı “Corelli’nin Mandolini”nin de yazarı İngiliz edebiyatçı Louis De Bernier’in “Kanatsız Kuşlar” romanıydı. Bernier senaryoyu okudu ve onay Verdi ancak pandemi ile birlikte gelen ekonomik koşullar o büyük filmin altından kalkamadı. Şimdi Fatih Akın aynı romanı uyarlamak üzere çalışıyor diye duydum. Dilerim gönüllerince olur.

 

Mesleğine dair değerlendirmelerde de bulunan Güralp kendini yaratıcı yapımcı olarak tanımlıyor.

“Yaratıcı Yapımcılığının ne olduğunu en iyi Endüstri Mühendisleri anlıyor. Bir fikir doğduğu anda, yani daha ana rahmindeyken, onu tüm elementleriyle kuruyorum. Eldeki imkanlarla eserin vücuda gelişini optimize ediyorum. Sonrasında filmin yapımından pazarlanmasına yani hikayenin doğru anlatılıp, insanlara da doğru sunulmasına kadar tüm süreçlerde söz sahibi olarak yer alıyorum. Aslen tasarımın sermaye tarafından zarar görmemesi için de demokratik bir konsensus kurma mücadelesi veriyorum çünkü sinema kollektif bir iş. Yazarlık da bu işin bir parçası. Aslında yazmak bana göre işin en kolay kısmı. Ama eğer benden daha iyi yazabilecek biri çıkarsa, seve seve devrederim. Çünkü mesele sadece yazmak değil, bütünü tasarlamak. Film dediğimiz şey çok boyutlu bir yapı. O yapıyı kurarken senaryo, yönetmenin vizyonu, oyuncu dinamikleri, müzik ve diğer tüm departmanların emeği hepsi bir arada anlamlı.”

 

Yiğit Güralp ayrıca iki tane de kitada da imza attı. ‘İyi Hissetiren Yazılar ve Biraz Sert’ isimlerini taşıyan bu kitaplar onu daha yakından tanımamıza olanak tanıyor.

“Sinemanın yanında 2022’den başlayarak iki kitabım yayınlandı. Zaten uzun yıllar Masa Dergi’de ve son yıllarda Cumhuriyet Gazetesinde de yazmaya başlamıştım. Bunların kitaplar halinde basılması da kaçınılmaz oldu. İlk kitabım İyi Hissettiren Yazılar hayatın anlamı üzerine düşünen, yaşanmışlıklardan süzülen denemelerimden oluşuyor. Kişisel gelişim kitabı değil, insanlara şöyle şöyle yapın diye üst perdeden tavsiye vermeye utanıyorum. Bunun yerine mütevazı bir sohbet havasında, ben böyle yaptım, yararını gördüm diyen bir metinler bütünü. İkinci kitabım Biraz Sert ise adından da anlaşılacağı gibi daha sorgulayıcı bir metin. Dünya neden bu hale geldi? İşin için de bizim de parmağımız var mı? Cumhuriyet bir medeniyet projesiyse biz ne kadar medeni olabildik? gibi 23 başlık altında 23 soru soran Cumhuriyet’in 100. Yılında yayınladığım bir kitap. Her iki kitap da madalyonun iki ayrı yüzü gibi. İkisini toplayınca zaten ben ortaya çıkıyorum zaten. Ömrüm el verdiği sürece kitaplar yayınlamaya devam edeceğim.”

photo-2025-06-19-17-38-20.jpg

photo-2025-06-19-17-38-20-1.jpg

Bu haber toplam 2293 defa okunmuştur