1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Virüsten Önce Ne Vardı?
Virüsten Önce Ne Vardı?

Virüsten Önce Ne Vardı?

“Tabiatı ve mizacına göre” korumaya çalışan algı yerine, kapitalizmin “potansiyel hasta” algısının ikame edilmesi, beraberinde bitmek bilmez bir “sağlık” tartışmasını getirdi

A+A-

 

Emel Kaya

emel_kaya@hotmail.com

 

            Başlığa aldanıp Covid 19’dan öncesini anlatacağımı düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bu yazı, çok daha önceyi, “virüs” ve “mikrop”un henüz bilinmediği zamanları anlatmayı hedefliyor.

            20 yıldan uzun bir süredir dilbilimci sıfatıyla akademik olarak, 14.-18. yüzyıllar arasında Anadolu’da yazılmış Türkçe tıp eserlerinin dili, söylemi ve terminolojisi üzerinde çalışmaktayım. Bu çalışmalarla tabip olamazsınız ama o dönemin tabiplerinin yazdığı metinler üzerinde yaptığınız dilbilimsel incelemeler, sadece metni analiz etmenizi sağlamaz, aynı zamanda metnin oturduğu zemini ve zamanı da anlamanızı beraberinde getirir. Dolayısıyla bu yazıda söz alan kişi bir hekim değil, hekimler tarafından yüzyıllarca yazılan metinlerin dili, eylem alanı ve işlevinin irdeleyicilerinden biridir.

Virüsün keşfi 19. yüzyılı bulur. Virüslerin keşif bilgilerini internetteki pek çok siteden okuyabilmeniz mümkün. Benim üzerinde duracağım konu, virüsün, mikrobun keşfinden önce yüzlerce yıl insanların hastalık ve sağlığı nasıl tanımladıkları; hastalıklar ve salgınlarla nasıl başa çıktıkları olacak. Bunun için özellikle Aristotales’in temellerini attığı, Hipokrat, Galen ve İbni Sina’nın çalışmalarını odağına alarak gelişen eski tıp anlayışını irdelemeye, örneklerle aktarmaya çalışacağım. Bu anlayışın insanı ve insanın doğayla doğrudan ilişkisini merkeze alan yaklaşımının karşısında modern tıbbın insanın doğasından ziyade ilaç sektörünü merkeze alan yaklaşımını da biraz aydınlatabilmek niyetindeyim. Belki böylelikle, mesela, neden X firmasının ağrı kesicisi yerine Y firmasının ağrı kesicisinin ısrarla tavsiye edildiğini yahut bugün Çin aşısı olanların Avrupa Birliği ülkelerine kabul edilmeyecekleri, illa Avrupa ya da ABD menşeili aşıyı vurulmamız gerektiği ile ilgili pek çok tartışma ve spekülasyonu da idrak edebilmemizin yolu açılır. Şu cümleleri “modern tıp karşıtlığı” yahut “tarafgirlik” olarak yorumlamaya meyilli olabilirsiniz. O halde, bu yazıyı mutlaka okumanızı öneririm.

            19. yüzyıla kadar geçerliliğini koruyan tıp anlayışı, Eski Yunan’da hastalık nedenlerinin açıklanmasında kullanılan Humoral Patoloji ve Dört Unsur (Hılt) teorisine dayanmaktaydı. Eski Yunan’dan İslâm bilim dünyasına ve oradan da Batı dünyasına geçen bu inanışa göre, insan “makrokozmos” denilen evrende bir “mikrokozmos”, yani evrenin bir yansımasıdır. Buna göre, yeryüzü evrenin ortasında hareketsiz durmakta, bunu sırayla yedi gezegen kuşatmaktadır ki bunlardan yeryüzüne en yakın olan Ay’dır. Ay ile yeryüzü arasında sırayla ateş, hava, su, toprak tabakaları vardır ve bütün mevcutlar da bu dört unsurdan yapılmıştır. Bunlar, birazdan ayrıntılandıracağım üzere, isimlerinin ifade ettiği ve herkesçe malum olan şeyler değildir. Bunlar, bütün cisimlerin terkibine girerler, lakin bu cisimler de ilk oldukları halde bulunmazlar.

            Ateş, sıcak ve kurudur; hava, sıcak ve rutubetlidir; su, soğuk ve rutubetlidir; toprak, soğuk ve kurudur. Bu tarzda düşünce ile dört unsura ikişer ikişer birbirine zıt özellikler verilmiş olur. Örneğin, ateş ile hava sıcaktır ancak biri kuru, biri rutubetlidir.

            Makrokozmostaki bu dört unsura karşılık mikrokozmos olan insanda da “Dört Humor (Dört Hılt)” bulunur: Kan, balgam, safra, sevda.

Kan (sıcak, nemli) = Hava

Balgam (soğuk, nemli) = Su

Safra (Sarı Safra)  (sıcak, kuru) = Ateş

Sevda (Kara Safra) (soğuk, kuru) = Toprak

            İnsanda yenilen içilen gıdalar bu dört ana maddeye dönüşür. Bu dört unsurun bedendeki oranları insana göre değişir ve bunların karışımı sonucu oluşan bünyeye “mizaç” denir. Bünyede hangi sıvı baskınsa, mizaç o adla anılır: Kanlı Mizaç (temperament sanguin), Balgamlı Mizaç (temperament lymphatic / phlegmatic), Sarı Safralı Mizaç (temperament bilieux / choleric), Kara Safralı Mizaç (temperament nerveux / melancholic).

            Burada sözü edilen hava, su, ateş ve toprağın, kelime anlamlarının ötesinde bir anlamı karşıladığından az önce bahsetmiştim, açıklayayım: Hava, maddeye nüfuz edilebilirliği, hafifliği verir ve cismi yukarıya yükseltir. İnsan vücudunda bu işlevi kan unsuru görür. Su, yayılmayı  ve bileşiklerin şekillenmesini sağlar. İnsan vücudundaki karşılığı balgamdır. Ateş, hafiflik ve nüfuz edilebilirliği karşılar, olgunlaşmayı temsil eder. İnsan vücudunda sarı safra ile karşılanır. Toprak ise nesnenin sağlam, dingin, dayanıklı olmasını sağlar. İnsanda kara safra ile temsil edilir.

            Bu dört unsurun mevsimlere göre dağılımı da şu şekildedir: İlkbahar kanı, yaz sarı safrayı, sonbahar kara safrayı (yani sevdayı), kış ise balgamı harekete geçirir. Şu durumda örneğin, ilkbaharda vücudun hafiflemesi ve kanın harekete geçmesinden daha doğal bir sonuç yoktur.

            Eski tıp anlayışında sağlık, bu sıvılar arasında kurulmuş olan bir “denge” durumudur. Hastalıklar ise bunlar arasındaki dengenin çeşitli şekillerde bozulmasının sonucu oluşur. Bunun yanı sıra, topraktan çıkarak çevreye yayılan gaz (kitaplarda “buhar” olarak geçer), ışın, koku gibi etkenlerin de çeşitli hastalıklara, özellikle salgınlara sebep olduğu görüşü de eski tıp kitaplarında fazlasıyla yer alır.

            Doğada dolaşan “buharlar”ın yanı sıra insan vücudunda da dolaşıp duran buharlar vardır. Yukarıda bahsi geçen dört humor da vücutta hareket halindedir. Bu humorların veya buharların hareketinin çeşitli sebeplerden (özellikle yenilen içilen şeylerden) dolayı engellenmesi, akışkanlıklarını kaybetmeleri, çeşitli tıkanıklıklara sebep olur ve bu tıkanıklıklar hastalıkların nedenidir. Tıkanıklığın neyden kaynaklandığının tespitinin ardından, giderilmesi için çeşitli tedaviler uygulanır. Eğer bir yerde safra birikmişse, safrayı giderici yiyecekler verilir; yanı sıra kan alınır, hacamat yapılır, lavman yapılır, kusturucu yahut müshil özelliği olan ilaçlar verilir. (Buradaki müshil sadece bağırsakları harekete geçiren ilaç olarak algılanmamalı; tıkanıklığı açıcı, dağıtıcı anlamında düşünülmelidir. Mesela yoğunlaşıp birikip tıkanıklığa sebep olan balgamı inceltip dağıtarak tıkanıklığı giderici ilaç gibi). Bunlardan bir sonuç alınamazsa dağlama tedavisi uygulanır. Burada dikkatten kaçmaması gereken en önemli nokta, hastalığın insan vücuduna yenilen içilen şeylerden veya havadaki gaz / koku gibi unsurlardan girdiğinin kabul edilmesidir. Yani makrokozmostan mikrokozmosa gelende bir sorun varsa yahut bu gelen, mikrokozmosun mizacıyla uyuşmuyorsa, hastalık ortaya çıkar; çünkü denge bozulur. Tedavi, hem kişinin mizacına göre hem de yediklerinin özellikleri göz önünde bulundurularak uygulanır. Kişinin mizacı ise basit bir muayene ile anlaşılır durumdadır. Ten rengi, saç rengi, gözlerinin durumu, nabzı, nefesi vb. gibi kişisel özellikleri mizacının özelliğini gösterir.

            Dönemin tıp ilmi, sağlıkta ve hastalıkta insan bünyesinin halini öğretir. Esas amaç, sağlıklı olanların bu durumunu muhafaza etmek ve hastaların sağlıklarını “denge”yi kurarak geri getirmektir. Vücutta kan fazlalığına dair belirtiler varsa, kişiye kan unsurunu arttırıcı değil, onu dengeleyici yiyecekler verilmek suretiyle kişinin sağlığının korunması hedeflenir. Aşağıdaki bilgi, 1467 yılında Amasya Darüşşifası’nın başhekimi Şerafeddin Sabuncuoğlu’nun öğrencisi Muhyiddin Mehi tarafından yazılan Nazmü’t-Teshil adlı eserin 6. yaprağından  günümüz Türkçesine aktarılarak alınmıştır: “Gövdede kan fazlalığının alameti şudur: Kişi gerinip esner, gövdesi ağır olur, tükürüğü tatlı olur, sivilceler çıkar, zaman zaman burnu kanar, kan alınacak yerleri kaşınır, benzi ve dili kızarır, derisi çekiliyormuş gibi gelir. Rüyasında kırmızı nesneler görür ve kederli bir hali vardır.” Hemen hemen tüm tıp kitaplarında kan, safra, balgam ve kara safra fazlalığının belirtileri ile bunların sebep olduğu hastalıklar ve giderilme yolları ayrıntılı biçimde anlatılır.

            Vücuttaki belirtlilerin yanı sıra nabız ve idrar kontrolü de dönemin tıbbının önemli teşhis unsurlarındandır. İbni Sina, Kanun Fi’t-Tıbb kitabında hem nabız hem de idrar konularını başlı başına ayrı birer bölümde ele alır ve devamındaki tüm ilmî tıp eserlerinde nabzın ve idrarın önemine ve çeşitlerine yer verilir. Hastanın bire bir gözlemlenmesi ve muayenesini içeren bu teşhis süreci, tedavinin de hem hastalığın hem de kişinin mizacına göre uygulanmasıyla devam eder.

            Hastalıkların nasıl açıklandığını göstermesi bakımından birkaç örnek paylaşmak istiyorum. Aşağıdaki alıntı, Hekim Hayreddin Amasyavî’nin 14. yüzyıl sonunda yazdığı Hulasatu’t-Tıbb adlı kitabının 61. ve 62. yaprağındaki “baras” bugünkü adıyla abraşlık denilen, vücutta çıkan beyaz lekelerle bilinen hastalığın doğasını, teşhisini ve tedavi önerilerini içerir. Soğuk tabiatlı bir hastalık olan baras, sıcak tabiatlı yiyeceklerle dengelenmeye çalışılır. Anlaşılır olması için metin, günümüz Türkçesiyle verilmiştir: “Barasın sebebi şudur ki, uzvun mizacı soğuğa döner, balgam galip olur, (vücut) kan ve kuvvet ister ki kan gövdeye yayılsın ve gövdeye kendini benzer eylesin. Çünkü mizaç balgamdan ve soğuktan (dolayı) zayıflamıştır, gövdeye gelenleri dönüştüremez ve bunlar gövdede ak ak kalır. Belirtisi şudur: Gövdedeki aklıklar parlar ve zannedersin ki o aklıklar kemiğe kadar değmiştir. Çünkü onlara iğne batırdığında kan gelmez, üstlerinde kıl bitmez ve ne kadar ovsan da kızarmazlar. İlacı sıcak macunlar, sıcak özelliği olan nesneler ve kan yapıcı yiyeceklerdir. Hasta yoğurt gibi soğuk mizaçlı yiyeceklerden uzak tutulmalıdır.”

            Bugün Hansen basili adı verilen bir mikroorganizmanın sebep olduğunu bildiğimiz cüzzamın sebebi 15. yüzyılda şu şekilde açıklanmaktadır: “Cüzzamın sebebi kanın bozulmasıdır. Zira kan galiz olur (yoğunlaşır, sertleşir) ve damarlar içinde donar ve organlar ondan faydalanamaz. Bu nedenle organlar gıdasız kalır. Kanın bozulması, galiz (yoğun) gıdalardan olur.” (Ahmed el-Mardânî, Kitabu’l-Müntehâb fi’t-Tıbb, 133. yaprak)

            Yine bugün virüsten kaynaklandığını bildiğimiz çiçek ve kızamık  hastalıklarının nedeni safranın kana karışması olarak açıklanır. Safra makrokozmostaki ateş unsuruna, kan ise hava unsuruna karşılık gelmekteydi. O halde havaya ateş karışmaktadır yani karşımızda ateşli bir hastalık vardır: “Bu iki illetin sebebi safranın kana karışmasıdır. Bu nedenle kan kaynar ve bedenin dışına vurur. Kızamık ve çiçek veba cinsindendir ama vebadan hafiftirler. Belirtileri şunlardır: Beden ateş gibi yanar, nabız dolu olur (yoğun), yüz şişer, şah damarlar gerilir, boğaz irileşir, ağız tadı tatlı olur, burun kaşınır, göz yaşarır, hapşuruk tutar, korkulu rüyalar görülür, bel ve eklemler sızlar.”

            Yüzlerce yıl dünyayı kasıp kavuran ve pek çok insanın kitleler halinde ölümüne sebep olan, ölenlerin anısına Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde “Veba Sütunları” dikilen, ortaya çıkan trajedilerle birlikte Boccaccio’nun Decameron’u, Camus’nün Veba romanı gibi, edebiyatta da kendine çokça yer bulan veba hastalığının bugün bir bakteriden kaynaklandığı biliniyor. Bakterilerin ve virüslerin bilinmediği zamanlarda vebanın havadaki değişimler, koku ve buharlardan kaynaklandığı düşünülüyordu. Sıradan halk ise, böylesi büyük bir felaketin kendilerini bulma sebebinin “işledikleri günahlar” olduğuna, Tanrıdan gelen bu felaketin ancak Tanrı tarafından yok edileceğine inanıyor; gerek Avrupa’da gerek Osmanlı’da çeşitli ibadetler ve ritüeller geliştiriliyordu (Ayrıntılı bilgiler için bkz. Panzac, 2011). Hekimlerin, tüm çaresizliklerine rağmen bu hastalığı dönemin bilgi dağarcığıyla “ilmî” olarak açıklama çabası ise takdire şayandır. 15. yüzyılın meşhur hekimi Hacı Paşa’nın yazdığı Müntahab-ı Şifa adlı kitapta vebanın sebebi şöyle açıklanır (157. yaprak): “Hastalıklarda bundan daha kötüsü yoktur. Sebebi havanın değişmesi, çürümesi ve kokmasıdır. Kötü kokulardan ve koku yaramazlığından ortaya çıkar. Havadaki bu değişimler fark edildiğinde kan alarak ve müshil içerek bedeni hafifletmek gerekir. Ama veba başladıktan sonra müshil içilmez.”

            Anadolu’da ilk telif tıp eseri Tuhfe-i Mübârizî’yi yazan Hekim Bereket de, vebayı “hava değişimlerinden kaynaklı hastalıklar” konusu içinde ele alır ve şu açıklamayı yapar (34. yaprak): “Hava buharları, terslikler, kötü ağaçlar sebebiyle hava değişir, döner, fena olur. Havanın tabiatı değiştiğinde, küflendiğinde ve özü bozulduğunda orada hastalık olur, ona veba derler. Veba genellikle yazın sonu, güzün başında ortaya çıkar”.  Hekim Bereket, veba sözcüğünü Arapçadaki anlamıyla, yani “salgın hastalık” anlamıyla ele almıştır. Nitekim bugün Korona hastalığı Arapçada “vebâ-yı kurunâ” şeklinde geçmektedir.

Öte yandan, çok daha önceleri, havanın içerisinde bulunup havayla birlikte hareket ettiği düşünülen ancak gözle görülemeyen birtakım yaratıkların varlığından söz edenler de olmuştur: “ve çünkü gözle görülemeyen, havada yüzen ve ağız ve burun yoluyla vücuda giren ve ciddi hastalıklara yol açan, çok hızlı hareket eden tehlikeli yaratıklar vardır.” (Marcus Terentius Varro, Tarım Üzerine, M.Ö. 1.yy.)

            15. yüzyılın sonlarından itibaren Batı’da görülmeye başlanan ve Osmanlı’ya gelen önemli bulaşıcı hastalıklardan biri frengidir. Frengi hakkındaki ilk kitap, dönemin padişahının isteği üzerine, 17. yüzyılda saray hekimi olan Hayatizade Mustafa Feyzi Efendi tarafından yazılır. Batı’da frengi hakkında Sennert, Frocastro, Monardes, Mercado, Fonseca gibi hekimlerin yazdığı kitaplardan faydalanarak ve kendi tecrübelerini de aktararak kaleme aldığı Frengi Risalesi’nde Hayatizade, bu hastalığın üzerinde dönen tartışmaları da ele alır. Hekimlerin yıllarca hastalığın doğasının “har (sıcak)” mı yoksa “barid (soğuk)” mi olduğu konusunu tartıştıklarını, öne sürülen görüşlerin dayanaklarını belirttikten sonra, kendi düşüncesini aktarır ve tüm hekimlerin bu hastalığın zehirli (yani vücuttaki dört humora bu zehrin tesir ettiği),  bulaşıcı ve öldürücü olduğu konusunda birleştiklerini anlatır. Frengi ve frenginin bulaşma şekli de virüsün keşfine kadar sırrını korumaya devam eder.

            Tıp tarihinden çok kısa bir özetle aktarmaya çalıştığım bu hastalıklarda, insanın konumlandırıldığı yer, doğanın tam ortasıdır. Yani insanın havayla, ağaçla, dağla, suyla teması ve yiyip içtiklerinin kendi bedenindeki dönüşüm ve değişimi doğrudan doğruya sağlığın oluşmasını yahut bozulmasını getirir. Çünkü mikrokozmos olan insan, içinde var olduğu makrokozmosun bir yansımasıdır. Dolayısıyla, eski tıp anlayışında insanla doğa arasında herhangi bir aracı yoktur. Tıbbın esas görevi sağlığı muhafaza ve bedenin dengede tutulmasıdır. Makrokozmosta ortaya çıkan bir dengesizlik durumu, örneğin havanın değişmesi, çürümesi, bozulması, mikrokozmosun da dengesini kaybetmesine yani hastalanmasına yol açar. Dolayısıyla eski tıp anlayışında anahtar kelimeler “denge” ve dengenin sürekliliği için “koruyucu hekimlik”tir. Virüsün keşfi, hastalıklarla mücadelenin seyrini ve insanın yeryüzündeki sergüzeştinin akıbetini değiştirmiştir. Ömrü uzayan ve etrafındaki yiyeceklerden, havadan, sudan doğrudan elde edebileceği iyileştiriciler yerine ecza şirketlerinin insafına terk edilen insan, artık içinde yaşadığı ekolojik sistemle bağını tamamen yitirmiş durumda. Bu cümlenin modern tıbbın olanaklarını kötüleyip insanları alternatif tıbba yöneltmekten daha ciddi bir amacı olduğunu vurgulamama gerek yoktur, sanırım. Yüzyıllarca insanı bir ekolojik sistem içinde, bir makrokozmosta konumlandıran ve onu “tabiatı ve mizacına göre” korumaya çalışan algı yerine, kapitalizmin “potansiyel hasta” algısının ikame edilmesi, beraberinde bitmek bilmez bir “sağlık” tartışmasını getirdi. Bir şeyden ne kadar çok bahsediyorsanız, o şey ya o kadar eksiktir, ya da o kadar fazla. Tıbbi keşifler, bilimsel ilerlemeler, modern yaşam standartları insanın metalaşması ve hem kendine hem ekosisteme yabancılaşmasıyla sonuçlandı. Bir şeyleri yanlış anlamış olabilir miyiz? Buradaki tıkanıklığı açabilecek bir deva var mı, bildiğiniz? Mizacınız ne olursa olsun yeter ki havanız güzel olsun diye kestirip atmak da mümkün, tabii. Ama bugün insanlığın sürüklendiği bu açmazın içinden dışarıya doğru azıcık kafamızı kaldırıp şu soruyu sorsak nasıl bir cevabınız olur: Kurduğumuz bu modern dünyanın ve aşırı gelişmiş tıbbın içinde biz neyi kaybettik?       


Kaynaklar:

Bayat, Ali Haydar (2005). Ahmed el-Mardânî, Kitâbu’l-Müntehab fi’t-Tıbb, İstanbul: merkez Efendi Geleneksel Tıp Derneği Yay.

Erdağı-Doğuer, Binnur (2013). Hekim Bereket,, Tuhfe-i Mübârizî, Ankara: TDK Yay.

Kâhya, Esin (1995). İbni Sinâ, El-Kânûn fi’t-Tıbb (Birinci Kitap), Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yay.

Kaya, Emel (2002). Hekim Hayreddin Amasyavî’nin Hulasatu’t-Tıbb Adlı Eseri (İnceleme-Metin-Dizin), Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya.

Kaya, Emel, (2008). Muhyiddin Mehî’nin Müfîd (Nazmü’t-Teshil) Adlı Eseri ve Bu Eserin XV. Yüzyıl Türk Tıp Dilinin Oluşmasındaki Yeri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi, Konya.

Önler, Zafer (1990). Celalüddin Hızır (Hacı Paşa), Müntahab-ı Şifa I, Ankara: TDK Yay.

Panzac, Daniel (2011). Osmanlı İmparatorluğunda Veba (1700-1850), Çev: Serap Yılmaz, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay.

 

             

Bu haber toplam 2871 defa okunmuştur
Gaile 479. Sayısı

Gaile 479. Sayısı