1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. SİZİ UNUTMAK MÜMKÜN MÜ?
SİZİ UNUTMAK MÜMKÜN MÜ?

SİZİ UNUTMAK MÜMKÜN MÜ?

SİZİ UNUTMAK MÜMKÜN MÜ?

A+A-


Pembe Behçetoğulları
[email protected]

Yeniden yazı yazmaya başlıyorum; neydi elimi tutan, bana yazdırmayan tam adını koyamasam da, bir tür ‘ruh yitimi’ olduğunu biliyorum. Ya da ‘umut yitimi’ deyin siz isterseniz. Bir nirengi noktası olmazsa, doğru ile yanlış, adaletle zorbalık arasındaki farkı neden yazsın ki insan, neden konuşsun? Demek ki, hep birşey, daha iyi bir dünya, daha adil, daha haysiyetli bir dünya içindi o umut; ruh da onun ruhu! Şimdi yeniden bir umut, bir umuda inat, bir hayal peşindeyiz belki bazılarımız… Hayallerimiz kırıksa da biraz!
Malumumuz hepimizin, yeni bir hükümet kuruldu; ha bugün ha yarın, DP ile mi UBP ile mi derken, yukardan bir yerlerden aşağıya doğru bir ses düştü: KÜT! O günlerde gazetelerin yazdığına göre, CTP Parti Meclisi’nin “DP ile hükümete evet” kararı aldığı toplantının ortasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay CTP Genel Başkanı Özkan Yorgancıoğlu’nu aradı ve “DP ile koalisyon kurulması halinde, KKTC Hükümeti ile AKP Hükümeti’nin çalışmayacağı”nı iletti (http://www.odatv.com/n.php?n=onlarla-koalisyon-yaparsaniz-bizi-unutun-3008131200#.UiESDPI3q0k.facebook, 15.09.2013). Linkini verdiğim haberin başlığı “ONLARLA KOALİSYON YAPARSANIZ BİZİ UNUTUN” idi. Ondan sonra da hepimizin bildiği şeyler oldu; DP ile koalisyon kararı uygulandı ve koalisyon hükümeti kuruldu.
Habere başlığını veren cümleyi, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın cümle olarak aynen bu şekilde söyleyip söylemediğini tam olarak bilemesek de, mealen bu anlama gelen ve Beşir Atalay’ın aktardığı o söz –ve elbette o söz öyle ya da başka şekilde söylensin, o sözü destekleyen, bir başka ülkenin bir partisinin PM toplantısını yarıda kestirecek kadar kendini ‘esas’ kılan o ‘hareket’; başka kimden gelirse gelsin, şimdiki KKTC Başbakanı, o günlerin CTP parti başkanı Özkan Yorgancıoğlu, başka hiçbir telefonu açmazdı herhalde o toplantının ortasında. ‘Bizi unutun’ derken, kendini bu kadar hatırlatmak?! İşte bunlar hep fazla…!
Etrafınızda bazı ilişkilerde görmüşlüğünüz vardır mutlaka; karı-koca ilişkilerinde, nişanlı ya da sevgili ilişkilerinde, arkadaşlık ilişkilerinde, taraflardan biri o kadar çok ‘genişletir ki varlığının alanını’, o iki kişilik alana ikisinin sığabilmesi için, öteki tarafın hacmini sürekli daraltması gerekir. Hacmi büyütmenin değişik halleri vardır; kararları hep alan olmak istiyor olabilir, beğenmediği durumlarda kapris koyuyor olabilir, sadece kendinin değil, ötekinin hal ve davranışlarında da kontrol hakkını talep ediyor olabilir, her konuda haklı olmak istiyor olabilir, her zaman en hassas, en alıngan o olabilir, her zaman en talepkar o olabilir, en çok harcama onun için olabilir…. Yani olabilir de olabilir! Diğerine kalan, eğer o ilişki sürecekse, sürdürülecekse, karşıdakine yaptığının ne olduğu gösterilmeyecekse, gittikçe daha dar bir alanda ‘varlık’ göstermektir. Bunun adına katlanmak mı diyelim? Peki, hal böyleyken bu bir sevgi, dayanışma ilişkisi midir, yoksa içinde belki sevgiyi, belki dayanışmayı da barındıran, barındırma ihtimali olan, ama aslında ‘öfke’ ve ‘içerleme’ biriktirilen ve büyük bir ihtimalle o öfke ve içerlemenin ya bastırıldığı ya da sürekli başka söz ve davranışlara tahvil edildiği ya da ifade edildiği zaman tehdit edildiği bir ilişki biçimi hasıl olur. İşte bizim ‘anavatan’la ilişkimiz hep böyle!
Küçük bir adanın yarısına sıkışmış, 1974 öncesini saymazsak, 1974’ten sonra kendi ülkesi içinde çizilen bir sınırın öte yanını, kimileri için doğduğu, kimileri için büyüdüğü, kimileri için ebeveynlerinin büyüdüğü ama onlara masal gibi gelen öte tarafı göremeden, adım atamadan geçen üç onyıldan sonra aralansa da hala orada duran bir ‘hat’tın ancak bir tarafında varlık gösteren, bir ülkeden başka bir ülkeye gitmek için ya Türkiye’ye ya KC’ne muhtaç olan, hasılı varlığını var kılmak için cebelleşe-duran Kıbrıslı Türklerle, 70 kusur milyonluk ‘koskoca’ Türkiye Cumhuriyeti’nin ilişkisi bir ‘bağımlılık’ ilişkisi. Buna başka isimler de verebilirsiniz ama ilişkinin doğasını en iyi anlatan sözcük herhalde bağımlılık! Öyle olmasaydı ‘sadece bir koalisyon hükümeti’ sebebiyle bir başka ülkenin başbakanı, o günlerin müstakbel başbakanına ‘ayar’ çekebilir, “bizi unutun o zaman” diyebilir miydi?
Bu bağımlılık ilişkisinin varlığını kanıtlamama gerek olduğunu zannetmiyorum yazımda. Bunu zaten birçok vesileyle iliklerimizde duyuyoruz; hacmi büyüdükçe büyüyen, varlığını bir an bile unutmamıza izin vermeyen, varlığıyla varlığımızı mas eden, kendi varlığına sürekli iltimas geçen bir vasi: Para gönderiyor (ama galiba sürekli borç hanemize yazıyormuş), hükümetler kuruyor, hükümetler bozuyor, paketler gönderiyor, kemer sıkmalar buyuruyor, unut diyor, unutma diyor, besleme, maaşın kaçtı bakiim diyor, bu sendikalar da çok oldu diyor, ve en son olarak da (ki son olmayacağını da biliyoruz) TOMA’sını gönderiyor.
Haberin başlığını okuyup duruyorum: Bizi unutsunlar, bizi unutsunlar, bizi unutsunlar. Tamam da, nasıl unutacağımızı söylemiyor! İçimize işlemiş, tüm kurumlarımıza az çok ‘dokunmuş’, böylesine hacimli bir ‘cüssenin’ yanında hafifçe iterek ne zaman kendimize biraz yer açmaya çalışsak yeniden kendini hatırlatıyor: Bizi unutun! Hop, gene unutamıyoruz tabii haliyle!!!
Peki de, bu kadar unutamıyorsak, unutmak için neler yaptığımıza biraz başka bir gözle bakmak gerekmez mi acaba? Şimdi sesli düşünsem ve desem ki; unutmak değil de, cüssesiyle bizden habire kopardığı o alanı yeniden bize (ve dünyaya) ait kılmak için, her zaman başladığımız yerden değil, hep gittiğimiz yollardan değil de, tali yollardan biraz gitsek!? Demek istediğimi biraz daha açayım:
Bir temel varsayım var; Kıbrıslı Rumlarla bir barış/çözüm noktasına varana kadar, Kıbrıs’ın kuzeyindeki yaşam birçok bakımdan Türkiye’ye bağ(ım)lı. Neden? Çünkü kendine yeter bir ekonomi-siyasal sistemden yıllar içinde kopartılmış, ve bu sürece de öyle ya da böyle ‘hayır’ diyememişiz. Şimdi ne zaman bir ‘haysiyet’ beyanatında bulunsak toplum olarak, karşımıza hep bu ‘bağımlılık’ sorunu çıkıyor. Memurunu ödeyecek maaşın gelmeyecek, şu’yun olmayacak, bu’yun kalmayacak! Dolayısıyla bu bir fasit daire ve dairenin tam ortasında ‘kocaman bir öfke’! Senden sürekli alan koparmış, varlık alanının büyük kısmına yerleşmiş bir ‘anne-baba’ figürüne karşı verilen bağımsızlık mücadelesini düşünün –hep daha çoğuna ihtiyaç duyarsınız. O alandan onu itmeniz gerekir, çekil demeniz gerekir, bırak demeniz gerekir –ama o kolayına bırakmaz: Beni unut der ama o seni ‘unutamaz’! Kim ayrıcalıklarından kolayına vazgeçer ki? O zaman; ne kadar çok alan açmaya çalışırsanız çalışın, onun çizdiği paradigma içinde o arayı kapatmanız ve o alanı geri almanız –büyük konjonktürel değişiklikler olmadığı sürece– pek kolay değil.
Peki, o zaman ne yapmalı? Elbette bir yandan, o içerde birikmiş öfke taşıp taşıp duracak, çekil biraz, of bırak artık da diyeceğiz belki. Ama sanki öte yandan da sürekli ‘daha çok’ üzerine kurulu bu devletler-ekonomiler-vs’ler rekabetine biraz çomak sokmak için tali yollara sapmalı. ‘Daha çok’ değil, ‘daha az’ mesela… Hop, kendimizle yüzleştik, ya da yüzleşeceğiz. Ne demek ki bu ‘daha az’?
Daha az tüketmek mesela… Örneğin kamu maliyesindeki gelir-gider’I dengeleyici düzenlemeler için yeni bir ‘toplumsal sözleşme’ tartışması başlatılmalı –ama projelendirerek; yani kısa, orta ve uzun vadede olacakları/kazanımları/kayıpları açıkça toplumla paylaşarak! Mesela maaşlarda biraz kısıntıya giderek! (Bunu yazarken bütün o kazanılmış haklar dağarcığıyla birlikte bu cümleyi okuyan herkesin yazdığıma/bana sinir olma potansiyelini iliklerime kadar hissettim) Sonra (iki hafta sonraki roportajımda sorularımla daha uzun uzun anlattıracağım) sürdürülebilir-pasif enerji konusundaki kişisel veya kolektif girişimlerin yasal düzenlemelerle birlikte önünü açmak! Yani o kazandığımız diyelim ki ekstra 500 TL’yi elektriğe (harala gürele her odada çalıştırdığımız klimaları düşünün) ödeyecekken, o konuda yaratacağımız yenilikle, o 500 TL’yi ne kazanacağız (maaşlardan kesinti yapsak mı diye sesli düşünmüştüm ya), ama ne de harcayacağız mesela! Elbette bunlar bugünden yarına hemen olacak şeyler değil –ancak bunların birileri tarafından ciddiye alınıp projelendirilmesi, hiçbir yerinden çıkışını bulamadığımız bağımlılık ilişkilerinde de bize bir kapı aralayabilir.
Tabii ki bununla bitmez bu iş; aynı anda da öteki öteki’miz Kıbrıslı Rumlarla federal bir kültür oluşturmak için yapmamız gerekenler var. Belki, az önce ‘patlayan’ haberi (Trabzonspor’un doğrudan Larnaka havaalanına indiği haberini) doğru okuyarak, Kıbrıslı Rumlarla Türkiye’nin birbiriyle barışmaya –ister bunun nedeni reel dış politika dengeleri olsun, isterse de sermayenin birbirine doğru akıp akıp birleşme ve rekabet etme hevesi– ‘hazır’ olduğundan hareketle, bu iki ‘bizden’ büyük gücün arasında ezilip büzülmek yerine, onların barışma zeminlerine katkı koymak da bunlardan biri olabilir. Bundan kastım, totaliter olanla barışmak değil; bu iki kültürün içindeki demokratik mirasın buluşmasına –belki- ve oradan da geniş anlamda ‘barış’a bulaşmasına zemin hazırlamak!
Belki ben bir rüya görüyorum. Belki bu size saçma gelecek bir rüya… Ama benim rüyama yakın rüyalar gören başka düşçüler de varsa, o rüyada biraz kalmak, bunun üzerine biraz düşünmek fena olmayabilir gibi geldi bana! Sizce?
Yani diyeceğim o ki; bizi unutun diyenler unutuyorlar ki, orada unutamayacaklarımız var. Örneğin Gezi olayları sırasında ölen çocukları unutamayız. Güce tapınmanın, kendi iktidarınla büyülenmenin sonuçlarını unutamayız. Unutmak da istemeyiz. Ne Akdeniz’in kuzeyindekinin sebebiyet verdiklerini, ne güneyimizdekilerininkileri, ne de kendimizinkileri! Ama unutamadığımızı, bize sürekli hatırlatılanların sonuçlarını dönüştürmek, ve hem kendimiz, hem de yanıbaşımızdaki Kıbrıslı Rum ve Türkiyeli dostlarımız için daha yaşanılır bir dünya kurmak rüyamız olabilir. Olur mu bilmem… Ama belki de o rüya zaten bizi görüyordur!

Bu haber toplam 1426 defa okunmuştur
Gaile 232. Sayısı

Gaile 232. Sayısı