1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Şiirle Gerçekliği Kavramak Açısından Fatma Akilhoca’nın Taş’ı
Şiirle Gerçekliği Kavramak Açısından Fatma Akilhoca’nın Taş’ı

Şiirle Gerçekliği Kavramak Açısından Fatma Akilhoca’nın Taş’ı

Akilhoca’nın son şiir seçkisi “Taş”ta yenilgiyi, çaresizliği kabul etmektense, travmalarımızla yüzleşerek yaşama umutla tutunma direncinin somutlaştığı şiirler öne çıkıyor.

A+A-

Ahmet Yıkık
[email protected]

Genelde edebiyat ne işe yarar ve özelde şiirin insan yaşamındaki yeri ya da gerekliliği üzerine ara ara düşünmenin yararlı olduğu kanısındayım. Çünkü bu şekilde, metinlerin yalnızca vakit geçirme ve eğlence araçları olmadığı yönündeki farkındalığımızı koruyabiliriz.  Şiire odaklanacak olursak konuşma yetisine kavuştuğundan beri insan türünün önce sözlü sonra yazılı kültüründe şiirin vazgeçilmez bir yeri olduğu yadsınamaz. Gerçekten de dünya yüzündeki varlığını anlamaya, anlamlandırmaya çalışan birey ve toplulukların eskil çağlardan günümüze ulaşan en eski anlatı metinlerinin ölçülü ve uyaklı uzun şiirler olduğunu arkeologların çalışmaları ortaya çıkarmıştır.  Bu metinler üzerinde çalışan antropologlarsa, insan türünün yüzyıllar boyunca oluşturduğu kültürlerin izini sürme olanağı bulmuşlardır. Gerçi arkaik metinlerin -ister yaratılış ister epik/ kahramanlık mitleri olsun- yalnızca kişilerin hikâyelerini anlatmadığı tespit edilmiştir. Çünkü çoğu zaman insan nitelikleri taşıyan tanrısal varlıkların kendi aralarındaki mücadeleler bu metinlerde önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca tanrı ve tanrıçaların insanlarla kurdukları ilişkileri aktarmak suretiyle gerçeküstü bir kozmos çizerler. Bu bakımdan şiir formunda yazılan edebi metinlerle dinî metinler arasındaki benzerlik ve etkileşim dikkat çekicidir. Dolayısıyla şöyle bir değerlendirme yapılabilir: Şiir formundaki anlatılar daha en başından toplumları bir arada tutmak ya da toplumsal yaşamı düzenlemek için insan türünün yaslandığı değerler sistemini yaymak için araçsallaştırılmıştır. Kısacası, şiir kültürün gerek inşasında gerekse muhafaza edilerek sonraki kuşaklara aktarılmasında belirgin bir rol oynamıştır. Bu durum bir bakıma daha en başından beri şiirin siyasetle ya da başka bir ifadeyle, iktidarla doğrudan ya da dolaylı bir diyalog kurarak gelişimini sürdürdüğünü göstermektedir.

Temel malzemesi dil olan şiir, sesler ve bunların şekilsel/ görsel karşılığı harflerle yazıya geçirilir. Böylece toplumsal yaşamın farklı bireyler tarafından nasıl algılandığını gözlemlemeyi mümkün kılar. Bunun sebebi toplumsal bir varlık/ canlı olan insanın fıtratı gereği bireysel anlatılarda bile kaçınılmaz olarak toplumsal yaşama ilişkin düşünümsel alanlar açma/ tasarlama çabasıdır. Söz konusu güdünün belki mevcut olanı değiştirerek daha iyiye dönüştürme arzusundan ileri geldiğini söyleyebiliriz. Günün sonunda, içine doğduğumuz topluma hükmeden söylem ve değer yargılarıyla sürekli bir pazarlık, müzakere halinde geçen sınırlı bir zaman dilimi değil midir insan ömrü? Sözcükleri görsel imgelere dönüştüren şiir sayesinde biz okurların gözünde bin bir türlü manzaralar canlanır. Çeşitli zaman ve mekânlarda zihinsel yolculuklara çıkar, insan doğasına ilişkin hayal gücümüzün ötesinde özellikler keşfetme olanağı buluruz. Kendimizi tanıma ve gerçekleştirme yolunda önümüze çıkan engellerin sandığımız gibi aşılmaz olmadığını algılarız. Ayrıca, yeri gelmişken şiirin bir diğer katkısına daha değinmek isterim: Şiir, insan doğasını daha yakından tanımamıza ve kendi varoluşumuza dair bilinç geliştirmemize kılavuzluk eder. Bu noktada vurgulamak isterim ki yaşamı anlamlandırma çabamızda şiirin bize sunduğu farklı bakış açılarının değerini hafife almamak gerekir.

Şiirin özü üstüne kafa yoran edebiyatçı, felsefeci, araştırmacı veya okurlar doğal olarak söz konusu yazın türünün gerçeklikle ilişkisi üzerine eğilmekle işe başlamışlardır. Kökeni doğanın taklit edilmesine uzanan ve Aristo’dan bu yana süre gelen mimesis/ temsil savını anımsamak bize bu doğrultuda sağlam bir dayanak oluşturacaktır. Bu görüşe göre şiir ve pek tabii tiyatro vs. yazın türlerinin temel esin kaynağı doğa, bir başka deyişle, dış gerçekliktir. Şair, dış gerçeklikten aldığı esinle yapıtını oluşturur. Tabii, yine Platon’un idealar fikrini hatırlayacak olursak duyu organlarımızla algıladığımız nesnelerin aslında gölgeler hükmündeki ikincil nesneler olduğunu kabullenmemiz gerek. Sonuçta, şiirin, sanat eserinin ancak üçüncül bir gerçeklik yani yanılsamanın yanılsamasına karşılık geldiği gibi bir çıkarıma varırız, çaresizce. Oysa böylesi bir yaklaşım şiiri değersizleştirmek, hor görmek riskini barındırır. Dolayısıyla, yanılgıya düşebiliriz.

Antikçağ’dan günümüze şiirin gerçekliği temsil etmesiyle birlikte saf güzelliği içermesi gerektiğine ilişkin tartışmaların süregeldiğini de es geçmememiz gerekir. Burada, biçimsel bir güzellik akla gelebilir. Şöyle ki şiiri oluşturan sesler, sözcükler, bunların bir araya gelerek oluşturdukları dizeler, sayfadan/ ekrandan yansıyan genel biçim/ resim, yapıyı oluşturan başlıca birleşenler olarak işlevsel bir rol üstlenirler. Dahası organik bir bütün oluşturmaları beklenir. Bunların yanı sıra her şiirin kendine özgü bir ritim, müzik içerdiğinin altını çizmek gerekir. Ancak okuma eylemi neticesinde okurda uyandırdığı duygunun güzellik yargısına götüren temel etken olduğu kanımca tartışma götürmez. Başka bir ifadeyle, şiirin bize ‘dokunma’sı okur olarak ona değer biçerken dikkate aldığımız en belirleyici özelliklerinden biridir. Öte yandan şiir dolayımında güzellikle gerçeklik tanımlarına varma çabasının bizleri kaçınılmaz olarak idealize modellere/ örneklere yöneltebileceğini unutmamalıyız.  İşte bu noktada, şiire daha dar ve belirgin bağlamlardan/ çerçevelerden yaklaşmak bizi enginlerde boğulmaktan ya da sayısız olasılıklar arasında kaybolmaktan kurtaracaktır.

Üstte değindiğim noktalardan hareketle Fatma Akilhoca’nın şiiri/ poetikasını C. Wright Mills’in “sosyolojik tahayyül” kavramı çerçevesinde irdeleyeceğimi belirtmek isterim.  Sosyolojik tahayyül kavramı özünde bireysel meselelerimizin aslında çevresel ve toplumsal meselelerden ayrı düşünülemeyeceğine dikkat çeker. İçine doğduğumuz çağ, toplum bağlamında tarihî, ekonomik ve toplumsal koşullarla bireysel yaşamımız arasında çok güçlü bağlar, etkileşim söz konusudur. Bunu edebiyat üzerinden konuşacak olursak bir şairin eserlerinde ele aldığı konular üstte değindiğim bağları görünür kılmaktadır.

Akilhoca’nın şiirine sosyolojik açıdan yaklaştığımızda şairin biyografisiyle çevresel koşulların belirleyici etkisi kolayca görülebilir. Osmanlı toprağıyken bir İngiliz sömürgesine dönüşen Kıbrıs, 1960’ta bağımsızlığını kazanır ve Kıbrıs Cumhuriyeti kurulur. Hemen sonrasında ise iki toplumlu çatışmalar ortaya çıkar. İşte Akilhoca böylesi tarihî ve toplumsal koşullar içerisinde gözünü Lefkoşa’da dünyaya açar. Sömürge toplumlarında görülen farklı dinî ve etnik gruplar arasındaki çatışmaları gözlemler. Sonuç olarak savaşın yol açtığı hem bedensel hem psikolojik travmalara maruz kalır. Bunlara paralel olarak küçük bir adada yaşamaktan kaynaklanan daha başka birçok kısıtlamalarla yüzleşmesi gerekir. Tüm bunların yanı sıra sanayileşmiş bir toplum düzenine geçememiş ada yarısında ataerkil toplumsal düzenin kadını dışlayan yapısal baskılarını soluğunda hisseder. Akilhoca, böylesi bir arka planın yükünü omuzlarında taşıyarak 2001 yılında İstersem Güneşi Tutabilirim adlı ilk kitabını okurlarla buluşturur. Bugün çeyrek yüzyıllık bir şiir birikimini yansıtan altıncı şiir kitabı Taş’ı kutlamak ve tartışmak isterim. Açıkçası bir anlamda Kıbrıs Türk edebiyatı içerisinde milenyum, 2000’ler kuşağına dahil edebiliriz Akilhoca’yı. Sırası gelmişken 2003’ten bu yana Kıbrıs’taki toplumsal yaşamı kökünden değiştiren Kuzey ile Güney arasındaki geçiş kapılarının açılmasının şairin gerek yaşama gerekse şiire bakışına etki ettiğinin altını çizmek isterim.  Bunu Taş’ta yer alan şiirlerinde eğildiği meseleler ve temalardan kolayca gözlemleyebiliyoruz.

Buraya kadar dile getirdiğim noktalardan anlaşılacağı üzere Akilhoca ve Taş’a sömürge sonrası edebiyat çerçevesinde yaklaşmak şiirleri bu kuram çerçevesinde sosyolojik tahayyül kavramından okumak ve incelemek kanımca biz okurlara kavrama kolaylığı sağlayabilir.  Taş, Fatoş Avcısoyu Ruso’nun editörlüğünde 2025 yılında Işık Kitabevi tarafından yayımlandı. Kitap “Gaga Kırığı”, “İçime Düşen Taş”, “Seyir Halindeki Taş” ve “Gaga Şifası” olmak üzere dört bölüm olarak tasarlanmış ve toplamda kırk şiir ihtiva ediyor. Başlıklara bir göz gezdirmek daha şiirlerle gerçekleştireceğimiz gezintiye çıkmadan önce biz okurlara lirik şiirlerle karşı karşıya olduğumuz intibasını veriyor. Nitekim şiirleri okudukça bu ilk izlenimin geçerli olduğunu hemen kavrıyoruz. Şiir kişileri [ki bunların kadın olduğu belirgindir] duygusal bir ton kullanarak bellekte biriktirdiklerini gerçekle gerçek üstünün, şimdiyle geçmişin birbirine eklemlendiği sınır tanımayan boylamlar üzerinden aktarıyorlar.

Şairin bu yeni kitabında belirli metaforlara yoğunlaştığı gözlemleniyor. Kanımca, bilhassa kuş metaforunun üzerinde durmak Taş’ta bir araya gelen şiirlerin içerdiği ortak bir noktaya ışık tutmak için gereklidir. Bu doğrultuda öncelikle kitabın açış/ ilk şiiri olan “açık kutudan” başlıklı şiiri açımlamak, ileri sürdüğüm savın daha açık kavranmasına yardımcı olabilir. Akilhoca, söz konusu şiiri Varosha’ya (yani Kapalı Maraş’a) adadığını belirtmektedir. Dolayısıyla daha ilk şiirden itibaren okuru bölünmüş Kıbrıs’taki sakinlerinin yerlerinden edildikleri; evlerinde, kentlerinde yaşama hakkının ellerinden kaba kuvvetle, şiddetle, bir başka deyişle, savaşla alındığı; uzun yıllar askeri personel dışında kimsenin girmesine izin verilmeyen ve son birkaç yıldır siyasilerin aldığı ani bir kararla sivillerin bir turist gibi gezmesine izin verilen bir yerleşim yerinde dolaştırıyor. Şiire başlık olarak seçilen “açık kutudan” ifadesi kendi içinde bir söz oyunu barındırıyor. Hem özgürlüğe gönderme yapıyor hem de kapanmışlık/ kıstırılmışlık durumunu çağrıştırıyor.  Dahası metinler arası çağrışımları da içinde barındırıyor. Antik Yunan mitolojisindeki Pandora’nın kötülük saçan kutusunu akla getiriyor. Bu noktada edebiyatın ve pek tabii şiirin süreklilik arz ettiğini anımsatmak gerek. Harold Bloom’un Etkilenme Endişesi Bir Şiir Teorisi [Metis Yayınları, 2008] kitabında altını çizdiği gibi, bugün yazılan şiirle eski metinler arasında bir süreklilik vardır. Bununla birlikte, yetenekli şairler seleflerini “yanlış okuyarak” aynı temayı kendi eserinde dönüştürebilmekte başarı gösterebilirler.

Şiirin ilk altı dizesi şöyle:

“Taş

kanatlarımı açtığımda durdu pış pışlamalar

uyandı sırtımdaki güzellik

indim

gölgede uzun kalana

gagaladım tortusunu

acı tadını duyarak yutağımda”

Bu dizelerden yola çıkarak şiir sesinin/ kişisinin bir kuş olduğunun ayırdına varıyoruz. Anaç bir ton duyumsanıyor. “Kanatlarımı açtığımda” ifadesi elbette kolaylıkla uçmakla özdeşleşen özgürlük kavramına gönderme yapıyor. Bununla birlikte şiir kişisi hemen sonrasında pış pışlamaların durduğunu vurgulama gereğini duyuyor. Bir yandan p ş seslerinin tekrarlarını içeren “pış pışlama” sözcüğü aynı sessizlerin tekrarıyla aliterasyon oluşturuyor. Okur olarak betimlenen sahneyi duyularımızla algılamamızı kolaylaştırıyor. Kanlı canlı bir kuşun kanat çırpması sırasında çıkardığı sesi işitir gibi oluyoruz.  Ancak “pışpışlama” sözünün içerdiği iki anlama da dikkat çekmek gerekir:

1. Bebeği yavaş yavaş kucakta sallayarak uyutmaya çalışmak.

2. Avutmak, teselli etmek. [TDK Günlük Türkçe Sözlük]

İşte bu noktada, izleyen dizelerle birlikte şiirin biz okurlara çoğul anlam katmanları sunduğunun ayırdına varıyoruz. Burada ataerkil kısıtların dışına çıkma eylemini sergileyen bir kadın öznenin bölünmüş adanın gerçeklikleri üzerine sevecen bir tavırla yeni bir söylem oluşturmasına tanık oluyoruz. Şiir anlatıcısı dişi ses, ne zaman ki özgürleşiyor, eril söylemlerin vurguladığı milliyetçi ve ötekileştirici söylemlerin kendisini avutmadığını açıkça ifade ediyor. Maraş üzerinden Kıbrıs’ın yakın tarihinde yaşanan acıların tek taraflı yaşanmadığının bilincinde olduğunu yıkıntılar üzerinde söyleştiği/ kişileştirilen bir çiçek metaforuyla dile getiriyor. Yaşananlardan üzüntü, suçluluk ve en önemlisi sorumluluk duyan bireyin masalımsı bir atmosferde “mezar bekçisi olduğumu/ söyleyemedim ona” itirafı oldukça dikkat çekici. Bir yandan geri dönüşü olmayan hüzünlü bir geçmişe, toplumsal tarihe gönderme yapılmasına tanık oluyoruz. Öte yandan tüm yıkıntıların üzerinden filizlenen çiçek imgesiyle ya da metaforuyla şiirin kadın öznesinin barışa yönelik umudunu koruduğunu gözlemliyoruz. Şiir şu dizelerle son buluyor:

“açtım kanatlarımı, gagam kopuk

 rüzgârın hafızasına”

Burada, ironik bir durumun farkına varırız. Kadın özne bir yandan kanatlarını açar, yani özgürleştiğini ilan eder. Öte yandan “gagam kopuk” ifadesiyle sesinin işitildiğinden kuşku duyduğunu açık eder. Onun zaman zaman umutsuzluğa düşmesinin nedeninin “rüzgâr” imgesiyle metaforlaştırılan ataerkil düzen olduğunu anlarız. Ama yine de şiir sesi edebiyat aracılığıyla okurların yüreklerine, bilinçlerine dokunabilmenin mümkün olduğunun farkındadır. Zannederim ki Akilhoca’nın kitabın son bölümüne “gaga şifası” başlığını vermesi buna işaret etmektedir. Sorunlara çözüm bulmak için karşımızdakilerle konuşmak atacağımız ilk adım olmalı. Seslendikçe, sesimizi duyurdukça pay sahibi olabiliriz çünkü toplumsal düzenin işleyişinde. Bu bakımdan çabalarımızın yararsız kaldığı düşüncesini aklımızdan savmalıyız.  Belki Akilhoca’nın “elma” başlığını taşıyan şiirinde bize vermek istediği mesaj budur:

“ne işe yarar bir damla su

ısırılmış elmada”

Yüzeyde umutsuzluktan, çaresizlikten yakınma hissi verebilir bu şiir. Gelgelelim bir parça derinlemesine kavrama çabasına giriştiğimizde, iki dizelik şiirdeki “su” sözcüğünün içerdiği “yaşam”sal çağrışımların yanı sıra eylemselliğin değerine göndermede bulunulduğunu algılarız arka planda. Kısacası, Akilhoca’nın son şiir seçkisi “Taş”ta yenilgiyi, çaresizliği kabul etmektense, travmalarımızla yüzleşerek yaşama umutla tutunma direncinin somutlaştığı şiirler öne çıkıyor. Ayrıca şair, insan doğasının engelleri, sınırları aşma kapasitesinin sandığımızdan çok daha büyük olduğunu fısıldıyor dize aralarında. Tüm bunlarsa postkolonyal bir edebiyat çerçevesinde kalem oynatan bir kadın şair olarak Akilhoca’nın poetikasını oluştururken bireyle toplum arasındaki bağları şiirinde incelikle işleyebildiğinin göstergesi. Taş’taki şiir sesleri, kendi gerçekliğimizi toplumdan bağımsız oluşturamadığımızı dile getiriyorlar ısrarla. Öyle ki kitabı bitirip kapattığınızda bile varoluş biçimlerinin çeşitliliğini öneren şiir öznelerinin lirik sesleri kulaklarınızda yankılanmayı sürdürüyor.

Bu haber toplam 1551 defa okunmuştur
Gaile 519. Sayısı

Gaile 519. Sayısı