1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. RÜZGÂRA YAZILANLAR…
RÜZGÂRA YAZILANLAR…

RÜZGÂRA YAZILANLAR…

Nazlı Eray’ın “Arzu Sapağında İnecek Var” kitabına başladım. Bir dostun doğum günü armağanı. Bardak, vazo, özenle seçilmiş ve bir avuç para verilmiş diğer armağanları dolaplara istifliyorum (geçmiş yıllarda verilenlerin yanına.)

A+A-

Neriman Cahit

 

Nasılım mı diyorsun…

İyiyim… Öldürücü kazalar ve hastalıklar listesinde geçmiyor daha adım…

***

Nazlı Eray’ın “Arzu Sapağında İnecek Var” kitabına başladım. Bir dostun doğum günü armağanı. Bardak, vazo, özenle seçilmiş ve bir avuç para verilmiş diğer armağanları dolaplara istifliyorum (geçmiş yıllarda verilenlerin yanına.)  Bu bir tek kitap kalıyor elimde armağan olarak. “Sana, senin için” diye imzalamış arkadaş…

Nazlı Eray’ın, “Geceyi Tanıdım – Erastatus” ve “Kız Öpme Kuyruğu”nu okudum. Bir de, “Aşk Artık Burada Oturmuyor” kitabını aldım ama okumaya bir türlü zamanım olmadı; şöyle bir karıştırmıştım.

“Arzu Sapağında İnecek Var” kitabının ilk sayfasındaki Şiir çekiyor beni. “Biletçi / Bir paso bana/ İndir beni çocukluğuma / Sevgilim / Sen misin O / Söyle var mıydın / Yitirdim mi seni yoksa…

Bir karyolanın gıcırtısında / Tabaktaki bir akşamüstünde / İpinde bir paraşütün / ya da / Eski bir ceketin içinde / Üstüme gece yağmuru yağmış / İyi düşün / İki durak var daha / Arzu sapağına…”

İlk öykü ilgimi çekti: “Semra Hanım ve Marie Antionet’te bizim evde” adını taşıyor. Eray, bir dergi için hazırladığı, “Düşsel Söyleşilerden” yola çıkmış: Semra Özal ve Marie Antuanette’i evinde karşılaştırıyor. İki ünlü kadının kendi yaşadıkları dönemlerde donatımları ve birbirleri karşısındaki şaşkınlıklarını çok güzel vermiş. Adeta nefesimi tutarak okudum.

Bununla da kalmaz, Fransız Devrimi’nin ünlü kişilerini 21. yüzyılın Amerika’sına getirir. Olaylar, tarih, tutku ve erotizmin çerçevesinde adeta birbirinin içine geçerken gelişir.

Nazlı Eray, gerçekten bir fantezi ustası. Gecenin üçüne kadar elimden bırakamadım. Sonra uyku bastı. Sabahın köründe telefonun çalışı beni Marie Antionet’ten kurtardı.

Belli ki beni etkilemişler çünkü rüyamda tası tarağı toplamışlar, benim eve gelmişler… Telefon çalmasa kim bilir kaç saat daha apışıp kalacaktım aralarında…

***

Çıkmazlardan, yorgunluklardan kurtuluş yok… Sesimle değmeye çalışıyorum yüzüne. Aşılmaz bir duvara çarpıyor martılarım…

***

Biraz sonra düşünceler girdaplarına saracak beni biliyorum. Ama tekrar başlasam aynı şeyleri yaşardım yine bir eksiksiz…

***

“Bir Of Çeksem Karşıki Dağlar Yıkılır”

Kendi efkarımı, kendim hafife alıyorum: Hangi Dağlar?

Beşparmaklar mı… (Beşparmakların hali mi kaldı?) Yoksa, Trodoslar mı?..

T’leri, R’leri karıştırıyorum.

Yoksa Toroslar mı?..

Ya içindeki dağlar… Onları yıkmak için kaç “of” gerek…

***

Burada – bu ülkede sanki bir şeyler yanlış… Aslında, yıllardır, her şey kocaman bir yanlış!!!

Ve bu kent… Lefkoşa… Benim Lefkoşa’m…

Ama artık değil… Sanki kişiliğini yitirmiş, yıllar yıllara eklendikçe… Hayat, gün be gün travmaya dönüşmüş, azaldıkça azalmış… Hem o hem de biz…

Evlere lalettayin insanlar doluşmuş. O güzelim sur içi evlere, eski konaklara bakıyorum…

Boyunları bükük, gamlı birer silüet… Çoğunun özellikle de Reşadiye, yeni Cami, Gölek ve Kuru Çeşme, çocukluk ve gençliğimin geçtiği yerler. Büyük bölümünde yaşayanların, paylaştığımız onca anının izlerini boşuna arıyorum, taa can evimdeki hiç eksilmeyen kısık bir hıçkırık gibi…

Sık sık dolaşıyorum o mahallelerde… Kaçabilenler kaçmış… Tek tük kalanlar da (sanki) her anlamda küçülmüşler, buruşmuşlar, hayata birkaç bundo küçük kalan naftalin kokulu – aslında güve yeniği elbiseler gibi… Her gittiğimde biraz daha buruşmuş gibiler… Yaşamın hiçbir çizgisi, hiçbir rengi artık onlara ait değil gibi… Birileri sanki sürekli oynuyor hayatlarıyla… Artık…

Her şey kanıksandı…

Ayrılık bile, ölüm bile…

Artık konuşulmuyor, anlatılmıyor bile geçmiş ve yaşananlar… Hayatta şimdiler…

Sanki yaşananların konuşulamaması, anlatılmaması… Unutulmaktan değil… Unutamamaktan aslında…

***

Beni yine şaşırttı…

Beklenmedik zamanlarda gelişiyle değil sadece… Sanki iki kimliği var… Birincisi çok duygusal, insancıl ve sevecen… İkincisi, gerçekçi, dobra dobra konuşmayı seviyor…

İki kimliği – farklı düzlemlerde bir biriyle çakışıyor… Hatırlıyorum…

Bir gece soluk soluğaydı… Bir zaman penceresinden geçmişe baktı… Ben onu izlerken, çok eskilerde kalan düşler topladım…

Yüreğimizde ince sızılar yoktu o yıllarda. Ben Edip Canseven’den, Atilla İlhan’dan şiirler okurdum saatler boyu… Uzun, güpgüzel günler düşlerdik… Acı veren mehtaplar kesmezdi yolumuzu…

“Üşüyen bir çocuk sızıyor bazen ıssız gözlerinden” demişti bana bir akşam üstü…

O çocuk hala üşüyor hatta daha da fazla… Ama hala çocuksu bir yanı var…

O, hiç büyümesin çocuk kalsın istiyorum…

Ama, öylesine bir düş yorgunu ki!

Yüzüne bakıyorum, gözlerine…

O anda, sararmış bir çınar yaprağı düşüyor yere… Gözlerinden… Sonra ağlayarak bir yürek çiziyor havaya…

Ellerini tutuyorum yavaşça… O, büyümemiş, hiç büyümeyecek çocuğun…

Yüzüne bakıyorum uzun uzun… Minnacık burnu, ince dudaklarıyla… Öylesine…

Ve ben onda… Harup ve zeytin ağaçlarının o tanrısal huzurunu hissediyor… Bal rengi gözlerinde çok eski, ortak anıların güzelliğini yakalıyorum…

Evet… O, bunu bazen yakalar… Geçmişi önüme serer… Bazen çok eski, huzurlu bir şarkının, bazen bir anının eşliğinde…

***

O’nun Akdeniz’e benzeyen ılık yüzüne dokundum… Edip Cansever’in kulağıma fısıldadıklarıyla giyindim: “Kaplasam her yerleri, mavilerden bir soluk bilsem /  olmazsa biçip, biçip denizlerden giyinsem…”

Ve bir başka Şair, Ataol Behramoğlu karıştı söze: “Çocuk Sevmeyi, çiçek koklamayı unutma / En zorlu anındayken bile kavganın / Gökyüzüne bakmayı unutma…” (Hangi kavga, kaç kavga!!! Ve kiminle!!!

Birileri yine “hain” diye haykırdı… Hâlâ yanlışlar içinde bocaladığımı söyledi)

Nerdeyse hiçbir şeyin doğru olmadığı bir ülkede, yanlış / hain ilan edilmek olsa olsa namuslu bir şeydir… Ve bu olsa olsa bir keyiftir…

Herkes, durduğu / bulunduğu yeri korumanın telaşındayken… Eğer dışlanmışsan… Kendin olma şansın daha yüksek olur… Dışarda kalırsın… Ama “kendin” olmanın bahtiyarlığı o kadar büyük ki…

Birbirimizi sevmeme, çekememe had safhalara varmış. Hangi ucundan tutmak istersen elinde kalıyor. Her arkadaş, kendi vahşi ormanında zırhını kuşanmış, uzak yakın kimseyi istemiyor yanında. Oysa, tek bir bitkiyle / çiçekle nasıl bir bahçe olacak… Birbirimize sevgi, daha da ötesi saygı duymadıkça, yitirdiğimiz saygı ve sevgiyi tekrar kuramazsak…

 

Bu haber toplam 2460 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 330 Sayısı

Adres Kıbrıs 330 Sayısı