
“Kıbrıs’ı dünyaya göstermek istedik”
Yönetmenliğini Cey Sesigüzel ve Andreas Tokkallos’un üstlendiği “Zaman geçiyor, insanlar gidiyor… ama hikâyeler kalıyor” belgeseli, Kıbrıs’ın iki yakasında yankılanan geçmişi, sessiz tanıklıkları ve ortak acıları bir araya getiriyor.
“Zaman geçiyor, insanlar gidiyor… ama hikâyeler kalıyor.” The Divided Island tam da bu cümlenin izinde doğmuş bir belgesel. Yönetmenliğini Cey Sesigüzel ve Andreas Tokkallos’un üstlendiği bu belgesel, Kıbrıs’ın iki yakasında yankılanan geçmişi, sessiz tanıklıkları ve ortak acıları bir araya getiriyor. Görüntüler ve anlatılar aracılığı ile belleklerimizi tazeleyen bu film, yalnızca bir coğrafyanın değil, bir halkın hatırlama biçiminin sinemadaki karşılığı gibi… İngiltere’de 40 bini aşkın kişinin izlediği The Divided Island, Kıbrıs’ın kültürel belleğine dokunan en güçlü çağrılardan biri olarak bizden sonra da var olacak.
İngiltere’de prodüksiyon şirketi olan Cey Sesigüzel öncelikle yönetmen olmaya karar verme sürecinin nasıl geliştiğini bizimle paylaşıyor.
“Kuzey Londra’da doğdum ama her yıl, hiç aksatmadan, annem ve babamla Kıbrıs’a gelirdik. Ada’nın tarihi, kültürü ve insanları beni hep büyülemiştir. Kıbrıslı Türk olmaktan daima gurur duydum. Liseyi bitirdiğimde tek hayalim film yönetmeni olmaktı. Ünlü yönetmenlere büyük bir hayranlık duyuyordum; çoğu kendi kültürlerini, tarihlerini anlatan filmler yapıyordu. Ben de aynısını yapmak, Kıbrıs’la ilgili hikâyeleri sinemaya taşımak istedim. Bunun için Westminster Film Okulu’na gittim. Mezun olduktan sonra çocukluk arkadaşım ve Kıbrıslı Rum ortağım Andreas Tokkallos’la bir prodüksiyon şirketi kurduk. İlk yıllarda daha çok reklam projeleri yaptık, ama dört yıl önce birlikte Kıbrıs üzerine bir film yapma kararı aldık.”

İngiltere’de doğmuş, büyümüş biri olarak, Kıbrıs’ın hikâyelerini sinemaya taşımanın onda yarattığı duyguları anlatıyor.
“Kıbrıs her zaman kalbimdedir. Adayla ilgili bulabildiğim her şeyi okudum, izledim, araştırdım. Tarihini anlamak istedim. Her Kıbrıs’a gelişimde büyüklerimle uzun sohbetler eder, geçmişe dair ne hatırladıklarını dinlerdim. 1960’lı yıllarda neler yaşandığını, hayatın o dönem nasıl olduğunu onlardan öğrenmeye çalıştım. Ortağım Andreas’la da sık sık bu konular üzerine konuşurduk. Bir Kıbrıslı Rum’a anlatılan tarihle, bir Kıbrıslı Türk’e anlatılan tarihin ne kadar farklı olduğunu gördük. Rum tarafında çoğu insan için tarih 1974’te başlıyordu. Oysa Kıbrıs sorunu bu tarihten çok önce başlamıştı. Bu farkındalık bizi daha fazla araştırmaya, daha çok soru sormaya itti. Ve sonunda, bu hikâyeyi anlatmanın en doğru yolu olarak bir belgesel yapmaya karar verdik. Kıbrıs’ın iki yakasından, yaşadıklarını bizimle paylaşmaya gönüllü insanlarla buluştuk.”
“İngiltere Kıbrıs konusuna bakışımızda büyük farklar yarattı”
İngiltere’de doğup büyümüş olmanın, Sesigüzel’in Kıbrıs’a dair algısında yeni bir perspektif yarattığı söylenebilir; bu da onun filminde gözlemlenen çok katmanlı bakışın temelini oluşturuyor.
“Kesinlikle yarattı çünkü biz orada Kıbrıslı Türkler olarak Kıbrıslı Rumlar’la da birlikte yaşıyoruz, hayatı paylaşıyoruz. Birlikte okula gidiyor, birlikte çalışıyoruz. Hatta evleneneler bile var. Bizim için sınırlar, pasaport kontrolleri yok. Tüm bu detayların toplumların bakış açısında büyük farklar yarattığını düşünüyorum. İngiltere’de Bize savaşı hatırlatan hiçbir detay yok. Ara bölge diye bir kavram da yok. İngiltere hükümetinin yönetiminde sürdürdüğümüz hayatlarımız var. Dolayısıyla bu durumun olaylara ve Kıbrıs konusuna bakışımızda büyük farklar yararttığını görüyorum ve yaşıyorum. Tabii tüm bunların yanında eğitim sisteminin de çok önemli olduğu kanısındayım. Kıbrıs’taki eğitim sitemi ile İngiltere’deki eğitim sistemi çok farklı. Bize milliyetçilik pompalayan kimse yok. Çok daha az milliyetçi söylemle eğitim alıyoruz. Tabii tüm bunlar tahmin ettiğiniz gibi bizim olaylara bakış açımızda büyük farklar yaratıyor.”

“Ancak tanıklıklar gerçekten empati yaratabilir”
Kıbrıs’ta yaşananlar, bir yönetmen için kurmaca bir film aracılığıyla da anlatılabilirdi. Ama onlar, gerçeğin sesini belgeselle duyurmayı seçtiler.
“Belgeselin duygusu çok farklı… Bir sinema filminden bile daha güçlü ve sarsıcı. Çünkü orada tamamen gerçek insanların tanıklıklarıyla, yaşanmış bir hikâyeyi anlatıyorsunuz. Belgeselde ne rol var ne kurgu — sadece hayatın içinden gelen sesler, yüzler, duygular var. Ben hep bir belgesel yapmak istedim. Kameranın önünde sahici insanlar olsun istedim; çünkü iki toplumdan da gerçek hikâyeleri duymak istiyordum. İzleyicilerin her iki tarafın travmalarını izleyip hissedebilmelerini, belki de böylece birbirlerine biraz daha yaklaşmalarını diledim. Ancak bu şekilde bir film, gerçekten empati yaratabilir.”
“Sanat insanların birbirini anlaması için çok önemli kaynaklardır”
Sinemanın toplumları geçmişle yüzleştirmek ve barış inşaa etmek önemli bir güç kaynağı olduğunu düşünüyorum.
“Kesinlikle sinemanın gücüne inanıyorum. Sinema sadece barışı özümsetmekte değil, empati yaratmakta ve karşılıklı anlayışı güçlendirmekte de çok önemli bir yol. Çünkü eğer diğerini sistematik olarak sadece ‘düşman’ olarak görmeye kodlanırsanız, gerçek insan hikâyelerini göremezsiniz. Aslında sadece sinema değil; sanatın tüm alanları; şiir, roman, müzik, tiyatro hikâyeler anlatmak ve insanların birbirini anlamasını sağlamak için çok önemli kaynaklardır. Sanat olmasa, belki de bir Kıbrıslı Türk hiçbir zaman bir Kıbrıslı Rum’un neler yaşadığını anlayamayacak. Oğlunu ya da babasını kaybeden insanların hikâyelerini dinlerken kimse hangi milletten olduklarını umursamaz. Çünkü orada sadece insana dair acı vardır; herkes yaşanana, o duygunun kendisine odaklanır.”
Bu belgeselin bir özelliği de Kıbrıslı Rum ve Türk iki yönetmenin birlikte çalışmış olması. Bir diğer özelliği, belgeseldeki tanıklıkların da iki toplumun farklı hikayelerinden oluşması…Belgesel izlerken bana en çok geçen duygu, isimlere bakmadığım taktirde konuşmacıların hangi milletten olduğunu anlamıyor olmamdı. Anlatılanlar sadece insan hikayeleri, acılarsa o kadar benzer ki…
“Belgeselin de asıl amacı buydu. Biz de tam olarak bunu yapmaya çalıştık: bir şeyleri değiştirmek. İnsanların diğerini düşman olarak görmekten vazgeçmesini istedik. Sağcı, solcu, Türk, Rum, Müslüman ya da Hristiyan… tüm bu kimlikleri bir kenara bırakmak, insana odaklanmak istedik. Çünkü birbirimizi düşmanlaştırmak yerine, önce insan olduğumuzu hatırlamamız gerekiyor.”
“Gerçek Kıbrıslılara ses vermek istedik”
Belgeselde yalnızca tanıklıklar değil; Kıbrıs üzerine çalışan yabancı akademisyenlerin değerlendirmeleri de yer alıyor. Bu sayede film, adaya dışarıdan bakan daha tarafsız bir gözle, gerçekleri dünyaya anlatmayı başarıyor.
“En başta bu filme başlarken kesinlikle politikacılara yer vermemeye karar vermiştik. Zaten politikacılar her zaman her iki tarafın medyasında kendilerine yeterince yer bulabiliyorlardı. Biz, gerçek Kıbrıslılara ses vermek istedik. Bunun yanında belgeselde Kıbrıslı olmayan akademisyenlere de yer verdik. Böylece neler yaşandığını daha objektif bir biçimde anlatabileceğimizi düşündük. Dünyanın farklı yerlerinden akademisyenlerle görüşerek, 1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta yaşananları onların gözünden dinledik. Biz adalılar olarak, doğru ya da yanlış bir şekilde, Kıbrıs meselesini az çok biliyoruz. Fakat ada dışındaki izleyicilerin, özellikle dünyanın farklı yerlerinden insanların Kıbrıs’ta yaşananlara dair hiçbir fikri yok. Onların bu olayları hem akademik bir bakış açısıyla hem de tanık hikâyeleri aracılığıyla anlamalarını istedik.”
İngiltere’de şu ana kadar yaklaşık 40 bin kişi belgeselimizi izledi. Pek çoğu, Kıbrıs’ta neler olduğunu bu filmle öğrendiklerini söyledi. Hatta Kıbrıs’ın bölünmüş olduğunu bile bilmeyenler vardı. Çoğu İngiliz için Kıbrıs, yalnızca Ayia Napa’dan ibaret.
Biz, Kıbrıs meselesini dünyaya göstermek istedik. Çünkü travmalar hiç bitmiyor. Bugün bile dünyanın pek çok yerinde savaşlar sürüyor; belki onlar da elli yıl sonra hâlâ bu travmaları konuşmaya, yaşamaya devam edecekler.”















