
Cenevre’yi kim ‘kazandı’?
Cenevre zirvesi geçip gitti, şimdi sıra yorumlarda.
Rum tarafı sonuçtan pek de memnun değil.
Birleşmiş Milletler’in süreçteki rolünün yükseltilmesi, onu ‘ev sahibi’ olmaktan çıkarıp sürece daha bir müdahil olan taraf konumuna getirecek
Cenevre zirvesi geçip gitti, şimdi sıra yorumlarda.
Rum tarafı sonuçtan pek de memnun değil.
Birleşmiş Milletler’in süreçteki rolünün yükseltilmesi, onu ‘ev sahibi’ olmaktan çıkarıp sürece daha bir müdahil olan taraf konumuna getirecek.
BM artık sadece ‘dinleyen’ olmayacak.
Genel Sekreter açıkça ifade etti; ‘Birleşmiş Milletler’in sürece daha güçlü bir şekilde müdahil olmasını önerdim, her iki lider de bu teklifi kabul etti.’
Yani BM artık sürece hakemlik de edecek.
Hakemlik, Rum tarafının yıllardır ısrarla karşı çıktığı bir şeydi, dolayısıyla Rum tarafı BM’nin bu yeni rolünden pek hoşnut değil.
Yine Rum tarafının yıllardır ısrarla reddettiği bir diğer husus takvim konusuydu ki Cenevre, çok keskin olmasa da bir takvim doğurdu.
Genel Sekreter Ekim ayına kadar yoğunlaştırılmış bir müzakere süreci talep etti.
Hatırlayacaksınız, İkinci Cumhurbaşkanı Talat döneminde, 2010 yılının Ocak ayında liderler yine Ban’ın talebiyle böylesi bir yoğunlaştırılmış dönemden geçmiş ve bu hızlandırılmış ‘kamp’ sonucunda bazı ilerlemeler kaydedilmişti.
Bu kamp dönemi, Genel Sekreter’in adaya gerçekleştireceği ziyaret öncesine denk geliyordu. Ve Ban adada liderleri de yanına alıp, ‘süreçteki ilerlemeleri açıklamak’ niyetindeydi.
Ancak bu gerçekleşememiş, Hristofyas’ın çekinceleri nedeniyle (belki iç siyasi kaygıları belki de kuzeyde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Talat’ın pozisyonunu güçlendirmemek adına) ilerleme kaydedilen noktalar spesifik olarak kamuoyunun önüne konamamış, sadece ‘ilerleme olduğu’ ifade edilebilmişti.
Genel Sekreter Ban Ki Moon’un adaya gerçekleştirdiği bu ilk ziyaret de tam bir hayal kırıklığı olarak tarihe geçmişti.
Şimdi durum biraz farklı.
Çünkü Ban’ın bu sefer niyeti, ‘ilerlemeleri açıklamaktan’ daha ileri bir noktada.
New York’ta planladığı Ekim zirvesi, Genel Sekreter’in nihai çözüm prosedürü öncesindeki ana duraklardan biri.
Ve tam bu noktada Rum tarafının pek de sıcak bakmadığı bir diğer husus çıkıyor önümüze:
Ekim Zirvesi’ni müteakip uluslar arası bir konferans!
Ve genel sekreter ‘uluslar arası konferans’tan bahsederken, ‘son’ kelimesini de kullanıyor.
Yani Ekim zirvesinin ardından sürece son noktanın konulacağı, ilgili tüm tarafların katılacağı bir toplantıya işaret ediyor.
Dolayısıyla Ekim ayı yukarıda da dediğimiz gibi sıradan bir ‘zirve tarihi’ değil, aslında süreçte önemli bir takvim.
Tüm bunları özetlersek, yani hakemlik, takvim ve uluslar arası konferans yönünde ifade edilenlere bakacak olursak, Rum tarafının bu sonuçtan çok da memnun kalmadığını görmek zor değil.
Rum basını da bu tespitlerimizi doğruluyor, farklı ifadelerle de olsa Türk tarafının zirveden kazançlı çıktığı yorumlarını yapıyor.
Fileleftheros, Politis ve Alithia haberlerinde ‘Uluslar arası Konferans’ı öne çıkardı; Politis bunun Türk tarafı açısından bir kazanım olduğunu yazdı, Alithia ise ‘ Kıbrıs sorununda sahne tersine döndü’ dedi.
Simerini ise ‘BM Genel Sekreteri takvim ve gayrı resmi hakemlik açıkladı’ spotuyla, ‘Çember Daralıyor’ başlığını kullandı.
AKEL’in yayın organı Haravgi’nin, ‘ne takvim ne de hakemlik olduğu’ şeklindeki yorumu ise kendi ‘taraf’ yayın organlarımızın tutumlarından da alışkın olduğumuz üzere, hafiften gülümseten nitelikteydi.
Şimdi gelelim, yazının esas niyetine…
Evet illa ki bir terazi yöntemi kullanmak istersek, Cenevre Zirvesi Türk tarafının kefesini daha fazla doldurmuş olabilir.
Genel Sekreter’in görüşme sonrasında yayınladığı açıklamada tarafları ‘mutlu eden kısımlar’ karşılaştırıldığında, Rum tarafını açısından durumun çok ‘tatmin edici’ olmadığı sonucu ortaya çıkabilir.
Ama ısrarla kullandığımız bu yöntem, nihai hedef açısından ne derece faydalıdır?
Gerek Kıbrıs Türk/Türk tarafı gerekse Rum tarafı ve tabii Kıbrıs Türk /Türk basını ile Rum basını meseleye ‘kazanan-kaybeden’ penceresinden bakarak, süreci bir yarışmaya döndürüyor.
Oysa çözüm, adından da anlaşılması gerektiği gibi bir ‘konsensüs’, bir ‘uzlaşı’dır.
‘Kazanan’ ya da ‘kaybeden’ psikolojisi bırakın sürece olumlu katkı koymayı, tam aksine bir sonraki adımı ta önceden ‘yarışın kazanılması gereken diğer etabı’ haline sokuyor.
Artık anlamamız lazım, ‘bizim’ ya da ‘onların’ kazanması değil mesele, mesele sürecin bizzat kendinin kazanmasıdır.
Çünkü eğer kazanan ‘bizsek’ ya da ‘onlarsa’, ‘ada’ çoktan kaybetmiş demektir!
Başımızın Tacı!
Hocayla her zaman aynı fikirde değilimdir, ama bu kez söylediğinin en azından bir bölümüne itiraz edecek durumum yok!
Erdoğan’ın 20 Temmuz’da Kuzey Kıbrıs’a gelecek olması, bence de tam anlamıyla bir provokasyondur.
‘Geçtiğimiz sene Cemil Çiçek’e yaptınız, gene çıkın sokağa, alın elinize pankartları, bana da bağırın da görelim’ demektir.
Ve daha fenası, ‘istediğiniz kadar bağırın, umurumda değilsiniz’ demektir.
‘Söyledikleriniz vız gelir tırıs gider’ demektir.
‘İnadınıza geleceğim’ demektir.
Bu noktada önemli olan ziyaretin neden yapıldığından öteye, nasıl karşılanması gerektiğidir.
İşi kör dövüşüne döndürmek ne derece faydalı olur?
Eğer Erdoğan’ı doğru okuyorsak ve eğer bu ziyaret bir provokasyonsa, o halde bize düşen, provokasyona gelmemek değil midir?
***
Ama işin esas mide bulandıran kısmı, Erdoğan’ın ne dediğinden ve ne yaptığından çok, Sayın Başbakanımız İrsen Küçük’ün, Şener Elcil’e cevaben dedikleridir.
“Sayın Erdoğan’ı adada bulunduğu süre içerisinde en yüksek düzeyde ağırlamak görevimizdir, Sayın Başbakan bizim şeref konuğumuzdur, kendisini baş tacı edeceğiz, bağrımıza basacağız”…
Şener Elcil’in söylediklerini beğenmemiş olabilirsiniz. Ama Elcil’in açıklamalarını ‘temizlemek’ sizin işiniz değildir.
Siz ‘koskoca’ bir Başbakansınız!’
Birilerinin açıklamalarını ‘affettirmek’ için kimseyi başınıza taç yapmanıza, kimseye ‘yağdanlık etmenize’ lüzum yoktur.