
'Piyasaya etkisi azalmış bir devlet modeli'
MURAT KANATLI: Yaşanan şu ki, devletin veya yan kuruluşlarının elinde tuttuğu kimi mülkler, üretim araçları ve hizmetler serbest piyasa koşullarında değerlendirilecek birer meta gibi satışa çıkarılmaktadır
“Piyasaya etkisi azalmış bir devlet modeli”
MURAT KANATLI
Yukardaki başlık Birikim Özgür’ün bir yazısından alıntı. Aslında sorunu iyi özetleyen bir başlık… Özelleştirme terimi bugün Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan süreci tam da karşılamamaktadır. Yaşanan şu ki, devletin veya yan kuruluşlarının elinde tuttuğu kimi mülkler, üretim araçları ve hizmetler serbest piyasa koşullarında değerlendirilecek birer meta gibi satışa çıkarılmaktadır. Ve özellikle bu konuyu tartışırken neyin metalaştırıldığını net olarak anlamamız gerekir. Örneğin DAK/DAİ konusunda kavga okul binaları için değil, eğitim hizmeti üzerine verilmektedir. Bugünkü koşullarda o binaların piyasa içinde çok da değeri yoktur. Değerli olan ve metalaştırılmak istenen hizmettir. Benzer şekilde KTHY konusunda konu uçak şirketi değil, yolcu taşıma hizmetleriydi. Sanayi Holding tasfiye edilirken de amaç fabrikalara el koyup tekrardan onları serbest piyasa koşullarında işletmekten çok, o üretim alanını mevcutların daha çok serbest hareketi için tasfiye etmekti. Bu nedenle “piyasaya etkisi azalmış bir devlet modeli”ni Birikim’in kendi yazısında modernleşme için gerekli görmesi, sol için sıkıntılı bir durum olabilir; ama serbest piyasa koşullarının bugünkü genel jargonu da budur…
Peki, devlet nasıl olup da “piyasa”ya girdiydi? Sanayileşmenin yeni başladığı koşullarda, kârsız ve hatta zararına bazı hizmetlerin ve malların üretilmesi gerekiyordu. Ulus devletin selameti açısından, kalkınma için gerekli bu hamle yapıldı. Türkiye’de bu nedenle devlet ağır sanayi hamlesi için otomobil lastiğinden, makine parçasına birçok şeyi üretmeye girişti. Bu, ulus devleti savunanlar için bir anlamıyla bağımsızlığın da sigortası idi. Ne var ki 1970’lerle beraber neo-liberal politikalar su yüzüne çıktı. Devletin piyasaya müdahalesinin kalkınma için engel olduğu, var olan krizlerin sorumlusunun devletin kısıtlayıcı uygulamaları olduğu iddia edildi; bu söylem, tüm dünyada, hem 70’ler sonrası zihin dünyamızda hem de uygulanan ekonomi politikalarında gittikçe egemen olmaya başladı.
“Piyasa” artık her şeyi kendinin üretebileceğine inanıyordu ve rekabette en büyük engeli de devlet olarak görmekteydi. Bu nedenle hızlı bir süreç başladı. Thatcherizm ile de bunun yalnız üretim alanında kısıtlı kalmayacağı, hizmet alanına açılması gerektiği, bu şekilde modernleşmenin ve verimliliğin artacağı vurgusu yapıldı, uygulamaya geçildi. Demiryolları, ulaşım ağları, birçok hizmet sektörü yeni düzenleme ile serbest piyasada alınıp satılır hale geldi.
Bu yeni durum piyasaların yeniden düzenlenmesine neden oldu. 1980’lerin ortası ile Uruguay tartışmaları sonrası Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kuruldu ve küreselleşme veya globalleşme diye yanlış şekilde tanımlanan yeni dönemin resmi startı verilmiş oldu. Bu süreç aslında daha önce başlamıştı ve hatta bakıldığında yüzyıllardır sürmektedir; ama 1980’ler sonrası iyice yükselen söylemle anlatılmaya çalışan malların ve hizmetlerin serbest piyasa içinde herhangi bir ulus devlet engeline takılmadan serbest alınıp satılması idi. Bunun birçok yan etkisi oldu. Özellikle tarım alanındaki süreç ciddi yıkımları getirdi. Büyük çokuluslu şirketler karşısında küçük çiftçilerin devlet desteği olmaksızın ayakta kalması olanaksızdı, nitekim de öyle oldu. Yeni iç göç hareketleri gerçekleşti, şehirleşme oranı arttı. Aynı zamanda yoksullaşma ve yoksunlaşma gözlendi. Bu çokuluslu şirketler, nerede, neyin, hangi koşullarda yetişeceğine karar verir pozisyona geldi. DTÖ ise buna karşı direnen devletleri yola getirmek için harekete geçti. Çokuluslu antlaşmalarla gümrükler ve sübvansiyonlar kontrol altına alınmaya çalışıldı. Antlaşmalara direnenler ise IMF ve Dünya Bankası’nın uyguladığı borç/kredi yönetimi ve ekonominin yeniden yapılandırılması programları ile dize getirildi. Özellikle 1980’lerde önce Afrika’da, daha sonra ise Latin Amerika ve Uzakdoğu Asya’da uygulamalarla serbest piyasa koşulları düzenlendi.
1990’larda Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile serbest piyasa fikri tek başına uzun süre dünyada kabul gördü. 1999’da DTÖ’nün Seattle’daki milenyum zirvesiyle bu sürecin alternatifsiz olmadığı, bu sürece karşı direnişlerin de olabileceğini gösteren bir sürece girildi. 2000’li yıllar özellikle Latin Amerika’da başka yönetim şekillerinin de denenmeye çalışıldığı bir süreç oldu. Bir anlamı ile 2001 yılındaki Doha’daki DTÖ toplantısı sonrası, tarım alanında bazı ülkelerin de direnç göstermeye başlaması ile süreç format değiştirdi. Günümüzde DTÖ, 1980’ler ve 1990’lardaki şaşalı günlerinden uzak, teknik bir yapı gibi hâlâ daha yaşamını sürdürmektedir.
Yukardaki kısa giriş aslında tonlarca sayfa kitap ve tartışmayı özetleme çabasını yansıtmaktadır. Kısa olması nedeni ile yanlış anlaşmalara neden olacak bölümleri olabilir, ama amacım sürecin birçok evrimi ve yönü olduğunu göstermek ve hatırlatmak… Kısaca, solun ya da kendini solda varsayanların durumuna da değinmek gerek. Özellikle sosyal demokrasi, Thatcherizm sonrası 1990’larda birçok ülkedeki hükümetlerde görüldü. Tony Blair ve ekibinin ürettiği Üçüncü Yol ile İşçi Partisi bu sorunla başa çıkmaya çalıştı. Almanya’da Sosyal Demokrat Parti (SDP), Fransa’da Sosyalist Parti ve diğerleri bu yolu takip etti. Serbest piyasa ekonomisini sosyalleştirme gibi de tanımlanabilecek bir model denendi. Ama bu, sosyo-ekonomik hiçbir sorunu çözmediği gibi, kitleleri neo-liberal politikaları açıkça savunan partilere yönlendirdi. Bu süreçten 20 yıl sonra SDP utangaç bir biçimde de olsa üçüncü yolu terk ettiğini açıkladı. Fransız Sosyalist Partisi de üçüncü yoldan daha sol bir hatta yönelmek üzere ama hâlâ daha piyasayı önemseyen bir hattın ana unsur olması nedeni ile gerçek anlamda ciddi bir sol alternatif olamıyor. Bu tip solun dışında kalanların içinde önemli bir kesim ise emperyalizme karşı bağımsızlık gibi kavramlarla ulus devletçi bir siyaseti savunur pozisyondadır. Azımsanmayacak bir kesim hâlâ daha devletçilik ile solu aynı kefeye koymaktadır. Bu yaklaşım, bu yazı sınırları içinde çözümlenmesi yapılamayacak muhtelif sorunları içinde barındırır.
Son otuz yıldaki hegemonya mücadelesinden zaferle çıkan neoliberalizme dönecek olursak... Neoliberalizmin geniş kitlelerin “kalkınma” ve “modernleşme” sorununu çözmediği, hatta gelir dağılımının daha da kötüye gitmesine yol açtığı bugün herkesin malumudur. İnsani gelişmişlik raporları göstermektedir ki dünyada en zengin yüzde on ile en fakir yüzde on arasındaki fark son otuz yılda ciddi şekilde açılmıştır ve açılmaya devam etmektedir. Dünyanın birçok yerinde yeterli besin, temiz su, temel sağlık hizmeti alamadığı için insanlar ölmektedir. Günlük 1 doların altında çalışma yaygınlaşmaktadır.
Modernleşme diye neo-liberallerin savunduğu şey, sendikasızlaşmayı ve örgütsüzlüğü beraberinde getirmiştir. Bu da modern kölelik koşullarının tüm dünyada yaygınlaşması demektir. Çalışma koşullarının kötüleşmesi, daha fazla kâr için birçok kısıtlamalara gidilmesi de artan işsizliği, güvencesiz işçiliği yani daha fazla yoksulluğu ve yoksunluğu üretmiştir. Bu süreç aynı zamanda ekosistemin ciddi şekilde tahribine de yol açmaktadır.
Neo-liberalizmin tüm bunlara verecek hiçbir cevabı yoktur ve sorunları çözme niyetinin de olmadığı aşikardır; ama şimdiki sorun çokuluslu şirketlerin piyasa koşullarında direnen her şeyi satın alabilecek finansal güce ulaşmalarıdır. Bu, dünyanın birçok yerinde demokrasi sorununu beraberinde getirmekte, temsili demokrasileri tehdit etmektedir. Çokuluslu şirketler seçimlerin sonuçlarını kendilerinin istediği şekilde finansal güçleri ile manipüle etmekte, kendilerine uygun hükümetler oluşturmaktadırlar.
Kendini solda gören bir kısım ise bunlara direnen ulusal sermaye ile dayanışarak, ulusal bağımsızlık adı altında direnmeye çalışmaktadır. Anti-kapitalist bir hat çizmeye çalışan solun sesinin sürekli olarak kısıldığı koşullarda tartışmalar ulusalcı-küreselci gibi çok da doğru olmayan ilginç zeminlere yönelmektedir…
Kıbrıs’ın kuzeyi
Tüm yukarıdakileri, yazının kısıtlı alanı içindeki sınırlardan dolayı biraz yarım, biraz da açık bırakarak, son dönemde, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşanan süreci -anlatılanlar ışığında- yorumlamaya çalışalım… Kıbrıs’ın kuzeyi biraz da akvaryum etkisinde yaşadığından yukarıdaki tartışmaların birebir buraya yansıdığı göremeyebilirsiniz. Ayrıca buradaki serbest piyasa koşullarının genişletilmesi de, Türkiye’nin sermayesine yarayacak şekilde elden geçirilmektedir. Yani, ana amaç bazı sektörlerin tam da piyasalaştırılması değil, daha çok Türkiyeleştirilmesidir. Son on yılda hemen hemen tüm sektörlerde bu amaca yönelik yoğun çalışmalar yapılmaktadır.
Turizm
Kısa kısa değerlendirmek gerekirse, Saray, Dome, Salamis ve diğerleri ekonomik koşulların olgunlaşmadığı koşullarda devlet ve yan kuruluşlarının girişimi ile işletilen otellerdi. Sendikalı mücadelenin var olduğu ve bu nedenle çalışma koşullarının serbest piyasadakilerden daha iyi olduğu işletmelerdi. Dome Otel’de son dönemde başka bir model denendi ama diğerleri zaman içinde kiralanma adı altında elden çıkarıldı. Hiçbirinde, elden çıkarma sürecinde doğru düzgün, şeffaf bir ihale süreci işlemedi. Zarar ediyor denerek elden çıkarıldılar. Saray Otel hariç, 1974 sonrası kuzeyde kalan Kıbrıslı Rumlara ait oteller bir süre işletildi, sonra çeşitli sermaye grubuna verildi. Saray Otel bunlar içinde farklı idi, zira Evkaf’ın inşa edip çalıştırdığı bir oteldi. 1974 sonrası turizm alanında en büyük işveren konumunda olan kuzeydeki yapının elinde artık hiçbir otel yok… KITOB’un son yaptığı açıklamada otellerde çalışanların yüzde 28’i vatandaş, ki bu oran kumarhaneli beş yıldızlı otellerde çok daha düşüktür… Dome Otel hariç bu sektörde sendikalı/güvenceli çalışma yaşamı yok! Bu nedenle Kıbrıs Türk Otel, Lokanta, Eğlence Yerleri ve Turizm Emekçileri Sendikası (TES), Kıbrıs’ın dört bir yanında örgütlüyken bugün itibarı ile tarihe karışmak üzeredir. Çalışma koşulları da buna paralel olarak günden güne kötüye gitmektedir…
KTHY konusu da benzerdir. 1974 sonrası turizm sektörüne katkı yapmak amacı ile kurulan KTHY’nin de ipi çekildi. KTHY, dünyadaki benzerleri gibi önce parçalandı ve yer hizmetleri için ayrı özel bir şirket kuruldu. Sonrasında, kimi hizmetler ayrıştırıldı, zarar ediyor olduğu ve özellikle sendikalı olmanın sorun olduğu vurgusu işlenerek KTHY’nin iflası sağlandı. Kıbrıs’ın kuzeyine yolcu taşıma hizmeti Türkiye orijinli şirketlerin eline geçmiş oldu.
“Geçen yılın Mayıs ayına göre, kalkan uçak sayısında yüzde 9 artış olurken, giden yolcu sayısı ise yüzde 11 oranında yükseldi. Mayıs ayında kalkan uçak sayısı 863 olurken giden yolcu sayısı 107 bin 666 olarak tespit edildi. Bayındırlık ve Ulaştırma Bakanlığı’nın faaliyet raporuna göre, Mayıs ayında tarifeli uçuşlar yapan Pegasus, 646 uçak ile 84 bin 741, Atlas Jet 376 uçak ile 59 bin 533, THY 372 uçakla 38 bin 840, Onur Air 160 uçakla 19 bin 091 ve Sky 37 uçakla bin 414 yolcu taşıdı.” Bu haber bir hafta önce basında yayımlandı. Geçen sene Mayıs’ta, KTHY de vardı ve bu nedenle diğer şirketlerin payı daha düşüktü. Bunun tam okuması şudur: KTHY piyasadan çektirtilerek Türkiye orijinli şirketlere önemli bir avantaj sağlanmıştır. Ayrıca sektördeki tek sendikalı işletme de kapatılmıştır. Kıbrıslı Türk sermayedarlara kurdurtulmaya çalışılan çakma havayolunun, TC’li benzerlerinden farklı hareket etmesi beklenmemelidir. Tıpkı otelcilik alanında olduğu gibi, piyasa koşuları gerekçe gösterilerek, eski çalışanların da çok büyük kısmı işe alınmayacaktır, alınacak küçük bir kesimi ise ciddi ağır çalışma koşulları beklemektedir.
Eğitim
DAK/DAİ konusu da benzer özellikleri barındırmaktadır. Kamusal bir yarar içeren eğitim ve sağlığın metalaştırılması yanlıştı, bu nedenle mücadele edilmekteydi ancak son 10 yılda farklı gerekçelerle özel okulların açılmasına olanak tanındı. Kamu okullarında yaşanan birçok sorun özel okulları bir nevi meşrulaştırdı. Ama resmileşmeyen bu girişimler geçici havasında devam etti. Üniversiteler bünyesinde açılan kolejlere sendikalar karşı çıkmış, onların varlığını kabul etmemiş ve bu nedenle orada çalışanları üye yapmamış veya oralarda örgütlenmemişlerdir; ama yenilerin açılmasına da daha ciddi bir tepki konmamıştır. Süreç, güneydeki okullara rağbetin artması yani bir “piyasanın” varlığının meşrulaşması, ulusalcı bir refleks ile güneydekilerle rekabete etmek için TED’in buraya getirilmesi ile değişti. Bu süreç evrilmeye devam etti, başka bir özel okul, tarikatlarla bağlantısı olan Doğa Koleji DAK/DAİ’yi devraldı. Buradaki benzerlik, kamu okulları haricindeki okullar içinde tek örgütlü olan yerin de devredilmiş olmasıdır… En son operasyondaki bir diğer benzer yön ise, Saray Otel gibi, okulun bir vakıf tarafından yönetiliyor olmasıydı… KTHY gibi özerk bir yapıda olup kendi kararlarını vermesi gereken DAK/DAİ’de -yönetimin hükümet tarafından belirlenmesine yani aslında başarısız olanın, zarar ettirenin hükümetin atadığı beceriksiz ya da eli ayağı hükümet tarafından bağlanan yöneticiler olmasına karşın- tüm fatura ne yazık ki çalışanlara çıkarılmıştır.
DAK/DAİ’nin devredilmesinin başka sonuçları da olacaktır. Eğitim zaten bir metaya dönüşmüştü ama hâlâ daha üstü örtük bir çekingenlik vardı. Bu hali ile serbest piyasa koşulları hızla kendi kurallarını bu sektörde belirleyecek... Bu konuda Doğa Koleji şimdiden girişimlere başladı. Yeni dönemde Türkiye’den eğitimci getirilmesi için ilanlar vermeye başlayan Doğa Koleji’nin bu alanda yaşatacakları, gelecekte eğitim alanında yaşayacaklarımıza yön gösterici olacak… Ayrıca bu hali ile kamu okullarının geleceği de tehdit alına girmiş durumdadır. Son dönemde bağış adı altında para toplanması meşrulaştırılırken, bağışların bir düzene konması adı altında eğitimin ücretlendirilmesine yönelik bir olasılık da önümüzde durmaktadır. TED, Doğa ve diğer özel okulların serbest rekabet isteme adı altında yürütecekleri baskıların da kamu okullarını daha fazla serbest piyasanın kucağına iteceğini görmek için kâhin olmaya gerek yoktur; ancak kamusal yarar konusunda duyarlı olan toplumsal dinamiklerin en azından eğitim ve sağlığın korunması için daha fazla direneceği de bellidir. Bu nedenle bu süreç daha yavaş işleyecektir…
Telekomünikasyon ve Elektrik
Zayıf halkalar telekomünikasyon ve elektrik hizmetleridir. Bu konuda da aslında kamuoyuna yansıyan bilgiler tam doğru değildir. Elektrik konusunda halihazırda yüzde 40 üretimi AKSA yapmaktadır. “5 yıllık sözleşme sonrasında, KIBTEK ile 2008 yılında uzun süreli üretim ve garantili çalışmak üzere sözleşme uzatılmıştır.” bilgisi AKSA Enerji Üretim’in internet sayfasında mevcuttur. Yani aslında özelleştirme dediğimiz süreç, elektrikte 2003’te kısmi olarak gerçekleşti. Tıpkı dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, elektrik konusundaki özelleştirmenin ballı tarafı alım garantili olmasıdır. EL-SEN bir bildirisinde şu bilgiyi vermekteydi; “AKSA şirketine verilen enerji alım garantisi nedeniyle Kıb-Tek yılda 6-7 milyon dolar zarar etmektedir.” Elektrik konusundaki saldırı bu nedenle ilk önce üretim alanınadır. Bu nedenle Elektrik Kurumu’nun bölünmesinin ve santrallerin ayrıştırılmasının hedeflendiği bellidir.
Fortune Dergisi, Türkiye'de net satışlara göre ilk 10 şirket listesini yayımlamıştı. İkinci sırada, Türkiye Elektrik Dağıtım, beşinci EÜAŞ Elektrik Üretim, onuncu ise Türkiye Elektrik İletim gelmiştir. İlk on içinde, üçü elektrik, ikisi telekomünikasyon alanından olan beş şirket vardır. Yani, elektrik ve telekomünikasyon serbest piyasacıların gözünde kârlı bir iştir! Bu nedenle en zenginler listesine 14. sıradan şirketinin değil ama AKSA’nın patronunun bu yıl ilk kez girmesi hiç de tesadüf değildir.
Elektrik santrallerinin devredilmesinde de modernleşme, verimin artırılması ve benzer argümanlar kullanılmaktadır. Bu kurumların yönetilmesinden sorumlu olanlardan hiç kimse bahsetmezken, modernleşme hamlesine taş koyanın sendika olduğu iddia edilmektedir. AKSA’nın Kalecik bölgesinde işlettiği santral kurulalı beri, bölgede ciddi çevre sorunu yarattığı düşünüldüğünde, yenisinin ortaya çıkaracağı sorunları görmemek mümkün değildir. Ayrıca Kalecik’teki üretimin ne kadar modern ve verimli olduğu da tartışılmalıdır.
Elektrik her yönü ile stratejiktir de. Tümüyle serbest piyasa kontrolüne giren elektrik üretimi kullanılarak dayatma yapılabilir. Bu durumda sizin yaptırım gücünüz kısıtlanır; çünkü tüm enerji üretiminin durdurulması demek ülkedeki tüm sektörlerin kilitlenmesi demektir. Yani bir anlamı ile yukarıda belirttiğimiz demokrasinin piyasa tarafından rehin alınması süreci söz konusudur. Benzer durum telekomünikasyon hizmetleri için de geçerlidir. Bu iki sektörün Kıbrıs gibi küçük bir coğrafyada birden fazla sermaye grubuna çalışma ortamı yaratması mümkün olmayacağı için her halükarda tekelleşme kaçınılmazdır. Tekelleşmenin ise, böylesi stratejik kurumlarda yaratacağı sonuçlar ortadadır. Bunun yanında bu sektörlerdeki çalışma yaşamı da serbest piyasa koşullarına göre belirlenecektir. Modernleşme ile birlikte beklenti yeni istihdamların yaratılması ve hizmet kalitesi ise, otellerde ve diğer özele devredilen kurumlarda yaşananlara bakmakta yarar vardır…
Sağlık ve sosyal güvenlik
Kıbrıs’ta son 10 yılda küçük küçük çeşitli hizmet sektörleri özelleştirilmektedir. Bunlar hizmet alımı, taşeronlaştırma gibi isimler altında sürmektedir. Örneğin, Polisin ceza dağıtımı, bazı tapu işlemleri, belediyenin tahsilat işlemeleri gibi küçük küçük birçok işlem artık kamusal hizmet olmaktan çıkmış durumdadır. Bu konuda kritik kamusal hizmet olan sağlık alanındaki süreç çok önemlidir. Hastanelerin içindeki tüm yan hizmetler özelleştirilmiş durumdadır. Temizlik, catering, güvenlik hizmetleri resmi olarak, bazı bakım hizmetleri de adı konmadan kamu tarafından değil şirketler veya bu hizmetleri veren bireyler tarafından sağlanmaktadır. Son dönemdeki yasal düzenlemelerle sağlığın daha da fazla metalaştırılarak serbest piyasa için değerlendirildiği açıktır. Sağlık alanındaki en yaygın saldırı hasta değil müşteri olma mantalitesinin yaygınlaşmasıdır ve bu da serbest piyasanın daha kolay algılanabilmesini sağlayacaktır.
Sosyal güvenlik sistemi ise son 10 yılda ciddi saldırılarla yıpratılmış ve serbest piyasa koşullarına tepsi içinde sunulmaya hazır hale getirilmiştir. Bu alanda özel sigorta şirketleri özel emeklilik ve sağlık sigortaları ile çalışmalarını yaygınlaştırmaktadırlar. Çalışma yaşamındaki önemli bir kamusal hizmet de, peyderpey metalaştırılmakta, işveren ve devletin yaptığı katkılar bireysel emeklilik sistemleri için sıfırlanmaktadır. Ama sosyal güvenlik sistemi yalnız emeklilik değil, iş kazasından, işsizlik ödeneğine kadar birçok hakkı da içinde barındırmaktaydı. Ve bu sistem, çalışan yanında devlet ve işvereninin de kendi paylarına düşeni ödemeleri ile çalışmaktaydı. İşveren çalıştırdığı kişiye karşı bir yükümlülüğünden daha yavaş yavaş kurtulurken, bu sistem de serbest piyasanın ellerine teslim edilmektedir.
Kooperatifler
Son saldırı kooperatif sisteminedir. Köy ve yerel kooperatiflerin hisse sahibi olduğu Kooperatif Merkez Bankası, yeterli sermayenin olmadığı koşullarda üretim araçlarının tedariki ve bazı tarımsal ürünlerin işlenmesi için yan kuruluşlar oluşturmuştu. Kooperatifler başlı başına ayrı bir konudur ve bugünkü serbest piyasacı yaklaşımlara karşı hâlen daha en ciddi alternatiftir. Ancak konu özetle şudur; zaten kendine ait olmayan kurumları dahi bugünkü hükümet satışa çıkarmaktadır veya başka sermaye gruplarına devretmektedir. Koop-süt ile ilgili tartışmaların birçok yönü vardır. Birçok kişinin az bildiği bir konu, Kıbrıs’ın kuzeyinde ihraç ürünleri içinde ilk sırayı süt ve süt ürünlerinin aldığıdır. Yine piyasanın yüzde 65-70’ini Koop-süt tutmaktadır. Koop-süt’ün devreden çıkarılması ile süt üreticilerine bunun ne getirip getirmeyeceğini dünyadaki örneklere bakıp anlamak kolaydır. Ayrıca bu sektördeki çalışma koşulları ve sendikalı olmak da dikkate değer bir unsurdur. Yeni modernleşme kavramı içinde suç gibi sunulan, ya da en kibar şekli ile tembellik ile değerlendirilen insanca çalışma koşullarına da bir saldırı yapılmaktadır. Verimlilik ve kalite konusunda yaşanan aksaklığın bir yönetim sorunu olduğunu da anlamak istemeyenler neo-liberalizm değirmenine böylelikle su taşımaya devam etmektedirler.
Zaten tarım ve hayvancılık alanındaki üreticiyi ayakta tutan kooperatiflerdi ancak onların da hızla yok olması ile önemli bir üretim sektörü ortadan kalkmak üzeredir. Bu süreç de dünyanın diğer yerlerindekilerden farklı değildir… Dünyanın çeşitli yerlerinde çiftçiler ve hayvancılar bu neo liberal saldırganlığa karşı kooperatifçiliğe benzeyen sistemler veya çok ortaklı şirketlerle ayakta kalmaya çalışırken, elimizdeki bu olanağın da saldırı altında olması ve yeteri kadar direnmek için bilinçli olmamamız dikkat çekicidir.
Son söz
Aslında çok kapsamlı bir konuyu hem uluslararası yönü, hem de tarihsel zemini aynı anda görülsün diye biraz uzak çemberden alıp, Kıbrıs’ın kuzeyindeki bugünkü süreci irdelemeye çalıştım… Eksiği mutlak vardır, her başlık ayrı bir yazı konusu iken, bir iki paragrafta değinmek zorunda kaldım. Tabii, önemli olan tartışmayı açmaktır. Bu yazı ile tek tür, her şeyi ile birbirine benzeyen bir özelleştirme süreci içinde olmadığımızı, her bir sürecin kendi içinde başka yönleri de barındırdığını ortaya koymaya çalıştım. Bu süreci eski ulus devletçi metodlarla aşamayacağımız bellidir.
Aslında bu yazı tartışmaya giriş şeklinde de okunabilir, gelen eleştiriler üzerinden yanıtları ile birlikte tamamlanacak bir yazı… Türkiye’nin sivil ve askeri vesayeti altında, dünyadan izole edilmiş ama dünyadaki kapitalist sistemin krizlerinden de muzdarip olan, temel kapitalizm yasalarının kimi zaman suni koşullar oluşturulup bypass edildiği, kimi yerde kapalı ekonomi kurallarının geçerli olduğu, yeteri kadar sermaye birikimi olmadığı halde varmış sanan yerli ticari erbabın kendine yer açmaya çalıştığı garabet bir ekonomik yapıyı tahlil etmek ne kadar zorsa, özelleştirme denen bu süreci yorumlamak da o kadar zordur…
Net olan şu ki, “piyasaya etkisi azalmış bir devlet model”ine doğru özellikle son 10 yılda hızla gidiyoruz. Bu, kimsenin kamusal alanı, kamu yararını, toplumsal dayanışmayı çok da konuşmadığı bir gidiş… Her şeyin metalaştığı, metalaştırıldığı ve en kötüsü kurallar oluşturma, şeffaf ihale, rekabet kurulları ve benzeri araçlara ihtiyaç duymadan yapılıyor olduğu için “vahşi kapitalizm” diye tanımlamayı hak eden bir sistemle karşı karşıyayız. Bu sürece karşı kapsamlı bir şey yapılmazsa yakın zamanda tamamlanacak olan “piyasaya etkisi azalmış bir devlet modeli”nin zararlarına karşı ne yapabilirizi konuşmak noktasına geleceğiz. Bir şey yapmak mümkün ama önce bir şey yapmaya gerek olduğunu farkına varmamız gerekiyor…