
Kıbrıs’ta Külliye Tartışmaları: Siyasi Bir Proje mi? Toplumsal Bir İhtiyaç mı?
Ali Dayıoğlu: Külliye tartışması yeni değil. Anımsanacağı üzere mesele ilk kez iki sene kadar önce gündeme gelmişti. 20 Temmuz 2010’da Başbakan İrsen Küçük ile TC Devlet Bakanı Cemil Çiçek arasında Lefkoşa Otobüs Terminali’nin bulunduğu alana
Giriş
Külliye tartışması yeni değil. Anımsanacağı üzere mesele ilk kez iki sene kadar önce gündeme gelmişti. 20 Temmuz 2010’da Başbakan İrsen Küçük ile TC Devlet Bakanı Cemil Çiçek arasında Lefkoşa Otobüs Terminali’nin bulunduğu alana külliye yapılması için protokol imzalanmış, fakat toplumun genelinden gelen tepkiler üzerine proje hayata geçirilememişti. İtirazlar iki nokta üzerinde yoğunlaşmıştı: 1) Terminal alanı böyle bir proje için uygun değildi; 2) Toplumun külliyeye ihtiyacı yoktu.
Meselenin kapandığı düşünülürken konu Bakanlar Kurulu’nun 25 Ocak 2012 tarihli kararıyla yeniden gündeme geldi. Vakıflar İdaresi ve Din İşleri Dairesi Yönetim Kurulu’nun 20 Ocak 2012 tarihli önerisi üzerine Bakanlar Kurulu, Haspolat’ta Vakıflar İdaresi’ne ait 200 dönümlük bir arazinin “Eğitim Kompleksi” yapılması için Kıbrıs İlim, Ahlak ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı’na (KİSAV) senelik 100 TL bedelle 30 yıllığına kiralanmasına karar verdi.
Külliye Konusunda Çatışan Görüşler
Kasım 2011’de Haspolat Meslek Lisesi’nde ilahiyat bölümünün açılmasından kaynaklanan tartışmaların tam gaz devam ettiği bir sırada alınan karara toplumdaki çeşitli kesimlerden farklı tepkiler geldi. Bu tepkiler üç nokta üzerinde yoğunlaşıyordu: 1) Karar, Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının ve iktidarla ilişkisi olan İslami cemaatlerin Kıbrıslı Türkleri Hanefi-Sünni inancı çerçevesinde asimile etme çabasının yeni bir adımıdır; 2) Külliye talebi toplumun duyduğu ihtiyacın bir yansımasıdır; 3) Külliye hangi amaçla inşa ediliyorsa edilsin önemli olan yatırımların yapılması ve birçok kişiye istihdam olanağının sağlanmasıdır.
Öncelikle birinci görüşü ele alalım. Bu görüşü savunanlar iddialarına kanıt olarak “Eğitim Kompleksi” bünyesinde barınma binalarının, sosyal ve sportif salonların yanı sıra ilahiyat fakültesinin/lisesinin, dinî tesislerin ve camilerin [burada camiden değil, camilerden söz edilmektedir] yapılacak olmasını gösterdiler. Yine bu kesimler, arazinin kiralandığı KİSAV’ın AKP iktidarıyla yakın ilişki içerisinde bulunduğunu iddia ettiler.
Son husus dikkat çekiciydi. Araziyi kiralayabilmek için Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi’nin (UKÜ) Aralık 1996’dan itibaren girişimde bulunuyor olmasına rağmen, arazinin UKÜ tarafından değil de 22 Kasım 2011’de kurulduğu belirtilen (Meltem Sonay, “Haspolat’ta ‘İlahiyat Kompleksi!’”, Yenidüzen, 01.02.2012), dolayısıyla da yalnızca 2 aylık bir geçmişi olan KİSAV’a kiralanması bu iddianın temel dayanağıydı. Her ne kadar Vakıflar İdaresi Yönetim Kurulu Başkanı Işılay Arkan UKÜ’nün paralı, KİSAV’ın ise parasız eğitim vereceğinden dolayı arazinin KİSAV’a kiralanmasının uygun bulunduğunu belirtmişse de (Duygu Alan, “Yararlı Olacağına İnanıldı, Onaylandı”, Havadis, 04.02.2012), Vakıflar İdaresi’nin paralı eğitim veren çeşitli üniversitelere arazi kiraladığına ilişkin haberler basında yer almıştı (Sami Özuslu, “Haraç-Mezat, Külliyen!..”, Yenidüzen, 02.02.2012).
KİSAV’ın herhangi bir plan ve proje sunmadan ve sözleşme olmadan araziyi kiralaması (Serhat İncirli, “Külliye Olacak!”, Kıbrıs, 02.02.2012; Duygu Alan, “Vakıflar ‘Bilmiyor’, Bakanlık ‘Bilmiyor’, Başbakan ‘Biliyor’”, Havadis, 02.02.2012) dikkat çekilen bir diğer husustu. Ayrıca söz konusu araziye KİSAV tarafından 8,5 milyon TL’si ilahiyat lisesinin inşasında kullanılmak üzere 30 milyon TL tutarında yatırım yapılacağının açıklanması (Osman Kalfaoğlu, “Hala Sultan İlahiyat Koleji”, Yenidüzen, 03.02.2012), paranın dış kaynaklı olduğu kuşkusunu doğurdu. Her ne kadar yetkililerce yapılan açıklamalarda KİSAV’ın KKTC vatandaşı zengin kişilerden oluştuğu, tüm masrafların da bu kişilerce karşılanacağı belirtilmişse de, bunlar toplumun büyük kesimi ikna etmeye yetmedi. Gerçekten de 2011 yılı için açıklanan vergi listelerine bakıldığında bir kişi hariç Vakıf yönetim kurulu üyelerinin isimlerinin listede yer almadığı, listede ismi geçen kişinin ödemekle yükümlü olduğu vergi tutarı incelendiğinde de söz konusu şahsın başka bir yerden destek almadan 30 milyon TL tutarlık bir yatırımda bulunmasının pek de mümkün olmadığı görülüyordu (Liste için bkz. http://www. kibrisgazetesi.com/popup.php/cat/2/news/130783/PageName/Ic _Haberler, 24.06.2012).
AKP-KİSAV ilişkisini sorgulatan bir diğer husus, Vakıflar İdaresi ve Din İşleri Dairesi Yönetim Kurulu’nun 28 Aralık 2011 ve 20 Ocak 2012 tarihli kararlarıyla gündeme geldi. Yönetim Kurulu 28 Aralık 2011 tarihli kararında Vakıflar İdaresi’nin uğradığı gelir kayıplarından dolayı TC Lefkoşa Büyükelçiliği civarında bulunan okulların Haspolat’a taşınmasını, ardından da buradaki emlakin veya devlete ait başka arazilerin İdare’ye verilmesinin talep ederken, 20 Ocak 2012’de bu isteğinden vazgeçti ve Haspolat’taki arazinin karşılıksız olarak KİSAV’a kiralanmasını önerdi (Kararlar için bkz. Meltem Sonay, “İşte Gerçek İlahiyat Fakültesi!”, Yenidüzen, 02.02.2012). Yönetim Kurulu’nun 3 haftalık bir süre içerisinde kararını değiştirmesi Kurul’a baskı uygulandığı izlenimini doğurdu.
Aslında yazımızda konuyla ilgili enteresan olaylara da değinmek gerekiyor. Bunların başını da Haspolat’taki arazinin KİSAV’a kiralanmasına ilişkin Bakanlar Kurulu’nun 25 Ocak 2012 tarihli kararına rağmen Milli Eğitim Bakanı Kemal Dürüst’ün karardan 2 Şubat’ta bir basın mensubu aracılığıyla bilgi sahibi olduğunu belirtmesi geliyor. Böylece Bakanlar Kurulu’nun bir üyesinin Kurul’un aldığı karardan haberdar olmadığını iddia etmesi gibi ilginç bir durum ortaya çıkmıştı. Ayrıca Bakanlar Kurulu kararının basına yansıdıktan bir gün sonra 2 Şubat’ta Resmî Gazete’de yayınlanması konunun kamudan saklanmaya çalışıldığı izlenimini yaratmıştı.
Gariplikler listesini uzatmak mümkün olmakla birlikte, konumuzu bunlar oluşturmadığından külliye konusunda dile getirilen diğer görüşlere geçmek uygun olacaktır. Yukarıda da değinildiği gibi, külliye yapımını destekleyen iki görüş vardı. Bunlardan birincisi böyle bir yapının toplumsal ihtiyaçtan kaynaklandığı yönündeydi. Bu görüşe göre, okullardaki din dersleri ve yaz tatillerindeki Kuran kursları gibi, külliye bünyesinde yapılacak olan ilahiyat fakültesine ve/veya imam-hatip lisesine toplum ihtiyaç duymaktaydı. Ayrıca Haspolat’ta cami ihtiyacı bulunuyordu. Tüm bu ihtiyaçları karşılamak için külliye ideal bir çözümdü.
Külliyeyi destekleyen diğer görüş ise “yeter ki para gelsin ve yatırım yapılsın. Kaynağının veya amacının ne olduğu önemli değil” mantığını yansıttığı için bunun üzerinde zerre kadar durma gereği duymayarak külliye konusunu ilk iki görüş çerçevesinde irdelemeye çalışalım.
Külliye meselesiyle patlak veren din konusundaki tartışmaların Kıbrıs’ta bu kadar gündeme gelmesinin asıl nedeni, özellikle Ulusal Birlik Partisi’nin (UBP) 19 Nisan 2009 erken genel seçimlerinde iktidar olmasının ardından konuyla ilgili önemli gelişmelerin yaşanmasıydı. Bunların birincisi, Kuran kurslarının 2009 yazından itibaren yeniden açılmasıydı. İkincisi, 2009-2010 ders yılından itibaren “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” derslerinin zorunlu hale getirilmesiydi. Üçüncüsü, 2009-2010 ders yılı için TC Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından KKTC yurttaşı öğrencilere Türkiye üniversitelerinde sağlanan kontenjanlarda ilk kez ilahiyat fakültelerinin de yer almasıydı. Ayrıca, 13 doktora kontenjanından 3 tanesi “Din Eğitimi”, “Din Psikolojisi” ve “Dinler Tarihi” bölümlerine ayrılmıştı. Dördüncüsü, TC Büyükelçiliği Yardım Heyeti’nin “Din Hizmetlerinin Geliştirilmesi Projesi” kapsamında 2009 yılı için 13 milyon TL’lik bir bütçe ayırdığının, bu bütçenin, başka amaçların yanı sıra, cami inşaatlarında da kullanılacağının açıklanmasıydı. Beşincisi, 2009’da Lefkoşa Türk Belediyesi ile Din İşleri Dairesi Başkanlığı’nın Lefkoşa’da büyük bir caminin inşa edilmesi konusunda anlaşmaya varmalarıydı. Altıncısı, 20 Temmuz 2010’da Başbakan Küçük ile Devlet Bakanı Çiçek arasında Lefkoşa Otobüs Terminali’nin bulunduğu alana külliye yapılması için protokol imzalanmasıydı. Yedincisi, “Din Hizmetlerinin Geliştirilmesi Projesi” çerçevesinde 2011 yılı için Türkiye’den KKTC’ye 7.186.000 TL hibe edilmesiydi. Sekizincisi, Eylül 2011’de Yakın Doğu Üniversitesi (YDÜ) İlahiyat Fakültesi’nin öğretime başlamasıydı. Dokuzuncusu, Kasım 2011’de Haspolat Meslek Lisesi’nde ilahiyat bölümünün açılmasıydı. Onuncusu, Haspolat’taki vakıf arazisinin KİSAV’a kiralanmasıydı.
Dinsel konularla ilgili bu gelişmelere bakıldığında bunların bir kısmının bazı Türkiyeli yetkililerce dinî değerler bakımından “zayıf” görülen Kıbrıs Türk toplumunu bu yönde “donanım sahibi kılmak” amacıyla gündeme getirildiğini ve uygulamaya sokulduğunu söylemek mümkündür. Örneğin TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan 2011’de gazetecilerle yaptığı bir toplantıda bu konudaki tavrını şu sözlerle ortaya koymuştu: “Kuzey Kıbrıs, Türk ve Müslüman bir ülkedir. Bu özelliklerimizle gurur duyup bunları ön plana çıkarmakta tereddüt yaşamamalıyız. Mesela Kıbrıs Rum tarafı kiliseye bağlılıkta bu kadar büyük bir sadakat gösterirken, bizim de daha fazla camiyle daha fazla din eğitimiyle kültürel özelliklerimizi fark etmemiz gerekir” (Aysu Basri Akter, “Sırada Külliyeli Kolej”, Yenidüzen, 02.02.2012).
AKP iktidarının özellikle Kıbrıs’ta çözüm sürecinin irtifa kaybettiği son dönemlerde Kıbrıs’ın kuzeyinin İslamlığını/Türklüğünü sergilemek/kanıtlamak amacıyla dinî alanda yaptığı hamle UBP iktidarı tarafından da tam destekle karşılandı. Bu durumun iki temel nedeni vardı. Birincisi, muhalefet döneminde AKP iktidarıyla arası çok da iyi olmayan UBP’nin iktidarını sürdürebilmek için bu partiyle ilişkilerini hızla düzeltme ihtiyacı içerisinde olmasıydı. Eski deneyimlerinden hareketle UBP, sırtını Türkiye’ye dayayarak iktidarını rahatça sürdürmeyi düşündü. İkincisi, seçmen kitlesinin kayda değer bir kesimini Türkiye kökenli vatandaşlarımızın oluşturduğu UBP’nin, dinî konularda hassasiyeti bulunan bu kitleyi daha fazla yanına çekmek istemesiydi.
Bununla birlikte ülkemizde özellikle 2009’dan sonra dinî alanda yaşanan ve yukarıda belirtilen gelişmeleri yalnızca AKP ile UBP’nin politik amaçlarının bir uzantısı olarak değerlendirmek mümkün değildir. Kimi Kemalist veya kendilerini ilerici olarak değerlendiren çevreler aksini iddia etseler bile, ülkemizde çeşitli dinsel taleplerde bulunan, bunların yerine getirilmesini veya en azından engellenmemesini isteyen bir kesimin olduğu da bilinmektedir. Her yıl Kuran kurslarına veya Türkiye’de yapılan din eğitimi kamplarına yapılan başvurular bize bu konuda bir fikir vermektedir. Örneğin Din İşleri Dairesi Başkanı Talip Atalay 2011’de Kuran kursları için 2.000 civarında başvuru yapıldığını açıklarken (Yenidüzen, 05.07.2011), Tüm İlahiyat ve Yüksek İslam Enstitüleri Mezunları Derneği (TİYEMDER) Başkanı Selahattin Yazıcı da 2000-2009 döneminde Kıbrıs’tan 720 öğrenciye yaz aylarında İstanbul’da 45 ilâ 60 gün süren din kursu verdiklerini belirtmiştir (Yenidüzen, 30.06.2011; Havadis; 30.06.2011).
“Külliye Sorunu” ve Dinî Alanda “Sorun” olarak Görülen Diğer Konular Nasıl Çözümlenebilir?
Görüldüğü gibi konu epeyce çetrefillidir. Bir yandan Kıbrıslı Türklere giydirilmek istenen bir elbise, diğer yandan da toplumdaki çeşitli kesimlerin din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde talep ettikleri hakları söz konusudur. Bu durumda devletin ve toplumda söz sahibi örgütlü ilerici kesimlerin tavrı ne olmalıdır?
Öncelikle konuyu devlet açısından ele alalım. KKTC devletinin yapması gereken bir yandan ülkesinde yaşayan kişilerin din ve vicdan özgürlüğünden kaynaklanan taleplerini yerine getirirken, diğer yandan da Kıbrıslı Türklerin kendine özgü dinî yapısını korumasıdır. Bunun da yolu yetkililerin laik devlet anlayışına uygun davranmalarından ve Türkiye’deki kimi çevrelerden gelen ve gelebilecek baskılara koltuk kaygılarını bir tarafa bırakarak direnmelerinden geçmektedir. Bu noktada laik devlet kavramından ne anlaşılması gerektiğine bakmak gerekecektir. Laik devlet, bütün inançlara eşit mesafede duran, hiçbir inanca engel olmayan, ilke olarak hiçbir dine veya dinsel gruba menfaat sağlamayan, para vs. yardımında bulunmayan, yardım sağlamak zorunda kalırsa da bunu eşitlik ilkesi çerçevesinde gerçekleştiren devlettir. Örneğin, ülkemizde çok tartışılan Kuran kurslarını ele alalım. Bilindiği üzere toplumumuzun azımsanamayacak bir kesimi bu kurslara karşı bir tavır sergilemektedir. Oysa her ebeveynin çocuklarının kendi dinî ve felsefi inançlarına göre eğitim ve öğrenim görmelerini talep etme hakkına sahip olduğu düşüncesinden hareketle Kuran kursu talep edilmesini bir insan hakkı olarak değerlendirmek gerekmektedir. Burada yanlış olan husus KKTC devleti eliyle bu kursların açılması, devlet kaynaklarının buralara aktarılmasıdır. Her ne kadar hükümet tarafından yapılan açıklamalarda kursların “Dini Bilgiler Öğretimi Kursları” adıyla düzenlendiği ve tüm dinlerle ilgili bilgilerin verildiği belirtilmekteyse de, kurslarda çok büyük ağırlıkla Hanefi-Sünni öğretisine ve onun pratiklerine yer verildiği bilinmektedir. Bu durumda devletin aynı olanakları niye başka inanç sahiplerine, örneğin Alevilere sağlamadığı sorgulanmalıdır. Devletin bu uygulaması laik devlet anlayışıyla taban tabana zıttır.
Aynı hususları okullarda zorunlu olarak okutulan din dersleri konusunda da söylemek mümkündür. Dersin adı her ne kadar “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” olarak geçmekteyse de, bu derslerde verilen bilgilerin genel dinî ve ahlakî bilgilerden çok Hanefi-Sünni öğretisine yönelik olduğu, diğer inançları dışladığı veya onlara yeteri kadar yer vermediği ortadadır. Bu uygulama da laik devlet ilkesine aykırıdır.
Meseleyi asıl konumuz olan külliye çerçevesinde değerlendirirsek, Haspolat’taki vakıf arazisinin KİSAV’a çok cüzi bir fiyata uzun süreliğine kiralanmasının da laik devlet anlayışıyla bağdaşmadığını söylemek gerekir. Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) iktidarı döneminde cemevi yapımı için Alevi inanca sahip vatandaşlara yer tahsis edilmesi de aynı mantıkla değerlendirilebilir. Her ne kadar bu girişim senelerce üvey evlat muamelesi gören Alevi vatandaşlarımızın mağduriyetlerini gidermeye yönelik iyi niyetli bir adım olarak değerlendirilse de, bu kez başka inanç gruplarının neden benzer olanaklardan yararlanamadıklarını sorgulamak gerekecektir. Bugün, söz gelimi, 100 ayrı inanç grubu kendilerine yer tahsisi için devlete başvursa, devlet tümünün isteklerine olumlu yönde mi cevap verecektir? Yer tahsisinin ardından ibadet yeri inşası ve bunların donatılması yönünde talepler de gelebilir. Dolayısıyla bu işin sonu yoktur. O yüzden devletin tüm inançlara eşit mesafede durması, onlara herhangi bir ayrıcalık tanımaması gerekir. Bu noktada ibadet yeri için arsa veya bina talep eden inanç topluluklarının yeterli maddi kaynaktan yoksun olmaları halinde ne yapılabileceği sorgulanabilir. Böyle bir durumda, diğer inançlara sahip kişilere de aynı eşit koşulların sağlanması şartıyla, Vakıflar Bankası’ndan, uzun vadeli, düşük faizli kredi olanaklarının sunulması bir yöntem olarak düşünülebilir. Fakat bugünkü uygulamalarına bakıldığında KKTC devletinin derdinin tüm inançlara eşit davranmak yerine Müslümanlığı, bunun içinden de Hanefi-Sünni öğretisini öne çıkarmak olduğu görülmektedir. Bu anlayış bazı UBP milletvekillerinin sözlerinde de somutlaşmıştır. Örneğin, İskele Milletvekili Ahmet Zengin, Müslüman bir toplumda böyle bir komplekse ihtiyaç duyulduğunu belirterek “…Hepimiz Müslümanız ve bu da gerekli bir yerdir” derken, Lefkoşa Milletvekili Zorlu Töre de “Milli ve manevi değerlerimizin gelişmesinden, eğitim ve öğretimde yer almasından çekinmemeliyiz. Biz hepimiz Türküz ve Müslümanız” ifadelerini kullanmıştır (Ceren Özbil, “Karar Milletvekillerini Böldü”, Havadis, 03.02.2012). Görüldüğü gibi burada KKTC’de yaşayan herkes Müslüman ilan edilerek devlete dolaylı olarak İslami bir kimlik verilmeye çalışılmış, böylece külliye yapımı meşru bir temele kavuşturulmak istenmiştir.
Devletin dışında toplumda söz sahibi örgütlü ilerici kesimlere de büyük iş düşmektedir. İlericilik, kişilerin din ve vicdan özgürlüklerini yok saymak demek değildir. Tam aksine din ve vicdan özgürlüğü de dahil olmak üzere herkesin insan hak ve özgürlüklerine saygı göstererek bunları savunmak, gerçekleşmesi için gayret göstermek, fakat aynı zamanda da devletin laik, toplumun da seküler niteliğini ortadan kaldıracak girişimleri engellemektir. Konuyla ilgili tartışırken bu hassas dengeye azami özen göstermek gerekmektedir.