1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. 'Ülkeyi halk değil, Türkiye yönetiyor'
Ülkeyi halk değil, Türkiye yönetiyor

'Ülkeyi halk değil, Türkiye yönetiyor'

“Ülkeyi, halkın değil Türkiye’nin yönettiği iddiasındayız. Bu durumu hem duyurmak hem de yapılması gerekenleri anlatmak için aday oldum”

A+A-

KSP Cumhurbaşkanı adayı Mustafa Onurer, YENİDÜZEN Haber Merkezi’nin sorularını yanıtladı, iç ve dış siyasete dair çarpıcı yorumlar yaptı

Kıbrıs Sosyalist Partisi (KSP) Cumhurbaşkanı adayı Mustafa Onurer, “Eğer ben seçilirsem, halk ayağa kalktı demektir. Ben seçilirsem, halk kendi sorunlarına kendisi sahip çıkmaya başladı demektir. Bana oy verilirse, halk aslında Saray’ın, ülkenin hakimi olacak” şeklinde konuştu.

Onurer, kendisi dışındaki tüm adayların ‘1974’le birlikte oluşturulan statükonun’ devamından yana olduğunu savunarak, “Bunun karşısında ise ben aday değilim. Benimle birlikte statükoya karşı duran halkın aday olduğunu düşünüyorum” dedi.

Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na gidip, ‘tılsımlı bir değnekle’ ülkenin yanlışlarını düzeltmeyi vaat etmediğini dile getiren Onurer, “Evlerde, kahvelerde, sohbetlerde dillendirilen gerçekler artık bir amaca hizmet eder konuma girmeli. Aksi takdirde seçimler, Galatasaray- Fenerbahçe futbol maçı varmış gibi ‘ben ezelden beri Fenerbahçeliyim veya ben ezelden beri Galatasaraylıyım’ diyerek hareket edildiği müddetçe seçimlerin hiçbir anlamı olmuyor” dedi.

Onurer, bağımsız Cumhurbaşkanı adayı Mustafa Akıncı ile politikalarının yakın olduğunu iddia edenlerin olduğunu ancak bunun doğru olmadığını ifade ederek, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Sayın Akıncı benim savunduğum demokrasi, egemenlik, emekle sermaye arasındaki mücadele anlayışını savunmuyor, savunamaz da. Akıncı, Vahdettin gibi işgalcinin haklarını korumaktan bahsediyor. Türkiye’nin bütün ada gerekse kuzey parçası üzerinde herhangi bir hakkı yoktur”

Cumhurbaşkanı adayı Mustafa Onurer, YENİDÜZEN Haber Merkezi’nden gazeteciler ile bir araya geldi, neden aday olduğunu ve hedeflerini anlattı.

• Mert Özdağ: ‘Neden aday oldunuz’ şeklinde klasik bir soru var. Oradan başlayalım…
• Mustafa Onurer:
Gerçekten klasik bir soru... Klasik olmaması için farklı farklı cümleler kurmaya çalışıyorum. Çünkü sürekli sorulan bir soru. Ben ve bağlı olduğum partim bu ülkede çok şeylerin değişmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ülkeyi, halkın değil Türkiye’nin yönettiği iddiasındayız. Bu durumu hem duyurmak hem de yapılması gerekenleri anlatmak için aday oldum. Sadece ülkenin egemenlik sorunu değil, dünyanın da sorunu haline gelen emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin ele alınması, doğru yorumlanması, gerekli örgütlenmelerin ve hareketlenmelerin ortaya çıkarılması gerektiğine inanıyoruz. Bunu ele almak, anlatmak bir görevdir diye düşünüyoruz. Alt başlık olarak koyabileceğimiz bir sürü nokta var. Örneğin demokrasi anlayışının çok daha farklı olduğunu ve aslında olması gerekenin bize ezberlettikleri olmadığını, demokrasinin temsili demokrasi haline dönüştüğü yıllardan itibaren hakim güçlerin gerek sermaye gerekse politik güç olarak hakim güçlerin demokrasiyi kendilerinin halkı boyunduruk altına almak için bir araç olarak kullandıklarını düşünüyoruz. Bütün kampanyamız süresince demokrasi haklara aittir, demokrasi ilkokuldan başlayarak bize tanım olarak verdikleri demokrasi konusunda halkın kendi kendini yönetmesidir. Dünyaya ve ülkemize baktığımızda, büyük oranda bu tamamıyla aldatmacaya dönüşmüş durumdadır. Sadece seçimlere endekslenmiş durumdadır. Aslında halkın kendi kendini değil, hakim güçlerin halkı yönetme, halkı baskı altına tutmak ve sömürmek için kullandıkları bir araca dönüşmüştür. Dünyaya çok üstünkörü bakıldığı anda bile demokrasinin aslında o ülkeyi yöneten sınıfın diktatörlüğünü olduğunu, temsili demokrasi olarak adlandırılan demokrasinin bütün dünyada iflas ettiğini, büyük güçlerin demokrasi söylemini kullanarak birçok ülkeyi işgal etme mazereti olarak kullandığını gözlemlemek zor bir olay değildir.
Bunları da anlatmak zorunda olduğumuzu, halkın artık kendisine ezberlettirilen klişelerin dışında düşünmeye başlaması gerektiğini düşünüyoruz. Dünyanın ancak bu düşünce tarzını sorgulama ve doğru noktalara yönelme tarzını benimseme başladığı andan itibaren kurtulabileceğini düşünüyoruz. Bizim misyonumuz bu…

“Diğer adaylar, 1974’le birlikte oluşturulan statükonun devamından yana…”

• Didem Menteş:  Diğer cumhurbaşkanı adaylarından farkınız ne? Cumhurbaşkanı seçilmeniz halinde izleyeceğiniz yol ne olacak?
• Mustafa Onurer:
Şu ana kadar cumhurbaşkanlığına aday olan benim dışımdaki adayların hepsi de adanın kuzeyinde 1974’le birlikte oluşturulan statükonun devamından yana adaylar olduğunu düşünüyorum. Bunun karşısında ise ben aday değilim. Benim nezdimde bu statükoya karşı duran halkın aday olduğunu düşünüyorum. Bu düşüncemin nedeni ise birey olarak seçilme kaygısı taşıyan, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na gidip oturup tılsımlı bir değnekle bu ülkenin yanlışlarını düzeltmeyi vaat eden biri değilim. Eğer bu halk yaratılan statükoya, adanın bölünmüşlüğüne, demokrasi yokluğuna, egemen dahi olmadığına bütün sömürü ve baskılara maruz kalması nedenlerinin bunlar olduğunu düşünüyorsa aday olmalıdır. Ben bunları onlar adına dillendiriyorum.

• Mert Özdağ:  Peki halk bunu düşünüyor mu?
• Mustafa Onurer:
Halkta böyle düşünen büyük bir kesim olduğuna inanıyorum. Kahvelerde, evlerde, bürolarda dillendiriliyor olmasına rağmen bunun nasıl örgütlenebileceğini, nasıl bir güç haline dönüştürülebileceği konusunda halkın şu anda buna fazla kafa yorduğunu iddia edecek durumda değilim. Zaten misyonumuz da bu. Yani evlerde, kahvelerde, sohbetlerde dillendirilen ve görülen ülkenin küçüklüğünden dolayı çok kolay görülebilen gerçekler artık bir yere doğru kanalize edilmeli, bir amaca hizmet eder konuma girmeli. Aksi takdirde seçimler Galatasaray- Fenerbahçe futbol maçı varmış gibi ben ezelden beri Fenerbahçeliyim veya ben ezelden beri Galatasaraylıyım diyerek hareket edildiği müddetçe seçimlerin hiçbir anlamı olmuyor. Dolayısıyla eğer ben seçilirsem, halk ayağa kalktı demektir. Ben seçilirsem, halk kendi sorunlarına kendisi sahip çıkmaya başladı demektir. Benim seçilmem demem, bu ülkede toplumsal dönüşüm anlamında, devrim gerçekleşmiş anlamında olacak. Bana oy verilirse halk, aslında Saray’ın, ülkenin hakimi olacak.  Bunların olabilmesi için seçim sürecinde faaliyetin, sahiplenmenin başlaması gerekiyor. 19 Nisan günü tam bilmediğimiz nüfusumuzun 180 bin seçmen sandığa gidip de ‘ben oyumu sana atıyorum, zaten bugün Pazar. Oyumu sabah sabah kullandım, pikniğe, denize gidiyorum’ demekle bu işin olmayacağını ifade etmeye çalışıyorum. Şu andan başlayarak gerek sendikalar gerek örgütler veya gerek halkın bütünü kampanyanın içerisine çekilerek, kendi sorununa kendisinin sahip çıkmasını anlatmaya çalışıyorum. Tüm bunlar olduktan sonra benim seçilip, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na oturmamım kıymeti yok. Bunlar olduktan sonra ben değil, halk orada olacak. Diğer adaylara baktığınızda, ‘beni seçin yeter ki gerisini merak etmeyin’ havasındadır. Böyle bir seçim kampanyasını reddediyorum, bu seçim değildir. Bu halkı aldatmadır.

“ Akıncı, gerçekten tilki, kurt bir politikacı… Sadece solu değil, halkı da kandırıyor”

• Mert Özdağ:  Bizde genellikle sol partiler seçim dönemine kadar faaliyetlerini sürdürürler.  Seçim döneminden önce ittifaklar gündeme gelir. Lefkoşa Türk Belediyesi’nde bunu yaşadık, daha önce de örneklerini yaşadık. Solda daha güçlü adaya veya partiye entegre olup seçime gitmeyi tercih eder yada YKP örneğinde belirli bir dönem boykotu izledik. Örneğin siz neden Akıncı’ya destek vermediniz? Böyle bir ittifakta yer almadınız? Bu açıdan baktığınızda ittifakı nasıl yorumluyorsunuz?
• Mustafa Onurer: 
Gerek demokrasi, gerek egemenlik gerekse diğer pozisyonlarıma bakıldığı zaman en başından çizgiyi çok net çekmeye çalıştığım gibi bu adayların hepsinde ne yazık ki statükonun savunucusu olduğu söylemiştim. Sayın Akıncı’nın politikalarına çok yakın olduğumu, Akıncı’nın da benim politikalarıma çok yakın olduğunu iddia edenler var. Bunu dillendirmekten de çekinmeyenler var. Şu anda 3 haftalık süreçte sosyal medyada facebook arkadaş listemde yüzde 90’ının Akıncı çevresinde olduğunu görebilirsiniz. İnkar etmeden, kendilerini gizlemeden Akıncı posterli arkadaşlık çevreme dahil oldular. Ben bu durumdan rahatsızlık duymuyorum. Tam tersi amacımıza hizmet ettiğine inanıyorum. Çünkü bu insanların büyük bir ezici çoğunluğu yurtsever, demokrat ve ilerici insanlardır. Akıncı ve benim politikalarımızın benzediği yönündeki iddiaların doğru olmadığını, gerçeğin küçücük gibi görünen ayrıntılarda saklı olduğunu düşünüyorum. Sayın Akıncı benim savunduğum demokrasi, egemenlik, emekle sermaye arasındaki mücadele anlayışını savunmuyor, savunamaz da.  Ben Akıncı’nın politikalarını çok yakinen bildiğim için ısrarlı bir şekilde ortaya koyuyorum. Tam tersine Akıncı’nın kalıplar üzerinden bahsettiğim konulara değindiğinin çok iyi farkındayım. Örneğin ‘halk ne derse o olur’, ‘halkın dediği olur, ‘bu kavgayı halkla birlikte yürüteceğiz’  gibi cümleler benzeşiyor. Ancak politikada kelimelerin cümlelerin benzeşip benzeşmediği değil, politikanın istikrarı,  tutarlılığı önemlidir. Eğer Sayın Akıncı çıkıp da derse ki 4 boyutlu diye ortaya koyduğu siyasetin bir boyutu budur. Benim işgal sorunu olarak gördüğüm Türkiye ile ilişkiler boyutunda çıkar ve derse ki ‘bu konuyu uzlaşma ile çözeceğim. Bu konu iki tarafın da haklarına saygı temelinde ele alınarak çözülmelidir’ derse şeytanın gizlendiği ayrıntı ortaya çıkar. Dikkatli okuyucu buradaki hakların ne olduğunu sorgulamak zorundadır. Dünya üzerinde işgalci bir gücün haklarını savunacak kahraman çıkamaz. Eğer çıkarsa, tıpkı Vahdettin gibi 1. Dünya Savaşı sonunda İstanbul’u işgal eden işgalcilerin haklarını savunmasından farklı bir şey olmaz. Eğer Vahdettin doğru iseydi Mustafa Kemal Anadolu’ya çıkıp da bu işgalcinin haklarını ülke ve Osmanlı İmparatorluğu üzerinde ben tanımıyorum diyerek halkı savaşa sokmaz, bunun için uğraş vermezdi. Üzülerek bu benzetmeyi yapmak zorundayım ki Sayın Akıncı, Vahdettin gibi işgalcinin haklarını korumaktan bahsediyor. Türkiye’nin bütün ada gerekse kuzey parçası üzerinde herhangi bir hakkı yoktur. 1960 Garantörlük Anlaşması gereği görev ve sorumlulukları vardır. Bu anlaşmada görev ve sorumluluk nedir, pratikte nasıl işlemiştir diye Kıbrıs halkının büyük bir çoğunluğu bu gerçeği çok iyi biliyor. Türkiye görev ve sorumluluğu kullanarak 1974’te adanın kuzeyini işgal etmiştir. Türkiye’nin görevi Kıbrıs Cumhuriyeti’ni korumak, Kıbrıs Cumhuriyeti ile iyi ilişkiler sürdürmek ve cumhuriyetin herhangi bir sebeple yıkılması durumunda müdahale etmek ve o cumhuriyeti tekrardan tesis etmekti. Cumhuriyeti tekrardan tesis etmek yerine sınırlar çekildi ve ona rakip olarak başka bir cumhuriyet yaratıldı.  Bu durumda hakları savunmak, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yıkma hakkını savunmak, Türkiye ile ilişkiler açısından bu halka ihanettir. Tüm bunlar dikkate alındığında aslında benzeşir gibi görünen politikanın ne kadar zıt olduğunu, bu politikanın ne kadar tehlikeli bir politika olduğunu görebiliriz. Sayın Akıncı’nın bu söylemi aslında Türkiye’den icazet alma söylemidir. Bunu diğer politikacılarımız da çok yapıyorlar. Türkiye’nin seçimlerdeki fonksiyonu ve gücünü çok iyi bildiklerinden icazet almak için gerek sağda gerek solda bu tür politikalar dönem dönem devreye sokulur. Ama Sayın Akıncı, gerçekten tilki, kurt bir politikacı. Solun nasıl bu tür söylemlerle kandırılabileceğini çok iyi becerebilen bir kişidir. BDH sürecinden Akıncı’yı çok iyi tanıdığım, bu tür politikalarını çok iyi bildiğim için söyleyebilirim. Solun oylarını kendi potasına aktarmanın takdiki bir söylemi olduğunu düşünüyorum.

• Meltem Sonay: Akıncı’nın ‘solu’ kandırdığını mı düşünüyorsunuz?
• Mustafa Onurer: 
Kesinlikle. Sayın Akıncı sadece solu değil, halkı da kandırıyor. Halkı kendi çıkmaz sokağına doğru çekmeye çalışıyor. Yani işgalci bir güçle masaya oturup da ‘bizim haklarımıza sen de saygı göster. Bak ben senin Kıbrıs üzerindeki haklarına saygı gösteriyorum’ politikasıyla bu işlerin düzelemeyeceğini kendisini de çok iyi biliyor. Bir ülkedeki işgalci bir gücün haklarını reddetmeden, iki ülke arasındaki ilişkilerin düzelmesi mümkün değildir. Bu işgalci gücün herhangi bir hakka sahip olmadığını sadece Kıbrıs Türk halkına değil, Türkiye halkına da anlatma ihtiyacımız olduğunu da düşünüyorum. Türkiye’nin egemen gücü şu anda AKP gibi görünüyor ancak sadece AKP değildir. Tüm devlet organından bahsediyorum, NATO’nun Akdeniz’de ve Orta Doğu’da vurucu gücü haline gelen Türkiye’den bahsediyorum. Orta Doğu’da gericiliğin körükleyicisi olan devletten bahsediyorum. Kıbrıs’ın kuzeyini sömürgeleştirmiş, ‘yavru vatan’ edebiyatı ile bu ülke insanının toplumsal olarak yok oluşunu hızlandırmış güçten bahsediyorum. Bu güçle gerçekleri masaya koymadığınız sürece, sadece Erdoğan’ın hakaret içeren, Kıbrıs halkına yapılan söylemleri düzeyinde aldığınız, bunu düzeltme iddiasıyla yola çıktığınız müddetçe ikili ilişkileri düzeltmeniz mümkün değildir.

• Ayşe Güler:  Türkiye’nin ‘işgalci’ olduğunu savundunuz. Peki siz nasıl bir yol izleyeceksiniz?
• Mustafa Onurer:
Seçim dönemi beylik lafları ile yetinmememiz gerekiyor. Genellikle seçim dönemi sanki mahsusçuktan oyunlar oynandığını, oy verme günü olup bitti mi hepsinin bittiğini, yeni bir hayata başladığımızı farz eder konumdayız. Herhangi bir seçim oyunundan değil, işgalden bahsediyoruz. Ülkenin egemenliğinin işgal edilmesinden, ele geçirilmesinden ve kullandırılmamasından bahsediyoruz. Tıpkı bir insanın köleleştirilmesinden, zincire vurulmasından, söz sahibi olmasının engellenmesinden bahsettiğimiz gibi… Evde bir eş düşünün, bu konuma sokulmuş, sözü hiçbir zaman alınmamış, düşüncesi hiçbir zaman sorulmamış, onun adına başka birisinin, onlar tarafından belirlenmiş konumunda bir insan düşünün… Bu insan lafazanlıkla mücadelesini sürdüremez. Bu kavga ölüm kalım sorunudur. Evi içinde veya ülkesi içindeki kavga… Çünkü halklar, bireylerin toplamıdır. Kıbrıs Türk halkından bahsederken, biz bunun dışarısında değiliz. Halklar esaret altındaysa, insan olmanın veya halk olmanın birinci kriteri kendi geleceğini kendisinin belirlemesidir. Halk bu pozisyonda olmadığı müddetçe halk olma özelliğini yitirir. Nitekim şu anda ülkemizde insan kalabalığı görüyor olmamıza rağmen halk olma niteliğimizi yitirme sürecindeyiz. Yani sürekli dışa göçen, planlanmış politikalarla sürekli kültürel ve sosyal anlamda dönüşüme uğrayan, kendi ülkesine yabancılaşan bir toplum haline dönüşüyoruz. Bu karar verme noktası halkın elindedir. Ya karar verip demokratik araçlar kullanarak kendi mücadelesini verip, kendi ülkesine sahip çıkacak, ya da tarihte bolca rastlanan yok olan toplumlardan, halklardan biri haline gelecek. Bu aslında ille de silahla, soykırımla gerçekleştirilmesi gerekmeyen bir olgudur. Hiç silah kullanmadan bir sürü halklar, tarih sahnesinden silinmiştir. Gözlerimizin önünde şu anda toplumu biraz daha dikkatli gözlemlersek, biz Kıbrıs Türk halkı olarak o sürecin içerisindeyiz. Dolayısıyla karar halkındır.  Bilimi ve aklı kullanarak ya bu mücadeleyi verecek, ya da Kıbrıs Türk halkı mevhum ortadan kalkacaktır. Bu yok oluşun süratlendiğini vurgulamak zorundayım. İnsan genellikle çocuğun büyüdüğünü fark etmez. 1974 öncesinde Anavatan bakışımızla bugünkü ‘anavatan’ bakışımızla arasında fark yok mu? 1974’teki Kıbrıs Türk toplumu tanımımızla ile şu anki toplum arasında fark yok mu? Bunları eğer oturup düşünürsek, dikkate alırsak, halkın artık yeter demesi zamanın geldiğine inanıyorum.

• Mert Özdağ: Bu tarz bir başkaldırı için halkın belli bir ‘bedel’ ödemesi gerekiyor. Kıbrıs Türk toplumunu şu anda bu bedeli ödemeye hazır görüyor musunuz? Yalnızca kampanya süresince örgütlemek dışında, halkın kendisi de bu bedeli ödemeye hazır mıdır?
• Mustafa Onurer:
Halkın bu seçim atmosferinde çok daha farklı değerlere, çok daha basit ve bir anda tekrar elinden kayıp gidebilecek olan değerlere değer verdiğini ben de biliyorum. ‘Kızımı, oğlumu işe alacak mısınız? Müdür yapacak mısınız?’ Ya da seçim gününe son bir iki gece kala bu ülkede her seçimde paraların döndüğünü de gazeteciler olarak benden çok daha iyi gözlemlemiş olmanız gerekiyor. O derece ki bir partinin başkanı ‘seçim sonrasında çıkıp ‘bu ülkede seçim gecesi paralar döndü. Ben de döndürdüm’ diyen bir ülkede yaşıyoruz. Tüm bunlar halkın kafasını çeliyor olabilir. Şu da halkın kafasını çeliyor olabilir, ‘Onurer doğru söylüyor ama eti budu nedir. Söyledikleri ne kadar sahiplenilip de yola çıkılabilir. Çünkü güçsüz bir parti, güçsüz bir aday. Boşuna boşuna uğraşmayalım, kazanacak olana verelim. Oyumuz yanmasın’ ‘Kazanacak olana vermek en akıllı iştir’ şeklinde düşünülebilir, bu bizim ülkemizde gelenek haline gelmiş olabilir. Oynamıyorum, ama eğer at yarışı oynuyor olsaydım, bu felsefeyi öne çıkarır, kazanacak olan ata oynamam gerekir. Ama seçimler at yarışı değildir. Bu felsefe kesinlikle yanlıştır. Olması gereken felsefe doğru politikaya oy vermektir. Güçlü veya güçsüz, kazanacak veya kazanmayacak doğru politikaya oy vermektir. Aksi takdirde, yanlış politikaya kazanacak diye oy verilirse, en güçlü görünen aday solcu değildir, sağcı adaylardır. Onlara mı oy verilmesi gerekir? Bu felsefe ile yola çıkarsak Sayın Eroğlu’na oy verilmesi gerekir sonucuna varırız. Sadece sol içinde en güçlü adaya o verilmesi gerekir felsefesi olabilir. Peki ama politikasına bakmadan, sol görünüp de sağ politika oy verdiğinizde neyi desteklemiş oluyorsunuz?  5 yıl boyunca tekrardan kahretmeyi hazırlıyorsunuz. Bu yüzden politikada, siyasette onun gereği olan seçimlerde eğer doğru politikayı uygulamak isterseniz politika dışında adayların özelliklerine bakılarak oy verilmemesi gerektiği, destek olunmaması gerektiğini söylüyorum. Politika sadece söylem değil, söylem ve pratik bütünlüğüdür. Örneğin bu ülkede müdürler, müsteşarlar her iktidarla değişmesine rağmen değişmeyen bir mevhum var, görüşmeci mevhumu… Bir bakıyorsunuz Denktaş döneminde görüşmeci olarak bir kişi belirleniyor. Denktaş gidiyor, Talat geliyor. O dönemde de şu veya bu şekilde ayni kişi görüşmeci pozisyonunda oluyor. Bir bakıyorsunuz tam tersi politikalar diye zannettiğimiz Eroğlu cumhurbaşkanı oluyor. Onun döneminde de ayni kişi görüşmeci oluyor. İnsan biraz durup düşünmeli. Cumhurbaşkanlarının ortaya koyduğu politika hani farklıyı? 3 tane farklı cumhurbaşkanı, 3 farklı politikacı mümkün olduğunu düşünelim. Peki bu kişi kendisini bu kadar süratle nasıl adapte edebilir? 3 farklı politikanın masadaki savunulmasının birinci kahramanı oluyor. Nasıl bir ilkesizlikle davranıyor ki kendisine ne denirse gidip onu yapıyor?

“Yapılanlardan sorumlu sadece Eroğlu değildi. Onun birinci derecede sözcüsü olan Özersay’da sorumluydu”

• Mert Özdağ: Acaba öyle mi yoksa tam tersi mi?
• Mustafa Onurer:
Öyle değil de tam tersi ise bu kişi, Sayın Kudret Özersay’dan bahsediyorum, politikalar konusunda çelişkili duruma düştüyse, 3 farklı cumhurbaşkanının konumunda, ya da şu andaki cumhurbaşkanın politikalarıyla çelişkisi varsaydı bunu duyan varsa bize de söylesin. Masada cumhurbaşkanının politikalarını mı savunuyordu? Yoksa kendisinin politikalarını mı savunuyordu? Bu politikalar uyuşmadığı politikalar iseydi halka çıkıp ettiği tek bir kelimeyi duydunuz mu? Ne zaman ki cumhurbaşkanlığı adaylığı gündeme geldi, görevden ayrıldı, aday oldu ve farklı olduğu, fark yaratacağı iddiasıyla şu anda kampanya yürütüyor.  Bunu mantık süzgecine soktuğumuz zaman iş ortaya çıkıyor. Cumhurbaşkanı adayı olmak için yaptıklarını da inkar eder konuma geliyor. Yapılanlardan sorumlu sadece Eroğlu değildi. Onun birinci derecede sözcüsü olan Özersay’da sorumluydu. Masada bir ekip vardı. Dolayısıyla Özersay’ın politik bir farklılık, gerçek bir farklılık savunduğunu ve getirebileceğini düşünmüyorum. Bu tür incelikler ele alınmadan, işin aslını ilgilendiren meseleler ele alınmadan ortaya sadece gençlik, dinamiklik, kadınlık, tecrübe, temiz ve şirin laflarla politika yürütmenin hem seçmeni hem halkı aldatma amaçlı olduğunu düşünüyorum. Ben sözcüklerimi itinayla seçmiyorum. Çünkü gerçekler doğal olandır. Halkın bunları değerlendirdiğini düşünüyorum. İlk başlarda süslü laflar ve özelliklere kapıldığı gerçektir. Yunan halkı 10-15sene öncesine kadar böyle bir iktidarı başa getirmeye hazır mıydı? Güney Kıbrıs’ta yaşayan Kıbrıs halkının bir bölümü 2003-2004 döneminde sınır kapılarının açılmasıyla ‘AB’ye giriyoruz, kurtuluyoruz’ havasındaydı. Hem Türkiye işgalci tehdidinden hem de ekonomik olarak…  O günlerde ‘AB’nin ekonomik olarak tuzak olduğunu, çok daha kötü durumuna düşeceksiniz. Var olan egemenliğinizi orada da kullanamayacaksınız’ deseydiniz herkes size gülerdi. Güney’deki ilişkilerimizde bunu yaşadım. Böylesi bir durumda bilimi takip eden bir politikacının yapması gereken gerçekleri söylememek değil, bu gerçeklerin o an için kavranamayacağını, kavranıp da harekete geçilemeyeceğini bile bile dillendirme görevi vardır. Daha da basit başka bir örnek verelim… 1974 sonrasında Türkiye’nin kurtarıcı değil, Ecevit’in de bunun lideri değil, aslında Kıbrıs’ı ele geçirmeye çalışan bir güç olduğunu babalarınız dillendirebiliyor muydu? Ancak kapalı ortamlarda dillendiriliyordu. İnsanlar, halklar yaşamla birlikte hareket ederler. Yaşamın, ekonomik yaşamın gerçekleri bilincinizi belirleyen olgudur.

“Kıbrıs’ın kuzeyinde süreç dibe vuruşa doğrudur. Sadece bugün için değil, 2000’li yıllarda da dibe vuruşa doğruydu”

• Mert Özdağ: Yunanistan ve Güney Kıbrıs örneğinde ekonomide dibe vuruş oldu. Bizde de dibe vuruş mu olması gerekiyor? Sonuçta Kıbrıs’ın kuzeyinde ekonomik politikaları ayarlayan belirli bir güç var. Bu duruma güçler gelmemize izin vermiyor. O zaman biz dibe vuruş olmadan ‘devrimi’ gerçekleştiremeyecek miyiz?
• Mustafa Onurer:
Güney Kıbrıs’ta henüz dibe vuruş olmadı… Kıbrıs’ın kuzeyinde süreç dibe vuruşa doğrudur. Sadece bugün için değil, 2000’li yıllarda da dibe vuruşa doğruydu. Onun öncesinde de bu tür dibe vuruşlar ortaya çıkmıştı. Ancak hem ülkenin hem de toplumun küçüklüğü, stratejik önemi gereği dibe vuruşun gerçek anlamda ortaya çıkması sürekli engelleniyor. Kıbrıs’a 1-2 milyar dolar aktarıldığında bu dibe vuruş hissedilmiyor. Peki ama nereye kadar? Bu yönde sadece halkın dibe vurma noktasına giderken, halktan bunu beklemeyip liderlik anlamında bu iş ele alındı mı? Doğru bir liderlik ortaya çıkarma becerisini gösterdikte halk buna rağbet göstermedi mi? Ben buna inanmıyorum. Kendimi ve partimi dahil etmek üzere ‘sol’ bu ülkede doğru liderlik görevini layıkıyla yerine getirebilmiş değildir.  Her zaman gazını alma, balonun havasını çıkarma dediğimiz olay kendini ‘sol’ diye tabir eden örgütler tarafından bir görev bilinip yerine getirilmiştir. Halkın mücadelesinin doğru bir raya çekilmemesinin sebebi ‘sağ’ değil, ‘soldur’… ‘Solda’ olduğunu iddia eden partiler, örgütler ve sendikalardır. ‘Hoca söylediklerin çok doğru ama bizim ülkemizde olmaz’ lafını sendikal mücadelede bulunduğum dönemlerde dahil çok duyuyorum. Bu şekilde konuşarak doğru mücadeleyi erteler konumundayız. Toplumlararası görüşmeler 60 yıla yaklaşıyor. 60 yılın yarısı kadar doğru bir talep ve politika ile gidilse Kıbrıs sorunu çoktan çözülürdü. Ama o hiç gözümüze batmıyor. 60 yıldır ‘iki bölgeli, iki toplumlu federasyon’ denilerek, ezberlenmiş kalıbın olmadığını, olmasının mümkün olmadığını oturup hiç düşünmüyoruz. Ancak biri devrimci tavır sergilediği anda ‘ bu mümkün mü?’ diyerek öteye atıyoruz.
 

‘Federasyon çözüm değil, çözüm modeli’

Mert Özdağ:  Federasyon imkansız mı?
• Mustafa Onurer
: Hayır, değil. Federasyon çözüm değil, bir modeldir. Kıbrıs sorununun doğru bir şekilde çözümlenmesi dememiz gerekiyor.

“ İlle de federasyon olması gerekmez, üniter devlet de olabilir”

• Mert Özdağ: Bugüne kadar tekrarlanan yanlış mı demek istiyorsunuz? Sizce doğrusu  nedir?
• Mustafa Onurer:
Kesinlikle yanlıştır. Doğrusu federasyon modelidir. İlle de federasyon olması gerekmez, üniter devlet de olabilir. Anlaşmadan, ülkenin bütünleşmesinden bahsediyoruz. İlle de federasyon olacak diye bir dayatmanın oyun bozma olduğunu, halkı aldatma olduğunu düşünüyorum. Federasyon modeline karşı olduğum için bunu düşünmüyorum. Federasyon modeli bir ülkenin yönetim modeli olacaksa, egemenliğin paylaşılması anlamında olacaksa itirazım yok. Benim itirazım, kimin oluşturacağı federasyondur. Ülkemizi başka bir ülkeye peşkeş çeken yöneticilerle birlikte federasyona gideceğimiz hayalindeyiz. Bu durum hem güney, hem kuzeydeki egemen kesim için geçerlidir. Egemenliğini Yunanistan’a teslim etmekte sakınca görmeyen Rum egemen sınıfından bahsediyoruz. 30 yılı aşkındır kendi egemenliğini Türkiye’nin eline teslim eden bir egemen sınıftan bahsediyoruz. ‘Türkiye burada olmazsa bizi pire gibi ezerler’ diyen egemen çevrenin sözcülerinden bahsediyorum. Biz bunlarla birlikte ülkede barış kuracağız ve bunun adının federasyon olsun mu olmasın mı tartışıyoruz.  Bu ülkede barış böyle kurulmaz. Ülke Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum haklarının ise Ermenisi, Maroniti ile bu halkların malı ise onlar karar vermelidir. Son gün referanduma giderek değil, barışı inşa etmeliler. Biz liderlere terk ettik, sadece adını tartışıyoruz. Nasıl barışçıllıktır ki bu, 40 yıldır bütün taşınmaz mallarına el koyduğumuz topluma diyoruz ki ‘anlaşma olursa sana Maraş’ı vereceğiz. Anlaşma olana kadar bekleyeceksin’ diyoruz. Bu nasıl bir barış anlayışıdır? Kıbrıslı Rum vatandaşına tanınan hakları, ben Kıbrıs Cumhuriyetiyim diyen bir devlet Kıbrıs Türk vatandaşına hala tanımıyor? Güven artıcı önlemlere dikkat edin… Bu önlemler nedir? Markete gittiğinizde domates alırken yaptığınız pazarlık örneği bir mevhum mu? Maalesef şu anda bu yapılıyor. ‘Maraş’ı veririm, sen de bunu ver’ deniliyor.

“Şu anda yapılan parça çözüm değil, parça parça parçalanmaktır”

• Mert Özdağ: Aslında parça çözüm demek daha doğru olmaz mı?
• Mustafa Onurer:
Bu doğru değildir. Şu anda yapılan parça çözüm değil, parça parça parçalanmaktır. Verdik, aldık, karşılığında ne alıyoruz… biraz daha ‘tanınmayı’ da pazarlık konusu yapacağız. Yani ‘Güney Kıbrıs’a şunları verelim, ama bizi tanısınlar’ politikası da gündemdedir. Bu pazarlık yöntemi kuzeyde oluşturulan hakim yapıyı bir adım daha ileriye taşımadır. Ancak bu adımların bir de sonu vardır. Güven yaratıcı önlemler pazarlık konusu değildir. Bu önlemler adın üstünde güven yaratmak için karşılığında bir şey alınmadan ortaya konulan adımlardır. ‘Maraş’ı yılanlara çıyanlara terk ettik’ şeklinde hep dillendirilir. Yılanlara terk etmektense Maraş’ı gerçek sahiplerine verelim. Başka pazarlığa girme… Çünkü bu daha da güvensizliği artırıyor. Güven artıcı önlem diye diye güvensizliği artıyoruz.


• Ayşe Güler: Halkın ön planda olduğu bir politikayla hareket edeceğinizi söylediniz. Müzakelerdeki ilk adım da bu yönde mi olacak?
• Mustafa Onurer:
Halkın ben varım noktasına geldiği anda benim ne yapacağım tamamen  anlamsız hale geliyor. Sadece şeffaf değil, her alanda halkın karar vereceği mekanizmaları oluşturacağız. Olması gereken budur. Örneğin hepimizin cep telefonları var, çok amaçlı olarak kullanıyoruz. Dünya cep telefonlarını, referandumlarda, oy vermek için de cep telefonları kullanıyor. Sandıkların çağdışı kalmaya gittiği dünyada yaşıyoruz. Bunu eğer niyet varsa demokrasi için kullanmak gerekiyor.  Anında ve her konuda karar vermenizi sağlayacak bir araç Buna biz doğrudan demokrasi diyoruz. 5 senede bir değil, 5 dakika sonra ‘Kıbrıs Sorunu’nda nasıl yapılmalı? Seçeneklerden birini seçin veya görünüşünü altına ekleyin denilebilir. 180 bin seçmeni olan bir ülkede bunu yapmak kadar basit bir şey yoktur. 5 dakika sonra halkın masada ne yapılmalı politikası ortaya çıkar. Peki ya halk hata yapmaz mı? Halk seçimlerde de hata yapabilir. Seçimlerden mi vazgeçelim? Halk sürekli kendi geleceğine karar verme hakkına sahip olmalı. Benim yapacağım tek bir şey var. Bunun önünü açmak, halkın karar vereceği mekanizmaları yaratmak… Örtülü ödenek diye giden paraları, seçimlerde manipüle etmek, satın almak için kullanmak yerine böyle bir teknolojiyi ülke insanının her an için kullanabilmesi adına çalışacağım. Bu sadece oy vermek için değil, ayni zamanda görüş ortaya koyması için de kullanacağım. Benim seçilmem demek, halkın demokrasi kavrayışını da ele geçirip kendi kendini yönetmek demek olacak. Tam anlamıyla sönük bir aracı haline dönüşüyorum. O düzeye yükselmiş bir halkın önünde değil ben, kimseler duramaz. Çünkü artık kendi yönetmeye başlar, bu noktada ben fonksiyonsuz bir kişi olurum. Benim fonksiyonum bu yolu açmak olur. Karpaz’ın dibindeki insanların dahi ülke yönetimine kafa yormaya başlaması, ülke yönetimi konusunda karar vermeye başlaması süreci olur. Dolayısıyla benim vereceğim kararın hükmü olmaz. En başından halka ‘bu hak senindir’ felsefesini anlatmazsanız, insanoğlu çiğ süt emmiştir. O gücü elde ettikten sonra kime hizmet edeceği belli değildir. Ben işimi garantiye alıyorum. Halka ‘söz sahibi ben olmamalıyım’ diyorum. Halka ‘göreviniz sadece oy vermek değil, örgütlenme mekanizmasının yaratılmasında yardımcı almaktır. Eğer sadece oy verecekseniz vermeyin’ diyorum.

Bu haber toplam 3440 defa okunmuştur