1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. YÜZYILIN SEÇİMİ: Demokrasi Kazanacak mı?
YÜZYILIN SEÇİMİ: Demokrasi Kazanacak mı?

YÜZYILIN SEÇİMİ: Demokrasi Kazanacak mı?

Şu anda insanlar, Erdoğan ve çevresindekilerin yarattığı adaletsiz düzene karşı bir tepki olarak birleştiler ve demokratik parlamenter bir sistemi arzuluyor görünüyorlar. Ancak tepkisel hareketlerin ömürleri uzun olmaz.

A+A-

Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com

Türkiye 14 Mayıs’ta belki de gelmiş geçmiş en önemli seçimini yapacak. Bu seçim birçok açıdan çok kritik olsa da demokrasi ve değişim isteyenlerin seçimi aslında 15 Mayıs itibariyle tam olarak kazanmış olmayacakları söylenebilir. Asıl zorluk o günden sonra başlayacak, eski rejim bütün gücüyle geri dönmek için elinden gelen her şeyi yapacak, ülkenin tekrar karışması, istikrarsızlaşması kendilerine değil yeni iktidara zarar vereceği için işlerine gelecek, bütün kirli bağlantılarını, açık ve gizli güçlerini kullanarak yeni olanın başarısını engellemeye çalışacak. Kaldı ki daha kendileri gitmeden bile tükenmiş olan bir ekonomi, iflas etmiş bir hazine ve yozlaşmış bir bürokratik sistem devredecekler rakiplerine.

Türkiye bu duruma neden düştü peki? Tarihe ışık tutarak doğru anlamaya çalışalım olan biteni. Cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramlar aslında daha çok yeni bu topraklarda. Atatürk ve arkadaşlarının yozlaşmış ve tükenmiş olan saltanatı kaldırması ve Cumhuriyeti seçmesiyle halk çok bilincinde olmasa da bu yeni düzeni benimsemek durumunda kalmıştı. Oysaki bir halkın gerçek anlamda kendi kendini yönetmeye istekli olması bazı şiddetli mücadele ve zorluklardan sonra mümkündür. Türkiye’de yaşayan halklar batılılaşmanın ve daha sonra küreselleşmenin de etkisiyle demokrasinin iyi bir yönetim olduğuna inanmaya başladılar. Ancak bu inanca sahip tek Türk halkı olmadığı gibi (yani herkes demokrasiyi kendince yorumlayabilir), sadece demokrasinin iyi olduğuna inanmak demokrasiyi anlamaya ve yaşamaya muktedir olmak anlamına da elbette gelmedi. Demokrasinin kazanımları Türkiye’de toplumun tümünü mutlu etmedi; demokrasinin nimetlerinden azınlık bir kesim faydalandı. Zaman geçtikçe de toplumsal ve ekonomik anlamda geride kalan, itilen ve aşağılanan İslamcı ya da farklı etnik kimliğe sahip toplumsal kesimler ötekileşti ve popülist liderlere yöneldiler. Uzun yıllar devam eden bu sürecin sonunda, 2018’de aslında tek adam rejiminin süslenmiş ve kamufle edilmiş bir hali olan Cumhurbaşkanlığı sistemi referandumda kabul edildi. Bunda Erdoğan’ın geniş halk kitleleri üzerindeki etkisinin ve rakiplerinin tek bir çatı altında birleşememiş olmasının büyük bir payı var elbette. Sonuçta, sadece beş yılda bile demokratik kurumları ve demokrasi kültürü oturmamış bir devletin, böylesi bir sistemle yönetilemeyeceği anlaşılmış oldu. Yasama, yürütme ve yargının bağımsızlıkları ortadan kalktı. Yasama ve yargı sadece tek bir adamın keyfi iradesinin araçları haline geldi.

Neyse ki bu diktatörlük, başka birçok despotik yönetimin aksine, sürdürülemiyor. Bunun bir nedeni Türkiye’nin yetersiz kaynakları olabilir. İran, Suudi Arabistan, Rusya gibi petrol ve benzeri yer altı kaynaklar açısından zengin ülkeler despot rejimleri finanse edecek inanılmaz servetleri neredeyse hiçbir çaba göstermeden elde edebiliyorlar. Bu da o ülke liderlerinin halklarını uyuşturacak ve kontrol altında tutacak olan parayı uzun yıllar dağıtabileceği anlamına geliyor. Petrol ve doğalgaz zengini birçok ülkenin demokrasiden en uzak yönetimlere sahip olması bir tesadüf olabilir mi? Demek ki demokrasi, bazen de kıt kaynaklara sahip ülkelerin bireysel girişim, özgür düşünce, sanat ve bilimde ilerlemek gibi bazı özelliklerini geliştirmesinin zorunluluğuyla gelişmiş olabilir. Bu da çok zengin kaynaklara sahip olmanın o ülkedeki halklar için göründüğü kadar avantajlı olmadığını gösterebilir. İyi ki birçok Ortadoğu krallığının aksine Türkiye’de böylesi bir kaynak bolluğu yok! Belki de esas bu nedenle Türkiye doğru düzgün yönetilmediği için çökeceğini ve kırılgan olabildiğini gördük. Dünyayı etkisi altına kalan parasal genişleme son bulunca Türkiye’de dış kaynaklı büyüme sona erdi ve halk yanlış ekonomik politikaların da eşliğinde daha önce eşi benzeri görülmemiş bir fakirlikle karşı karşıya kaldı. Öyle ki asgari ücret açlık sınırının bile altındadır; gelirler artmazken fiyatlar kontrolden çıkmış bir şekilde artmaya devam ediyor. Resmi enflasyon verilerinin en az iki katı büyüklükte bir enflasyonla karşı karşıyayız. Asgari ücretle sadece dört tane araba lastiği alabiliyorsunuz. Bu kadar yetersiz bir ücretle kira, elektrik ya da su gibi zorunlu harcamaları ödemek mümkün görünmemektedir. Peki buna neden dur denemedi? Neden bu halk tarihteki en ağır sömürülerden birini yaşıyor yıllardır? Eğer kimseye hesap vermek zorunda olmayan bir lideriniz varsa ve o lider halkından çok kendinin ve yandaşlarının cebini doldurmakla meşgulse ülke de sadece sömürülecek bir inek haline gelir.

 

Güney Kore’den Farkımız

Şöyle geriye doğru uzanıp “Küçük Asya” denen Anadolu’daki halkların yaşantısına bakıldığında henüz uygarlaşma sürecini tamamlamamış bir coğrafyada yaşadığımızı anlarız. Gerçi birçok uygarlığın doğup büyüdüğü, ilk kez büyük ölçekli tarıma geçildiği ve Hititlerin, Romanın, Osmanlının büyük kentler kurduğu tarihi önemi yadsınmaz bir bölgedir burası. Ama bir o kadar da çalkantılar içindedir, tam olarak kimseye ait olamamıştır, binlerce yıl içinde bu topraklar defalarca el değiştirmiştir ve birçok kültür ve uygarlığın birleşme ve çatışma alanı içerisinde kalmıştır. Japonya, Çin, İngiltere, Almanya gibi olamamıştır, arkalarını ya bir denize ya aşılmaz dağlara ya da okyanuslara dayamış bölgelerin halkları görece istikrarlı dönemlerden geçerek uygarlaşma süreçlerinde daha başarılı olmuşlardır. Örneğin dünyanın pek de büyük sayılmayan ülkelerinden sayılan Güney Kore, gerek eğitim sistemiyle gerek bilimsel ve teknolojik ilerlemeleriyle ün salmış, ancak öte yandan sanatta ve felsefede de dünyaya ulaştığı seviyeyi kanıtlamıştır. Kore sinemasının yükselişi birkaç iyi yönetmenin kişisel çabalarıyla açıklanabilir mi sadece? İleri teknoloji ürünleri, dünyanın en bilinenleri arasına girmiştir.  Öte yandan günümüzün en tanınan ve sevilen filozoflarından biri olan Byung-Chul Han da Güney Kore kökenlidir. 52 milyon nüfusa sahip ülke, 35 bin Dolarlık kişi başı yıllık gelire sahiptir (2022 verileriyle Türkiye’deki 8081 Dolar’la kıyaslayınız).

Amacım coğrafyanın kader olduğunu tartışmak değil, ancak Türkiye en önemli seçimine doğru giderken olayları en geniş haliyle görebilmek. Güney Kore’den farkımız nedir? Bana sorarsanız onlardan birçok açıdan fazlamız var, azımız yok. Ama fazla olanların içine yolsuzluk, cahillik ve kötü yönetimi de katarsanız o fazlalıkların da sahip olduğumuz maddi manevi birçok değerin de bir anlamı kalmıyor. Bu nedenle bir toplumun önce politik mücadelelerle cahillikten kurtulması ve sonra da kendi kendini yönetmeyi öğrenmesi lazım. 1980’lerde Güney Kore tıpkı Türkiye gibi askeri cunta rejimi altında inleyen bir ülke idi. Çok uluslu şirketler, Güney Kore’nin ucuz işgücünden faydalanarak onu sömürmek için içerdeki işbirlikçilerle güçlü bir baskı rejimi kurmuşlardı. Ancak sendikal mücadeleler olağanüstü zorluklara karşın devam etti. Ve halk bu mücadeleler sonucunda haklarını kazandı. Bu kazanım ise ülkenin bugünkü gelişmiş haline gelmesinin önünü açtı. Şu an hem demokrasiye sahipler hem de gelişmiş bir ekonomi ve toplumsal sisteme. Güney Kore sinemasının bu totaliter geçmişte yaşananlara ilişkin ürettiği birçok film var. Gariptir ki aynı geçmişi çok daha kanlı yaşamış Türkiye’de bu türden filmlerden çok sayamayız. Belki de bu yüzden geçmişimizin karanlıklarından tam olarak kurtulamıyoruz. Kendi geçmişimizle açıkça, korkmadan, ders çıkararak yüzleşemiyoruz. Farklı formlarda despotik rejimlerin güdümünde kalıyoruz.

Güney Kore bizimle kıyaslanamaz bir ekonomik ve sosyal gelişim göstermiş olsa da bu gelişmenin karanlık tarafları da yok değil. Güney Kore halkı aşırı çalışma yükü altında eziliyor, depresyon, intihar, kanser vb. hastalıkların oranı çok yüksek. Ortalama bir Güney Koreli gecenin geç saatlerinde uyuyup üç dört saat uykudan sonra sabahın beşinde kalkıp işe gidiyor. İnsanlar yalnızlar ve karşılıklı konuşma, sohbet gibi paylaşımlar çok yetersiz, çoğu zaman ancak alkolun etkisiyle birbirileriyle biraz konuşabiliyorlar. Tabii ki yüksek başarının Japonya, Kore gibi ülkeler için ağır bedelleri olmuş. Ancak bu bedelleri öderken halkın önemli ekonomik ve siyasi kazanımları olmuş, yaşam standartları yükselmiş. Türkiye içinse aynı şeyleri söylemek pek de mümkün görünmüyor. Çok ağır bedellerin ödenmesine karşın halk bunların karşılığında bir şey kazanmıyor, aksine her geçen gün fakirleşiyor, insanca yaşamanın imkansız olduğu bir cehennem haline geliyor ülke.

 

Bundan Sonrası?

Türkiye’de devletin ve medyanın 2001’den itibaren nasıl adım adım, usul usul ele geçirildiği, gerek iç gerek dış aktörleriyle nasıl sahipsizce talan edildiği tarih kitaplarına geçecek kadar etkileyici bir süreç olmuştur. Eğer bundan sonrası için bir umut olacaksa bu süreç çok iyi anlaşılmalı ve bütün bir halk bu konuda bilinçlendirilmelidir.

Bir ülkedeki halkın refahı, gerçek uygarlaşma seviyesi ve insanların mutluluğu o ülkedeki insanların gerçek anlamda eğitimli olmalarına, bireyler olarak bencillikten kurtulmuş ve dünyayı olduğu gibi görebilen insanlar olmalarına bağlıdır. Politika, politikacılara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir sözünden hareketle, bireysel düzleme inmeyen bir değişim de gerçekten toplumların değişmesi anlamına gelmeyecektir. Bir başka deyişle gerekli olanın önce politik, bireysel, sosyolojik bir aydınlanma olduğu aşikardır.

Haziran 2013’te Gaile’de yayımlanan Politik Bir Varlık Olmak adlı yazımda bu politik-bireysel aydınlanmaya ilişkin yazdıklarımdan bir bölümünü paylaşmak istiyorum. Bugün bu aydınlanmaya hiç olmadığımız kadar ihtiyacımız var.

Bir insanın katıldığı toplumsal ve bireysel etkinliklere ilişkin geliştirdiği tavır ve stratejiler onun politik yaşamı olur. Politik bir varlık olarak gelişmişliğinin ölçüsü, insanların uzun süre içinde bulunduğu toplumu bağımsız bir zihinle gözlemlemesine ve çevresinde olup biten oyunların iç yüzünü görmesine bağlıdır. İnsan bu yolculukta çevresinden değişik etkiler de alacaktır elbette. Ancak çoğu zaman insanlar kendi gözlemlerine güvenmek yerine, başka insanların ürettikleri ya da sunduklarıyla yetinmeye başlar. Yaşadığımız dünyanın genel anlamda bizden özgünlük ve bireysellik yerine uyum ve istikrar beklemesi de bizim bağımsız politik varlıklar olmamızı teşvik etmemektedir. Uyum ve istikrara yönelik davranışlarımızın ödüllendirilmesi, özgünlük ve yaratıcılığın kabul görmemesi de uzun dönemde kişiliğimizin en derin, otantik güçleriyle olan bağlantımızı kaybetmemize neden olmaktadır.

Kısaca söylemek gerekirse, iki temel politik tavır söz konusudur. Birinci tavır, toplumun iyi uyum sağlamış ve başarılı bir üyesi olmak için bireyselliği ve hakikati geri plana atmak. İkincisi ise toplumsal aldatmadan kurtulup kendi özgün yaşamsal tavrını kazanmaktır. Elbette ikincisi çok daha zor ve yalnız bir yoldur. Çünkü bu yolda çevrenizdeki çoğu insanla çatışmak zorunda kalacak, toplumsal rüşvetlerin de çoğunu reddedeceksinizdir. Rahatlık ve düzen yerine, kaygı ve çatışmayı göğüslemeniz gerekecektir. Tabii ki bu kaygı ve çatışma, birey olmanın önüne birçok zor problem de sunacaktır. Bu problemlerin, bu yaşamsal paradoksların çözülmesi ise kişiyi çok farklı bir anlam ve derinlik duygusuna kavuşturacaktır. İkinci düzeyde, kişi kendisi için en iyi yaşam yolunu ve anlamını kendi yaratmak zorunda kalacaktır. Bu zorlu yolculuk, kazanımları daha değerli hale getirecektir. Çelişkili görünse de, toplumların genel görüşlerini ve gidişatını belirleyen insanlar topluma körü körüne uyum sağlayanlar değil, kendi bireysel yollarında sebatla gidenlerdir. Dünyanın en önemli siyaset, bilim ve felsefe üreticileri bu yalnız gezginlerdir. Zaten yeni olanı da onlar yaratır. Topluma daha insani bakış açıları ve değerler sunabilirler. Ancak söyledikleri toplumca değişmez doğrular olarak kabul edilip dogmatikleştirilince uyuşturucu siyasetin de zemini atılmış olur.

 

Manipulasyon Aracı Olarak Politika

Politika yapmanın en çirkin biçimi başkalarını kontrol etmek için yapılan politikadır. Bu politik yönelimi benimseyen insan, türlü yöntemlerle çevresindeki kişiler üzerinde güç kazanarak onlardan maddi ve manevi anlamda fayda sağlar. Aslında bu tür politika yapmayı herkes az çok bilir, ama uygulama kişiden kişiye göre değişir, dengeli ve eşitlikçi al-ver ilişkileri üzerinde de kurulabilir. Tek yönlü alıcı ve sömürücü eğilim de baskın olabilir. İnsanların sömürücü ve çıkarcı politikaları daha fazla kullanması, genel anlamda toplumsal yapıyı da bozacak ve sağlıksız bir toplumun ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
Manipulasyon aracı olarak politikanın devlet-birey düzlemine yansıması, otoriter ve sömürücü bir devlet yapısının ortaya çıkmasıdır. Devletin ve genelde güce sahip olanların yarattığı bu etki bireylerin emeklerini sömürüp onları muhtaç, aciz ve korkak durumda tutmaktan oluşur. Açlık ve işsizlik korkuları, çağımızın bitmeyen yapay ekonomik krizleri, kitleleri yönetmenin araçları haline gelmiştir. Dünya ekonomisi hiçbir dönem olmadığı kadar mal ve hizmet üretse de bireyler asla yeterince mutlu olamamaktadırlar, kriz korkuları asla sona ermemektedir.

 

Kısacası

Türkiye kuruluşunun yüzüncü yılında belki de ilk kez halkın tabanından gelen bir güçle demokrasiyi gerçek anlamıyla hedeflediği bir seçime hazırlanıyor. Bu seçim sadece kötü bir yönetimin sonu değil, yeni bir başlangıç olarak görülmelidir. Uygar insanların çok uzun süredir ülkenin siyasal/toplumsal ikliminden dolayı mutsuz olduğu çok açık. Ancak toplumsal kültür, yani sokaktaki en sıradan insanın bakış açısı genişlemedikçe gerçek çözümlerin bulunması zordur. Şu anda insanlar, Erdoğan ve çevresindekilerin yarattığı adaletsiz düzene karşı bir tepki olarak birleştiler ve demokratik parlamenter bir sistemi arzuluyor görünüyorlar. Ancak tepkisel hareketlerin ömürleri uzun olmaz. Sıradan insan, hâlâ kötü yönetimleri çağıracak birçok hastalığı içinde taşıyor. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi kavramlar arkalarında çok rafine insani değerlerin varlığını zorunlu bir koşul olarak gerektirirler.

Bu rafine değerler nelerdir? Sanırım üzerinde herkesin uzlaşabileceği birkaç değerden söz edebiliriz: Başkalarının varlığını kendi varlığı kadar önemsemek, doğruyu yanlıştan, hakikati yalandan ayırma becerisi, dünyada ve ülkesinde olan bitenlerden haberdar olmak, medya okuryazarlığı, dünyayı doğası ve insan kültürleriyle bir bütün olarak sevmek ve korumak, iletişim kurma ve diğerlerini önyargısızca dinleme tutkusu. Ve daha birçok değer sayılabilir. Ancak kısacası insani değerlerin maddi değerlerden çok daha fazla önem kazandığı bir toplumsal kültür her yere yayılmadıkça insanlığı zehirleyen hastalıklardan ve onların çağırdığı yozlaşmış yönetimlerden kurtulmamız mümkün değildir.

Bu haber toplam 3986 defa okunmuştur
Gaile 501. Sayısı

Gaile 501. Sayısı