
Trajikomik bir Günah Çıkarma...
Küçükken yan komşumuz yaşlı kadıncığın bahçesiyle bizim bahçeyi ayıran yüksek tuğladan duvara oturup, yağmur sonrası duvarı çıkmaya hücum eden sümüklüböcüleri (sonradan salyangoz olduklarını öğrenecektim), elimde elimden büyük tuzluk, öldürürdüm. O zamanl
Küçükken yan komşumuz yaşlı kadıncığın bahçesiyle bizim bahçeyi ayıran yüksek tuğladan duvara oturup, yağmur sonrası duvarı çıkmaya hücum eden sümüklüböcüleri (sonradan salyangoz olduklarını öğrenecektim), elimde elimden büyük tuzluk, öldürürdüm. O zamanlar öldürdüğümü, ölümün ne olduğunu bilmiyordum. Ya da, o kadar önemsemiyordum belki. Dedim ya, küçüktüm. Aklımdan geçenleri hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, yavaş yavaş duvarı tırmanan Londralı ‘sümüklü’lerin, üzerlerine dökülen tuzla kabuklarına çekilip duvardan düşmelerinin çok komik olduğu. Hem, bir süre sonra yeniden duvara tırmanan sümüklüböcüleri hep aynı sümüklüböcülerdi benim için. Bu bir oyundu, birlikte oynadığımız, sümüklüler ve ben. (Buna ciddi ciddi inandığıma göre, sanırım öldüklerini bil[e]miyordum o zamanlar...)
Daha sonraları üç tane Lefkoşalı Japon balığım oldu. Üç kardeştiler, biz de öyle. Onlara ‘Ülviye’, ‘Cahit’ ve ‘Oya’ adını verdim. Kıştı, yine elektrikler kesilmişti ve üşüyordum. Evin içinde dolaşmak için babamın bana verdiği küçük el feneriyle gidip kavanozlarının önünde durdum. Üç kardeş çok az hareket ediyordu. “Onlar da üşüyor...” diye düşünüp kavanozlarına sıcak su ekledim... Müteşekkir oldukları söylenemez... (Bir de kedilere nankör diyorlar...)
Sonra bir tane minik su kaplumbağam oldu. Ankara kökenliydi, ona ‘Salih’ adını verdim. Uzunca bir süre birlikteydik. Bir gün onu kabı içerisindeki sığ suda yüzerken gördüm. Beş yaşından beri iyi yüzen biri olarak, derin suda yüzmekten çok daha mutlu olacağını düşünüp kabına her zamankinden fazla su ekledim. O kadar güzel yüzüyordu ki! Ertesi gün okuldan eve döndüğümde suyun yüzeyinde sırtüstü yatıyor halde buldum. Yüzerken dönmüş, ayakları yere basmadığından düzelememişti... Mütevazı bir cenaze töreniyle onu bahçesi olan bir arkadaşımın bahçesine gömdük.
Bunlar benim yüzümden ölenler, en azından bildiklerim... (Küçükken karanlık olduğu ve abimin “creepy crawlies” korkutmaları yüzünden girmeyip, üst katta bulunan ‘güvenli’ tuvalete yetişmeye çalışırken hep altıma kaçırdığım için ilaçlanan bahçe tuvaletindeki örümcek ailesini saymıyorum...)
‘Pepi’. İlk köpeğim. Eve girmesine izin verilen, okşanabilen, yumuşak ilk canlı. Çok sevmiştim onu. Daha önceden beslediğim kendi-gelen kedi ve köpeklere hiç benzemiyordu. Süslüydü. Yıkayıp yedirmek, veterinere götürmek, aşılarını yaptırmak... Ona bakmak, o güne kadar sorumlu olduğum ayıcıklarımın bakımından çok daha zordu. Yine de hiç aksatmadan yerine getirdim bütün ihtiyaçlarını (...ve benimkileri). Bir akrabamızın “çok saldırgan, torunuma saldırdı” şikayetinden kısa süre sonra ortadan kayboldu.
İstanbul’a gidince, aile evinden uzak, öğrenci evimize giren çıkan canlıların hatti hesabı yoktu. Mesela;
‘Archy’ (İstiklal Caddesi’nden alıp eve getirmiştik. Sonra Kıbrıs’a geldi /ve geldiğine pişman oldu. Havaalanındaki gümrükçüler karantinaya gönderdiler, az kalsın ölüyordu küçük eril köpek yavrusu),
‘Speedy’ (yine İstiklal Caddesi’nden. Bir kutu dolusu köpek yavrusu ile duran satıcı onları satmak için pek bir aceleci davranıyordu. Yağmur başladı, dayanamadım. Bir hafta süren kanlı ishal ve 3 şişe serumdan sonra öldü. Veterinerin tahminine göre, kutudakilerin hepsi de öyle...),
‘id’, ‘ego’, ve ‘IQ’ (üç dişi albino laboratuar sıçanı, iki yıl birlikte yaşadıktan sonra ömürlerinin geriye kalan bir yılını çoğalarak geçirmeleri için Arnavutköy dolaylarında doğaya döndüler, komşular pek memnun olmamışlardır sanırım),
‘Echo’ (kara yılan, doğum günümde geldi, kafeste kalmasına dayanamadım E5 yakınlarında doğaya döndü),
‘Andy Warhol’ (beta balığı, kendini beğenmiş birşeydi, ona uzun süre eş aradım, meğer dişi beta balıkları ‘özelliksiz’ olduğundan bulunmuyormuş, kimse onları istemiyormuş... ben hariç),
‘Sopra’ (gazetedeki küçük ilanlarda görmüştük onu. Önceki sahipleri operacı orta yaşlı bir çift olan bu dişi kedi yavrusu sayesinde bir daha opera bileti almamız gerekmedi),
‘George of the jungle’ (çıkıp da inemediği ağaçtan kurtarıp eve getirmiştim. Yatağın altına saklanan ve taşınana kadar bir daha görmediğimiz eril kedi yavrusu. Odaya bıraktığımız mamalar bittiği sürece varlığından bir şüphemiz olmadı),
‘Nch!’ (sokakta aç dolaşırken bulduğumuz yeni anne, dişi boksör köpeği, tahminim yavruları ondan ç/alınıp, satılmıştı. Yavrularını arar üzgün bir ifadesi vardı hep),
‘Bitli’ (sokakta bulup eve getirdiğim, bütün evi pireye boğan cazgır dişi kedi yavrusu, birlikteliğimiz bu nedenden ötürü çok çok kısa sürdü – geride bıraktığı pirelerle o kadar kısa sürmedi ama..!),
ve ‘Carbon’ (okuldan eve dönerken bir arabanın altında kalmaktan kurtarmıştık onu. Simsiyah, tatlılar tatlısı bir eril kedi yavrusu, Kıbrıs’a dönerken İstanbul’dan benimle gelen tek canlı, bu sefere akıllandığımdan, kaçak olarak tabii ki)...
Kıbrıs’a döndüğüm günün gecesi Carbon odadan kaçıp ailemin yatak odasına süzüldü. Onu aramaya gittiğimde, annemi ve babamı yataklarında, köşede durup onlara kocaman yeşil gözleriyle dik dik bakan kara kediye dehşet içinde bakıp, ne yapacaklarını düşünürken buldum...
Sonra kendi evime çıkınca Carbon üç yıl bir apartman dairesinde kapalı kalmanın acısını çıkartırcasına kendini sokaklara attı, Zeytinlik bölgesindeki kara kedi popülasyonunun artmasına kendince katkıda bulundu. Başka bir eve taşınmak gündeme gelince onu yeni krallığından alıp götürmek haksızlık olacaktı, böylece yollarımız ayrıldı.
Yeni evde ilk yaptığım şeylerden biri sokakta gördüğüm üç dişi kedi yavrusunu eve getirmek oldu. Esentepeli’ydiler. Adlarını çıkardıkları seslere uygun olarak ‘Snap’, ‘Crackle’, ve ‘Pop’ koydum. Çok zaman geçmedi kayboldular. Fotoğraflarından posterler hazırlayıp her yere astım fakat onlardan haber almak mümkün olmadı. Üç, dört ay sonra arabamın ön camına, kaldığım sitenin bekçisi İsmail Bey’in onları Çatalköy’e götürüp attığına dair isimsiz bir mektup bırakıldı...
Evde kalması ailesi tarafından sorun yaratan, tiyatrodan arkadaşım Yonca’nın köpeği ‘Tarçın’ misafir oldu bana bir süreliğine. O sıralar evi sorma gir hanı olarak kullanan sokak köpeğim ‘Freud’ (Alman komşularım ona ısrarla ‘Ali’ demeyi tercih etti) ve onun eşcinsel arkadaşı ‘Dev’ vardı hayatımda. Yonca geri alamayınca bir başka tiyatrocuya gitti... Gibetsu’nun ‘Boyacı’ oyununda rol aldı, meşhur oldu. Anne olunca sahneleri bıraktı.
Sonra ‘Net’i buldum. Kocaman patili eril köpek yavrusu. Alman komşularım ona da ‘Baby’ ismini verdiler. Bir başka komşunun kızı eve içkili döndüğü bir gece arabasıyla çarptı, ne yaptıysak kurtaramadık.
Uzun süre evimi bir başka canlıyla paylaşamadım...
Sonra en sevdiğim, küçük yeğenim Kaan’ın köpeği doğum yapınca, hem de ablamın doğum gününde, bunu işaret sayıp, iki tane dişi yavru aldık yanımıza. Yüzüklerin Efendisi’den, ‘Tayfun’ ve ‘Nazgül’. İki buçuk yıl birlikte yaşadıktan sonra bir gün kapıyı açtım ve... her fırsatta evden kaçan Tayfun bir daha geri gelmedi. Arka mahalledeki bahçeli bir evden sesini duydum sonraları, teyzem bir iki kez apartmanın altında dolaşırken gördüğünü söyledi. Sesi mutlu geliyordu. Bıraktım toprağa yakın yaşasın.
Nazgül ise o günden sonra yanımızdan hiç uzaklaşmadı. Yürüyüşe çıktığı bir gün bir araba çarptı ve durmadan/hatta yavaşlamadan gitti. Uzun süren bir tedaviden, kalçasına konan çivilerden ve kapanmayan yaralardan sonra, uyanmamak üzere uykuya daldı...
Tayfun ve Nazgül’ün evde olduğu dönemlerde biri dişi, biri eril iki tane kedimiz oldu. ‘Coşkun’ ve ‘Safinaz’. Coşkun, bizim mahalleden, birilerinden kaçıp saklanmak için teyzemin evine sığınmıştı. Kedisevmez aile üyelerinden kurtarıp eve getirdim onu. En çok eve gelen diğer erilleri kıskandı. Safinaz, Girneli. Tantunici’nin kızı. Coşkun’a eş olur diye alıp geldik, dost oldular, çift olamadılar... Hep birlikte üç yıldan fazla yaşadık. Safinaz’ın doğal doğum kontrol yöntemleri sayesinde çoğalmadık. Sonra Lisi’ye, bahçeye götürdük ikisini de. Coşkun, Safinaz’ın nazlarına daha fazla dayanamayıp bahçeyi terketti. Dırdırı az bir eş bulup nihayet baba olabildiğini hayal ediyorum. Safinaz hala bahçede, bir parça ‘apartman kızı’ kaldığından en çok alıç ağacının yüksek dallarına çıkıp oturmayı seviyor. Yenile iki tane bebeği oldu. Oralarda ‘Selvinaz’ olarak biliniyor...
* * *
İnsan öldürenler katil, peki hayvan öldürenler? Onlara bir isim yok, verme gereği duymadık. Bu yazı bir günah çıkarma mı? Hayatımızdaki travmalarla nasıl baş ederiz? Trajedilerimiz ve komedilerimiz birbirlerine ne kadar yakın, ne kadar uzak?
Öldürdüğümüz canlıların ruhları yıllar geçse de peşimizde. (Neyse ki öldürdüğüm sümüklüböcüler Londra’da ve son gördüğümde çok yavaş hareket ediyorlardı...)
Bir şairimizin de dediği gibi;
“...Çocukken öldürdüğüm kuşların ruhları kovalıyor beni / ışıktan gagalarıyla”