
“Sualtını paylaştıkça koruyoruz”
Derviş Aygın, Girne Belediyesi tarafından düzenlenen Sualtı Görüntü Avcılığı Yarışması’nda bu yıl yakın çekim kategorisinde birincilik ödülüne layık görüldü.
Derviş Aygın, Girne Belediyesi tarafından düzenlenen Sualtı Görüntü Avcılığı Yarışması’nda bu yıl yakın çekim kategorisinde birincilik ödülüne layık görüldü. Sualtı fotoğrafçılığı üzerine konuşmak üzere bir araya gelsek de sohbet, doğal olarak dalış sporuna ve denizlerimizin bugünkü durumuna uzanıyor. Dünya yüzeyinin yaklaşık yüzde yetmişinin sularla kaplı olduğu düşünüldüğünde, dalgıçların keşfettiği bu “başka dünya”yı anlamanın en iyi yolu onu deneyimlemekten geçiyor. Ada insanları olarak denizlerimizle daha çok buluşmaya ve onlara daha güçlü biçimde sahip çıkmaya ihtiyacımız olduğu ise kaçınılmaz
Aygın’ın sualtı dalışına uzanan yolculuğunun nasıl başladığını kendisinden dinliyoruz; yirmi yıla yayılan bu süreç, kuşkusuz onun için başka bir dünyanın kapılarını araladı.
“Dalışa yirmi yıl önce başladım. Girneli olmam nedeniyle denizle bağım her zaman güçlüydü; arkadaşlarımın yönlendirmesiyle bu alana adım attım. Öncelikle dalış eğitimi aldım, ancak dalışta eğitimin hiçbir zaman sona ermediğini söylemek gerekir; her zaman alınabilecek farklı ve ileri düzey eğitimler vardır. Sahip olduğum sertifika, dalış rehberliği yapmama olanak tanıyor ve sertifikalı advance dalgıçlara rehberlik edebilecek düzeydeyim. Bu sertifika ile teorik olarak kırk metreye kadar dalış yapılabiliyor, ancak benim için bu seviye fazlasıyla yeterli. Zaten pratikte hiçbir zaman kırk metreye inmiyoruz. Dalışın birinci kuralı güvenliktir; hem kendi güvenliğiniz hem de birlikte daldığınız kişilerin güvenliği her şeyden önce gelir. Bu nedenle sertifika kırk metreye izin verse de genellikle en fazla otuz beş metreye kadar dalıyorum.”

“Mısır dalgıçlar için kutsal coğrafya”
Bugüne dek gerçekleştirdiği dalış noktalarını bizimle paylaşan Derviş Aygın, Kıbrıs’ın hem kuzeyinde hem güneyinde olduğu kadar, dünyanın farklı coğrafyalarında da sualtına inmiş deneyimli bir dalgıç.
“Dünyanın farklı noktalarında dalış yapma şansım oldu. Öncelikle Kıbrıs’ın hem kuzeyinde hem güneyinde mümkün olan her yerde dalmaya çalıştım ve hâlâ da devam ediyorum. Başlangıçta kendi coğrafyamızı, ülkemizdeki sualtı canlılarını keşfetmeyi öncelik olarak gördüm. Bunun yanı sıra, birlikte daldığım ekiple zaman zaman Mısır’a da dalışlar gerçekleştiriyoruz. Mısır, dalgıçlar için adeta kutsal bir coğrafya; hem sualtı fotoğrafçılığı açısından hem de sahip olduğu zengin sualtı canlılığıyla gerçekten çok özel.”

Öyle tahmin ediyorum ki fotoğrafla ilişki, dalışa başladığı ilk dönemlerde değil; deneyimin olgunlaşmasıyla, zaman içinde gelişen bir süreç olarak ortaya çıktı.
“Dalışa başladıktan yaklaşık on yıl sonra fotoğraf çekmeye başladım. İlk zamanlarda, yurt dışından gelen ve bizimle birlikte dalan yabancı dalgıçların kullandığı kameralar ve çektikleri fotoğraflar ilgimi çekti. Zamanla ben de sualtında gördüklerimi başkalarıyla paylaşma isteği duydum. Aslında dalış benim için bir hobi; fotoğrafı da bu hobinin doğal bir parçası olarak hayatıma ekledim. Böylece hem sualtının güzelliklerine tanıklık ediyor hem de bu dünyayı başkalarıyla paylaşabiliyorum.”
Sohbetimizde sualtı fotoğrafçılığı ile klasik fotoğrafçılık arasındaki temel farklara da değiniyoruz. İkisi birbirinden o denli farklı ki, sualtında sabit kalabilmek başlı başına zorken, bir yandan fotoğraf çekmeye çalışmak oldukça zorlayıcı bir deneyime dönüşüyor.
“Sualtında fotoğraf çekenler çok iyi bilir ki, on metreden sonra renkler büyük ölçüde kaybolur; bu nedenle güçlü ışıklar ve flaş kullanmak gerekir. Bunun yanı sıra, sualtı fotoğrafçılığına başlamadan önce belirli bir deneyime ulaşmak şarttır; özellikle yüzdürmeyi doğru ayarlamak son derece önemlidir. Sualtında fotoğraf çekmek aynı zamanda ciddi bir disiplin gerektirir. Bir yandan dalışın kendi kuralları, derinlik kontrolü ve tüpteki hava miktarını takip ederken, diğer yandan çekmek istediğiniz canlıyı ya da anı yakalamaya çalışırsınız. Üstelik tüm bunlar sınırlı bir zaman içinde gerçekleşir. Bu nedenle tecrübe olmazsa olmazdır. Tüm bu zorluklar, benim gibi dalış yapan insanlar için aynı zamanda adrenalin kaynağıdır. Anı yaşamak ve o canlıyı yakalayabilmek büyük bir tutkudur. ‘Hemen dalayım, hemen fotoğraf çekeyim’ demek mümkün değildir; zaman ister. Ben de son beş yıldır sualtı fotoğrafçılığına ciddi biçimde yoğunlaştım. Öncesinde ise dalış becerilerimle fotoğraf çekmeyi bir araya getirmeye çalıştığım bir öğrenme süreci vardı.”

Yirmi yıllık dalış deneyimi boyunca onu en çok şaşırtan anlardan biri, Kızıldeniz’de gerçekleştirdiği dalışlardan birinde karşılaştığı köpek balığı… İlk anda insana ürkütücü gelse de, dalgıçların köpek balıklarıyla birlikte yüzebildiğini bizzat deneyimledi.
“Kızıldeniz’de çok yakın mesafeden köpek balığını görme ve fotoğraflama şansım oldu. İlk karşılaştığımda oldukça heyecan vericiydi. İkinci kez köpek balığını fotoğrafladığımda ise hem daha iyi bir açı yakaladım hem de çok daha güçlü bir kare elde ettim; bu da benim için unutulmaz bir deneyimdi. Fotoğraf çekebilen bir dalgıç, sualtında karşılaşabileceği her canlının fotoğrafını çekmek ister. Bu yalnızca köpek balığı gibi büyük ya da etkileyici türler için geçerli değildir; küçücük bir deniz tavşanı bile fotoğrafçının ilgisini çeker. Aslında amaç, sualtındaki tüm canlıları görmek ve belgelemektir. Aynı canlıyı yüzlerce kez görseniz bile hiçbir an bir diğerine benzemez. Fotoğraf da böyledir; çektiğiniz her kare, bir öncekinden mutlaka farklıdır.”

“Bugün belgelediğim bir canlı on yıl sonra artık var olmayabilir”
Sualtı fotoğrafçılığını bir belgeleme pratiği mi yoksa bir sanat üretimi alanı mı olarak gördüğünü de ele alıyoruz. İkisi birbirinden oldukça farklı olsa da, her ikisi de kuşkusuz son derece değerli çabalar.
“Benim için belgeleme tarafı daha öne çıkıyor; bunu doğrudan sanatsal bir üretim olarak tanımlamak biraz iddialı olur. İçinde yaşadığımız koşullar nedeniyle sualtı canlılarında sürekli bir değişim söz konusu. Bazı türler tamamen yok oluyor. Bugün belgelediğim bir canlının on yıl sonra artık var olmayabileceğini bilmek, belgelemenin ne kadar değerli olduğunu gösteriyor. Balık popülasyonlarında da ciddi bir azalma var; on yıl önce gördüğümüz yoğunluğu bugün görmek mümkün değil. Ne yazık ki çok sayıda balık türünü kaybediyoruz ve buna karşı yeterli bir çaba da gösterilmiyor. Denetimsizlik en büyük sorunlardan biri.”
Denizlerimizdeki kirliliği de hatırlatan Aygın, görmediğimiz için yeterince duyarlılık geliştiremediğimizi de hatırlatıyor.
“Karadaki kirlilik herkesin gözü önünde olduğu için daha çok konuşuluyor ve belgeleniyor; ancak denizdeki kirliliği kimse görmüyor, dolayısıyla yeterli farkındalık da oluşmuyor. Oysa denizlerimiz, karadan çok farklı değil. Otuz metre derinlikte bile teneke kutularla karşılaşıyoruz. Bunlar son derece üzücü manzaralar. Biz dalgıçlar olarak bunları topluyoruz ama bu sorunun sonu gelmiyor. Kirliliğin yanı sıra atık suların denize karışması da büyük zarar veriyor; bunun olmadığını söylemek mümkün değil, herkes de bunun farkında. Bunlara ek olarak vahşi avlanma da çok ciddi bir sorun. Son yıllarda avlanma konusunda belli bir farkındalık oluştuğunu söylemek mümkün; gerek profesyonel gerekse hobi amaçlı avcılıkta daha bilinçli davrananların sayısı artıyor, ancak bu kesinlikle yeterli değil. Çok daha fazla çabaya, özene ve denetime ihtiyaç var. Türkiye’de orfoz ve lahos avlanmasının tamamen yasaklanmış olması önemli bir örnek; benzer düzenleme ve denetimlerin bizde de hayata geçirilmesi gerekiyor. Öte yandan balon balığı ve aslan balığı gibi bazı türlerin artışı söz konusu; bu da iklim değişikliğinin bir sonucu. Ancak nesli tükenen ya da sayısı azalan türler, en az bizim kadar bu adaya ait, Kıbrıslı canlılar. Onları kaybediyor olmak gerçekten çok can acıtıcı. Yasa ve düzenleme yapmakta çok büyük bir sorunumuz yok; asıl ihtiyaç duyulan şey, bunları hayata geçirecek güçlü denetim mekanizmaları. Bu noktada, Birleşmiş Milletler öncülüğünde başlayan ve Avrupa Birliği ile Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin kabul ettiği Barcelona Konvansiyonu gibi uluslararası oluşumlara bizim de dâhil olmamız gerektiğini düşünüyorum.”
Barcelona Konvansiyonu’nun ne olduğunu ve neden gerekli olduğunu Aygın tüm ayrıntılarıyla bizimle paylaşıyor. Bir kez daha, yalnızca yeryüzünde değil, deniz söz konusu olduğunda da dünyadan ne denli kopuk yaşadığımızı fark ediyoruz.
“Barcelona Konvansiyonu, Akdeniz’in deniz çevresini ve kıyı alanlarını kirlenmeye karşı korumayı amaçlayan, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) çatısı altında oluşturulmuş bağlayıcı bir uluslararası sözleşmedir. Akdeniz Eylem Planı’nın hukuki omurgasını oluşturur. Kara kökenli kirlilikten deniz taşımacılığına, tehlikeli atıklardan biyolojik çeşitliliğin korunmasına kadar geniş bir alanı kapsayan konvansiyon, Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında ortak sorumluluk ve iş birliği öngörür. Avrupa Birliği, Türkiye ve Kıbrıs Cumhuriyeti bu yapının parçasıdır. Buna karşın biz denizlerimizin hızla kirlenmesine rağmen bu konvansiyonun sunduğu koruma mekanizmalarını hayata geçirmiyoruz. Oysa bu ilkeleri uygulamanın önünde fiilî bir engel yoktur; eksik olan şey niyet ve iradedir. Denizler yok olurken beklemek değil, sorumluluk almak gerekir.”

Kıbrıs’ın hem güneyine hem de kuzeyine dalmış biri olarak Aygın’dan bir karşılaştırma yapmasını istiyorum. Güney Kıbrıs’ta pek çok sahilin Mavi Bayrak taşıdığını görüyoruz. Mavi Bayrak; deniz suyu kalitesi, çevre yönetimi, güvenlik ve çevre bilinci gibi kriterleri karşılayan plajlara ve marinalara verilen, uluslararası geçerliliğe sahip bir çevre sertifikasıdır. Kıbrıs’ın kuzeyinde ise tablo ne yazık ki bambaşka.. Mavi Bayrak uygulamasından söz etmek dahi güç diye düşünüyorum. Hatta böyle bir değerlendirme yapılsa, bu nitelikleri karşılayabilecek bir alan bulabilecek miyiz, emin değilim.
“Temizlik açısından bakıldığında güneydeki denizler elbette çok daha temiz. Buna rağmen balık popülasyonu ve çeşitliliği hâlâ kuzeyde daha fazla. Ancak güney bu durumu değiştirmek için ciddi adımlar atıyor. Kıbrıs’ın güneyinde son beş yıl içinde yapay resifler oluşturuldu; insan eliyle batıklar yaratıldı. Kullanım dışı kalan gemiler kontrollü biçimde sualtına batırılarak yaklaşık on batık oluşturuldu.
Güney Kıbrıs’ta bizdeki gibi bir Turizm Bakanlığı’nın olmadığını da öğreniyorum.
“Kıbrıs Cumhuriyetinde turizm bakanlığı yok bunun yerine turizm örgütlerinden oluşan bir yapı bulunuyor. Turizme dair tüm sektör temsilcileri bu platformda yer alıyor; turizmi birlikte planlıyor, programlıyor ve gerekli önlemleri alarak somut adımlar atıyorlar. Güneydeki dalış merkezleriyle bu yapıların ortak çalışması sonucunda yapay resif projeleri hayata geçirildi. Yapay resif dediğimiz şey batıklardan oluşuyor. Bu batıkların bölgedeki canlı popülasyonuna çok büyük katkı sağlıyor. Hurdaya çıkan gemilerle yaratılan bu batıkları canlılar yuva olarak kullanıyor ve burada çoğalıyor. Kuzeyde ise şu an yalnızca bir batık bulunuyor; bunun artırılması şart.”
“Asıl Amaç Denizlere Dair Farkındalık Yaratmak”
Girne Belediyesi öncülüğünde bu yıl üçüncü kez düzenlenen Sualtı Görüntü Avcılığı Yarışması da sohbetimizin başlıkları arasında yer alıyor. Bu yıl yarışmada birincilik ödülüne layık görülen Derviş Aygın, yarışmanın içeriğini ve sürecini bizimle paylaşıyor.
“Yarışma, geniş açı ve dar açı olmak üzere iki farklı kategoride düzenleniyor. Bu yıl dar açı kategorisinde birincilik ödülünü kazandım; geçen yıl ise ikincilik ve üçüncülük ödüllerine layık görülmüştüm. Ancak bu organizasyonun asıl amacı ödül dağıtmak değil, denizlerimize ve sualtı dünyasına yönelik farkındalık yaratmak. Yarışma kapsamında çekilen fotoğraflar daha sonra sergilenerek kamuoyuyla buluşturuluyor. Böylece sualtına hiç dalmamış olanlar bile bu sergiler aracılığıyla deniz yaşamını yakından tanıma ve bu dünyaya dair bir bilinç geliştirme fırsatı buluyor. Aynı zamanda yarışma, daha fazla insanı dalışla tanıştırmayı ve denizle kurulan bağı güçlendirmeyi hedefleyen önemli bir davet niteliği taşıyor.”

















