1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Küreselleşen Dünyada Demokrasi ve Siyasi Partilerin Krizi
Küreselleşen Dünyada Demokrasi ve Siyasi Partilerin Krizi

Küreselleşen Dünyada Demokrasi ve Siyasi Partilerin Krizi

Kabul etmeliyiz ki küreselleşme ulus devleti tamamen yok etmediyse de onu hızla işlevsizleştirmekte; devletlerin rolü sona ermediyse de hızla dönüşmekte.

A+A-

 

Yonca Özdemir
yoncita@gmail.com

7 Ocak’ta bir seçim geçirdik. Bu seçimin en çarpıcı sonucu katılımın düşük olmasıydı (yüzde 66.2). Bir önceki 2013 genel seçimlerinde katılım oranı yüzde 69.6 olarak gerçekleşmişti, ama bu oran önceki genel seçimlerde hep yüzde 80’in üzerinde seyrediyordu. 28 Ocak’ta da Güney’de başkanlık seçimlerinin ilk turu tamamlandı. Güney’de seçime katılım oranı yüzde 71.4 olarak gerçekleşti. Oysa Güney’de 2013 başkanlık seçimlerinde oy oranı yüzde 80’in üzerinde ve 2008 seçimlerinde yüzde 90 civarındaydı. Daha önceki senelerde ise katılım oranı hep yüzde 90’ın üzerinde seyrediyordu. Özetle son yıllarda Kıbrıs’ta seçime katılım oranlarının gözle görülür şekilde düştüğünü söylemek mümkün. Ancak, seçimlere ilginin azalmış olması ve oy vermeyenlerin ya da boykot yapanların sayısının çoğalmış olması yalnızca Kıbrıs’ta değil tüm dünyada siyasi bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Bu da küreselleşen dünyada siyasetin, özellikle de ulusal siyasetin bir kriz içinde olduğuna işaret ediyor.

Bir diğer siyasi problem de geleneksel partilere olan güvenin azalmış olması ve bununla birlikte sistem dışı, aşırı uç ya da popülist diyebileceğimiz türde partilerin oy oranlarını artırmış ve hatta pek çok ülkede bu tip partilerin ya da siyasetçilerin iktidar ya da iktidar ortağı olmuş olması. Nitekim 28 Ocak’taki seçimde Güney’de faşist ELAM’ın (Ethniko Laiko Metopo/National Popular Front) oylarının yüzde 5.65’e çıkmış olması ve bizde de Yeniden Doğuş Partisi’nin yüzde 7 oy oranı ile seçim barajını aşarak meclise iki milletvekili sokmuş olması oldukça kaygı verici. Bu da sadece Kıbrıs’a özgü bir problem değil. Nitekim son zamanlarda nerede seçim olduysa geleneksel partiler bir şekilde hezimete uğrarken sistem dışı partilerin yükselişe geçtiğini görüyoruz. Örneğin, 24 Eylül 2017 seçimlerinde Almanya’da 2005’ten beri hükümeti Merkel liderliğinde başarıyla yürüttüğü savlanan Hristiyan Demokratların oyu yüzde 41.5’ten yüzde 32.9’a düşmüş ama kaybedilen oylar ikinci büyük parti olan Sosyal Demokrat Parti (SDP)’sine gitmemişti. Nitekim SDP’nin oyları da yüzde 25.7’den 20.5’a düştü. Buna karşılık 2013’te yüzde 4.7 oy alıp seçim barajını dahi geçememiş olan aşırı sağcı AfD’nin (Alternative for Germany) oyları bu seçimde yüzde 12.6’ya fırladı ve 94 koltuk ile parlamentoda temsil edilmeye hak kazandı. O zaman yalnızca seçimlere olan ilgi azalmamış, iç siyasetin ve temsili demokrasinin baş aktörleri olan geleneksel partilere olan güven de azalmıştır diyebiliriz. Dünya Değerler Anketine (World Values Survey) göre de siyasi partilere duyulan güven 1994 yılından beri sürekli düşüşte (1).

Temsili demokrasinin krizde olduğuna işaret eden bu iki önemli gelişmeye dünyada artan protesto gösterilerini de ekleyebiliriz. Verilere göre 2006 yılında dünyada 59 kitlesel protesto yapılmışken, sadece 2013 yılının ilk yarısında 112 kitlesel protesto yapılmıştır (2). Protestolar aslında demokrasinin temsili kurumlarına kafa tutan, onlara hesap soran eylemlerdir. Bu tip eylemler hem otoriter hükümetlere karşı direnmenin bir aracıdır, hem de gelişmekte olan demokrasilerde siyasi görüşleri ifade etmenin gittikçe popüler olan ve meşru bir şeklidir. Aslında daha sağlam ve sağlıklı demokrasilere sahip ülkeler daha fazla protesto katılım düzeyine sahiptir. Peki, seçimlere nazaran daha olağanüstü bir siyasi katılım metodu olarak görülen protestolar neden artmaktadır? Protestolar seçimlerde ifade edilemeyen siyasi iradenin bir yansıması mıdır? Nitekim daha 7 Ocak günü seçimlerden çıkmış ülkemizde henüz yeni hükümet dahi kurulmadan yaşanan büyük çaplı 26 Ocak eylemi aslında KKTC siyaseti için çok şey anlatmıyor mu?

***

Her ne kadar yolsuzluklar bu yukarıda bahsettiğim demokrasi ve siyasi partiler krizinin başlıca nedeni olarak gösterilse de sorunun çok daha derinlerde, çok daha küresel boyutta ve yapısal bir sorun olduğunu anlamak gerekir.

Dünyada yaşanan bu siyasi krizler aslında tam da Dani Rodrik’in bahsettiği kaçınılmaz trilemmaya işaret ediyor (3). Ne diyordu Rodrik? Küreselleşme ile ortaya çıkan derin ekonomik bütünleşme şirketlerin ve bankaların sınır ötesi faaliyetlerini kısıtlayan ya da daha masraflı hale getiren her engelin ortadan kaldırılmasını gerektirir. Ulus devlet ve koyduğu sınırlamalar uluslararası sermaye için en büyük engellerdir. Bu durumda siyaseten iki seçenek vardır. Birisi küresel federalizm, yani demokratik siyasetin kapsamının küresel piyasalarla aynı doğrultuya getirilmesi, yani dünyada siyaseten uluslarötesi düzeyde bir yönetim ve düzenleme sağlanmasıdır. Ancak Rodrik, Avrupa Birliği (AB) örneğinde sadece Avrupa ölçeğinde dahi çökmüş olan bu hedefin küresel düzeyde uygulanabilmesini gerçekçi bulmamakta ve bu sebeple de ikinci seçenek olan “ulusal devlet” tabanlı bir siyasetin tek mümkün seçenek olduğunu savunmakta. Gelgelelim bu seçenekte de şöyle bir sorun var: Küreselleşme ilerledikçe ulus devlet iç siyasetin ve vatandaşların ihtiyaçlarına değil, sadece uluslararası ekonominin ihtiyaçlarına cevap veren bir aktör haline gelmekte. İşte dünyanın her yerinde siyasetin yaşadığı kriz de bununla ilgili. Thomas Friedman’ın deyimiyle küreselleşmenin tüm ülkelere giydirmeye çalıştığı “altın deli gömleği” (golden straightjacket),(4) yani genel olarak neoliberal politikalar ve bu politikaların sorunsuz uygulanmasını sağlamak için devletlerin piyasalardan elini neredeyse tamamen çekmesini sağlayan teknokratik yönetim yapıları, “iç siyaset” ya da “devlet politikası” diyebileceğimiz her konuyu ulusal iradenin elinden almış ve geriye pek de bir şey bırakmamıştır. Bugün ister adında “sosyalist” sıfatı olsun ister “ulusal” sıfatı olsun, hükümete gelen partiler özellikle ekonomi alanında o “altın deli gömleği” haricinde bir politika uygulamamaktadır. Sermaye karşıtı politikalar uygulayabileceği düşünülen partiler seçimden önce uygulanan neoliberal politikalara devam edeceklerine dair taahhütte bulunmaya zorlanabilmektedir. (Örneğin, 2002 Brezilya başkanlık seçimlerinde İşçi Partisi.) Seçim öncesi verilen değişim vaadi sebebiyle neoliberal politikaları uygulamayacağı varsayılan yeni hükümetler dahi “başka alternatif yok” gerekçesiyle neoliberal politikalara devam etmekte bir sakınca görmemektedir. Ekonomik ve sosyal konularda piyasalara verilen bu öncelik temsili demokrasiyi teknokratik, yönetimsel bir şekle sokmakta ve bu tip bir siyasi sistemde siyasetçiler öncelikli sorumluluklarını seçmenlerin “sağlam” ya da “sağduyulu” ekonomik yönetime müdahale etmemelerini sağlamak olarak görmekte. Bunun yanı sıra 20. yüzyılda bir nebze katılımcı demokrasi sağlamayı başarmış sendikalar ve siyasi partiler gibi örgütler tamamen ortadan kalkmadıysa da oldukça zayıflamış ve önemsizleşmiş durumda.  Azalan iş güvencesi ve uzayan çalışma saatleri çalışan kesimlerin ve örgütlerin azalan gücünün iyi bir göstergesi. Kitlelerin örgütsel güçsüzlüğü sermayenin talepleri karşısında seçmenlerin kendi çıkarlarının tanınmasını imkânsız hale getirmiş durumda. Nitekim son 30 yılda kapitalizmin kuralları sadece en zenginlerin çıkarına işleyecek şekilde değiştirilmiştir ve bu yolla toplumun en ayrıcalıklı kesimlerine muazzam bir zenginlik ve güç aktarılmıştır. 2000’li yıllarda ama özellikle 2008 krizinden sonra kitleler bunun farkına daha çok varmaya ve bu duruma öfke duymaya başlamıştır. Ancak bu öfkenin geleneksel yollarla ifade edilmesini sağlayacak örgütler artık ya yok, ya da çok zayıflar. Koşullar katılımcı demokrasiye elverişli değil. Nitekim demokrasi sadece bir seçim meselesi değildir. Demokrasi aynı zamanda bir güç meselesidir –ve şu anda seçmenlerin elinde çok az güç kaldı. Biz buna Kuzey Kıbrıs için Türkiye hegemonyasını da eklersek buradaki seçmenlerin elindeki gücün aslında daha da az olduğu sonucuna varabiliriz. Aynı şekilde AB ülkelerindeki seçmenler de AB kurumlarını kendilerinin kontrol edemediği ama kendi ülkelerinin politikalarını belirleyen demokratik olmayan bir hegemonya olarak görebiliyor.

Özetle, serbest piyasa kapitalizminin toplumun örgütlenebileceği tek temel olarak kabul edilmesi ile 20. yüzyıl boyunca siyasi tartışmanın merkezinde yer alan şeylerin çoğu artık siyasi tartışmaya konu edilmemektedir. İşte siyaseti, seçimleri ve partileri anlamsızlaştıran en büyük faktör budur. Özellikle ekonomik konuların toplumsal tartışmalardan çıkarılıp neoliberalizmin şartsız kabulünün hem merkez sağ, hem merkez sol partilerde “siyasi bilgelik” olarak gösterilmesi siyaseti oldukça dar bir alana sıkıştırmış durumda. Madem ki partiler sembolize ettikleri ideolojiler ışığında politikalar üretip uygulayamıyor, madem ki seçimlerden önce söz verilen politikalar seçimlerden sonra unutuluyor ya da sermaye çevrelerinin baskısı ve gücü ile engelleniyor, o zaman bugün dünyanın her yerinde yaşanan bu siyasal kriz normal değil mi? Gerçekten seçimlerin ve siyasi partilerin bir anlamı kaldı mı? Yoksa “iç siyaset” ve “ulusal devlet” artık ölüyor mu?

Kabul etmeliyiz ki küreselleşme ulus devleti tamamen yok etmediyse de onu hızla işlevsizleştirmekte; devletlerin rolü sona ermediyse de hızla dönüşmekte. Ulusal politikalar yerine “rekabetçi” politikalar benimsenmekte. Rekabetçi olmanın tanımı da çokça yabancı sermaye akışlarına açık, hatta yabancı sermayeyi cezbedecek ekonomi politikaları benimsemek; ulusal kalkınma odaklı değil, uluslararası rekabet odaklı planlar geliştirmek. Küreselleşen dünyada piyasaların gücü çok; kuralları onlar koyuyor ve uygulatıyor. Bunun yanı sıra ulus devletler gittikçe daha güçsüz; kendi politikalarını uygulayacak otoriteye ve kapasiteye sahip değil. Rekabetçi devlet olmanın en büyük koşulu düşük vergiler uygulamak. Nitekim sermaye vergi ödemeyi sevmez; nerede az vergi ödeyecekse oraya gitmeyi tercih eder. Oysa ki vergi ve siyaset birbiriyle çok ilintilidir. Yeterli vergi toplamayan bir devletin doğal olarak bütçesi küçülür. Rekabetçi devlet küçülen bütçeden de yine daha çok sermaye sahiplerine yarayacak altyapı yatırımlarının yapılması tercih eder. Sonuçta bu şekilde sosyal politikalar için harcanan paralar gün geçtikçe kısılmakta ve refah devleti gücünü kaybetmekte. Bununla beraber devletten beklediği  sosyal hizmetleri göremeyen vatandaşın devleti ile bağı da günden güne zayıflamakta. Devletin yerine getirmediği, ihmal ettiği görevleri yerine getirmek üzere de pek çok yeni aktör ortaya çıkmakta. Başta sivil toplum örgütleri olmak üzere bu tip yeni aktörler gün geçtikçe büyümekte ve devletin yerine getirmediği rolleri üstlenmekte. Her ne kadar bunların içinde demokrasiye katkıları olan sivil toplum örgütleri olsa da, dini örgütler, terörist yapılanmalar, hatta organize suç örgütleri bile devletle rekabet eden bu yeni tip örgütlerden sayılabilir.

Geçmişte sınırları ve vatandaşları üzerinde rahatça kontrol kurabilen ulus devletler bugün bunları da kontrol edememektedir; bilgi, sermaye akışları, göçmenler, terörizm, küresel ısınma, vs. sınır tanımamakta. Küreselleşme ile küresel problemler artmış durumda ama ulus devletler bu problemleri çözebilme kapasitesinden yoksun. Zaten ulus devletlerin azımsanmayacak bir kısmı ya daha küçük parçalara ayrılma yolunda, ya da daha geniş oluşumlara katılarak (bölgesel organizasyonlar gibi) ayakta kalmaya çalışmakta. İki durumda da ulus devletin otoritesi çokça kırılmış vaziyette. Medya ve modern komünikasyon teknolojileri de büyük ekonomik ve siyasi değişimler yaratıyor.  Eskiden çokça devlet kontrolünde olan bilgi artık devletin otoritesinden çıkmış sosyal medyada ulaşıma açık bir hale gelmiştir. Bu durum genelde devlete karşı bireyleri güçlendirmiş olsa da bu güç kaymasından en zararlı çıkan yine siyasi partiler olmuştur. Internet devriminin demokrasiye beklendiği kadar katkısı olmadığını da ayrıca belirtmek lazım. İnternet demokratik güçlerin olduğu kadar demokrasi karşıtı güçlere de hizmet edebilmekte. Nitekim dünya halklarının internet aracılığıyla ulusal temsilcileri atlayarak ve doğrudan birbirlerine konuşarak küresel düzeyde bir siyasi birim oluşturması beklenirken bugün 2018 yılında milliyetçiliğin, yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın hortladığı ve küresel kurumlara ve AB gibi uluslarüstü birliklere düşmanlığın arttığı bir dönemdeyiz. Ayrıca, aslında demokrasinin en çok içine katmakta zorlandığı yoksun ve eğitimsiz kitleler aynı zamanda iletişim teknolojilerine erişimi en düşük olan kitleler. Öte yandan internetin, siyasetçilerin seçmenlerin fikirlerini daha çok dikkate almasına sebep olacağı düşünülürken, bugün aksine seçmenlerin çoğu fikirlerinin yeterli temsil edilmediğinden şikâyetçi. Siyasi partiler hem bu hoşnutsuz kitleleri temsil etmekte ve onların sesi olmakta başarısız kalıyor, hem de bu başarısızlık sebebiyle seçmenlerin gözünde sorunun kaynağı gibi görülüp iyice itibarsızlaşıyor. İşte partilere duyulan bu apati ve güvensizlik ortamında popülistler ortaya çıkıp “halkın iradesini” temsil etmeyi taahhüt edebiliyorlar ve bu söylem küreselleşen ve kontrolsüz bir hızla değişen toplumlarda sesini duyuramayan kızgın kitlelerden oy toplamayı başarıyor.

***

Tüm bu yazdıklarımdan seçimlerin artık hiçbir anlamı kalmadığı anlamı çıkmasın. Her ne kadar günümüz koşulları katılımcı demokrasinin alanını daraltmışsa da en azından elimizde kalan kısıtlı demokrasi olanaklarını da sonuna dek kullanmak gerekir. Siyasi partiler vatandaşlar ve devlet yönetimi arasında gördükleri köprü vazifesini artık etkili bir şekilde yerine getiremiyorsa da, hala daha temsili demokrasinin en önemli aktörleri olmaya ve seçimler aracılığıyla bizi kimin ve nasıl yöneteceğini belirlemeye devam etmekteler. Seçimde oy vermeyen vatandaş ise doğal olarak bu sürece hiç dâhil olmamış oluyor. Öte yandan siyasi partilerin vatandaşlarını temsil etme yeteneklerini geri kazanması için vatandaşlara tekrardan gerçek bir seçim ve etki olanağı sağlaması, onların ihtiyaçlarına ve hayal kırıklıklarına kulak verip olumlu politika çıktıları sunması gerekiyor. Bunun da en etkili yolu başta sendikalar olmak üzere sivil toplum örgütleri ile partiler arasında sıkı bağların kurulmasıdır. Bu arada sokak eylemleri ve protestolar da seçimlerin ve partilerin duyuramadığı sesleri duyurmaya devam edecektir.

Peki, bugün iç siyasette ulus devletlerin meşruiyetini korumaları mümkün müdür? Tabii ki mümkündür ama bu küresel düzeyde yeniden bir yapılanma tercihini gerektirir. Tüm dünyada acilen neoliberal kapitalizme alternatif toplumsal ve iktisadi örgütlenmeler üzerinde düşünmemiz ve onları uygulamaya geçirmemiz gerekiyor. Ekonomik eşitsizlikler ve aşırı milliyetçilik, ayrımcılık, faşizm, kadın düşmanlığı gibi siyasi illetleri körükleyen 21. yüzyıl popülizmini dizginleyebilmek için yapılması gereken belki de, aynen İkinci Dünya savaşından sonra yapıldığı gibi, küreselleşmeyi dizginlemek ve uluslararası sermayeyi ve piyasaları daha çok siyasetin kontrolü altına almak. Sermaye ve çalışanlar arasında tekrar bir denge sağlamaya çalışmak ve piyasalar yerine toplumu tekrar siyasetin odağı yapmak bu birbiri ardına içine düştüğümüz ekonomik ve siyasi krizlerden kurtulmanın belki de tek yolu.


KAYNAKÇA:

1.World Values Survey, ‘Data analysis tool, Wave 6: 2010–2014’, .
2.Ortiz, I., Burke, S., Berrada, M. and Cortes, H., World Protests 2006–2013 (New York: Initiative for Policy
Dialogue and Friedrich-Ebert-Stiftung, 2013).
3. Dani Rodrik. The Globalization Paradox. Democracy and the Future of the World Economy (W.W. Norton & Company,  2011).
4. Thomas Friedman. The Lexus and the Olive Tree (New York, NY: Anchor Books, 2000).

 

Bu haber toplam 4650 defa okunmuştur
Gaile 449. Sayısı

Gaile 449. Sayısı