1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. “Kâğıt sanatımın nefes aldığı yerdir”
“Kâğıt sanatımın nefes aldığı yerdir”

“Kâğıt sanatımın nefes aldığı yerdir”

Kıbrıs’ta bir kadın olarak sanat eğitimi alan ilk isimlerden biri İnci Kansu.

A+A-

Kıbrıs’ta bir kadın olarak sanat eğitimi alan ilk isimlerden biri İnci Kansu. Çocukluk yıllarında başlayan resim merakını mesleğe dönüştürmek istediğinde ailesi önce karşı çıkmış olsa da, zaman içinde en büyük destekçileri haline gelmişler. Bugün geriye dönüp bakıldığında, sanatla geçen altmış beş yılın ardından Kansu hâlâ üretmeye, sergilerde yer almaya ve hayatını sanat üzerinden düşünmeye devam ediyor.

Son olarak Bienal Lefkoşa’da Bedesten’de sergilenen “Copper Tunnel” (Bakır Tünel) isimli yerleştirmesi, bienalin en çok ziyaret edilen ve en çok konuşulan işleri arasında yer aldı. Ben de bu vesileyle Kansu ile bir ömre sığmayacak kadar zengin sanat yolculuğunu ve son sergisini konuşma fırsatı buldum.

Adaya kâğıt sanatını ilk taşıyan isim olarak bilinen İnci Kansu, bir zamanlar “kolay bulunur” ve “basit” görüldüğü için önyargıyla yaklaşılan kâğıdın, sanatla birleştiğinde nasıl bambaşka formlara, dokulara ve ifadelere dönüştüğünü anlatıyor. Kısacası, kâğıt deyip geçmemek gerektiğini her çalışmasıyla yeniden kanıtlıyor.

brc-6737.jpg

“Kağıt sanatı ile Amerika’da tanıştım”

Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Resim-İş öğretmenliği eğitimi alan İnci Kansu, sanat yolculuğuna önce geleneksel yağlı boya ile başlamış. Ancak kısa süre sonra kendisini bambaşka bir malzemeye, kâğıda yönelirken bulmuş. “Neden kâğıt?” diye sorduğumda yüzünde hemen tanıdık bir tebessüm beliriyor.  Soruyu çok kez duymuş biri olarak, hem alışıldık hem de hâlâ hoşuna giden bir merakla karşı karşıya kalmış gibiydi…

“1960’lı yıllarda mezun oldum; üzerinden tam altmış beş yıl geçmiş. O dönem öğretmen yetiştiren bir kurum olan Gazi Eğitim Enstitüsü, daha sonra üniversiteye dönüşünce müzik ve resim eğitimi üç yıldan dört yıla çıkarılmıştı. Sanat yolculuğumun başında geleneksel yağlı boya ve suluboya çalışıyordum. Ancak bu dönem çok uzun sürmedi; içimde hep başka bir malzeme arayışı vardı. Bir yandan kâğıtla kendi kendime denemeler yapıyor, tuval üzerine kâğıt ekleyerek farklı dokular elde etmeye çalışıyordum.

Teftiş Dairesi’nde çalıştığım yıllarda Amerika’daki bir burs programını kazandım. Programın amacı, genç resim öğretmenlerini yeni teknik ve malzemelerle tanıştırmaktı. Gittiğim üniversitelerin bazılarında el yapımı kâğıtla karşılaştım. Böyle bir şeyin varlığından o güne kadar hiç haberim yoktu. Üstelik ben zaten kâğıtla çeşitli denemeler yapıyordum, dolayısıyla bu keşif beni çok heyecanlandırdı. Burs kapsamında Amerika’nın beş farklı şehrindeki sanat üniversitelerini ziyaret etme ve pek çok sanatçıyla tanışma fırsatım oldu.”

 

“Kağıt sanatına hayran kaldım”

Amerika’da el yapımı kâğıtla tanışması, Kansu’nun sanat yolculuğunu belirleyen dönüm noktalarından biri oldu sanırım. Bu deneyim yalnızca yeni bir teknik keşfetmek değil, aynı zamanda tamamen farklı bir ifade alanı bulmak anlamına geldi. Kâğıt sanatını Kıbrıs’a ilk taşıyan sanatçı olarak anılmasının hiç de abartı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. O yıllarda kağıt henüz bir sanat dili olarak kullanılmıyor, hatta çoğu kişi tarafından “sıradan” ya da “basit” bir malzeme olarak görülüyordu. Kansu’nun bu önyargıyı kırması, malzemeye yeni bir kimlik kazandırması ve kâğıt üzerinden özgün bir anlatım geliştirmesi, Kıbrıs sanat tarihinin önemli eşiklerinden birini oluşturuyor.

1989 yılıydı… Adaya döndüğümde, güney dahil hiçbir yerde kâğıt sanatıyla ilgilenen yoktu. Bunun üzerine atölyemi kâğıt üretimine uygun bir şekilde düzenledim ve çalışmalarımı bu yönde sürdürmeye başladım. Dünyada ‘kâğıt sanatı’ diye bilinen bir alan var, fakat insanlar bunu duyunca çoğu zaman önyargıyla yaklaşıyor. Çünkü kâğıt, her yerde kolayca bulunabilen, gündelik bir malzeme gibi düşünülüyor; dolayısıyla değeri çoğu zaman göz ardı ediliyor. O dönem Kıbrıs’ta da benzer bir algı hakimdi.

Ben, bu alanın varlığını ve potansiyelini Amerika’da öğrendim. Aslında sanatçılar tarih boyunca kâğıtla ilgilenmişler; kâğıdın ağırlığı, dokusu, rengi ve biçim alma kapasitesi pek çok sanatçı için başlı başına ilham kaynağı olmuştur. Ben de bu özelliklerine hayran kaldım ve kâğıdın sanatla birleştiğinde bambaşka formlara dönüşebileceğini göstermek istedim.”

brc-6773.jpg

“Kağıtla alışılmışın çok dışında çalışmalar ortaya çıkabiliyor”

Kâğıt sanatı, kâğıdın yalnızca üzerine çizim yapılan bir yüzey olmaktan çıkıp başlı başına bir ham madde olarak kullanıldığı tüm sanatsal üretimleri kapsayan bir alan olarak tanımlanabilir. Kâğıt; kesilerek, oyularak, katlanarak, yırtılarak, örülerek, kabartılarak ve hatta dövülerek bambaşka form ve dokulara kavuşabilir. Zaman zaman üç boyutlu bir nesneye dönüşebilmesi, ışık ve gölgeyle kurduğu güçlü ilişki ve geleneksel el yapımı kâğıdın bu süreçte kazandığı yeni biçimler, bu sanatın en çarpıcı yönlerinden biridir. Kansu ise bir sanatçı için kâğıdın anlamını şöyle anlatıyor:

“Sanatçı, ilgisini çeken alanlara girer ve onları dener. Sonunda hangi malzeme sanat anlayışına ve kişiliğine uygunsa onu geliştirmeye çalışır. Kâğıdın doğadan gelen bir malzeme olması, beni en çok etkileyen nedenlerin başında geliyor. Pablo Picasso ve Georges Braque, kâğıdı modern sanat tarihinde dönüştüren ilk sanatçılar arasındadır. Hatta kâğıt sanatının çağdaş anlamda başlamasında kurucu bir etkiye sahip olduklarını söyleyebiliriz. Soyut alanlar yaratmak için kâğıdı yeniden keşfetmişlerdir. Dünyada bunun pek çok örneği var elbette. Sanatçılar kâğıdı çoğu zaman kendileri üreterek, kompozisyonlarına göre ince ya da kalın hâle getirerek, hatta kâğıda uygun doğal maddelerle birleştirerek kullanıyor. Bu nedenle kâğıt sanatıyla uğraşanların büyük kısmı plastik sanatların farklı disiplinlerinden geliyor; resimden, heykelden, fotoğraftan ya da hatta seramikten… Ama hepsinin temelinde ortak bir sanat disiplini mevcut. İşte bu yüzden kâğıdı yönlendirmek, biçimlendirmek ve ona kendi sanatını, ilgisini, coşkusunu katmak mümkün oluyor. Böylece alışılmışın çok dışında, malzemenin sınırlarını zorlayan çalışmalar ortaya çıkabiliyor.”

brc-6730.jpg

İnci Kansu, kendi sanat yaşamında kâğıdın taşıdığı yeri ve yıllar içindeki dönüşümünü şöyle özetliyor; kâğıt, kendisi için yalnızca yüzey ya da malzeme değil, sanatının nefes aldığı, karakterini bulduğu ve zamanla kendi diline dönüşen bir alan. Tam da bu nedenle yıllar içinde, sanatının merkezine yerleşerek imzası hâline gelmiş.

“1989 yılından sonra odağımda her zaman kâğıt oldu. Sadece kâğıt sanatıyla üretmekle kalmadım; farklı alanlarda düzenlenen sanat etkinliklerinde, okullarda ve atölyelerde de kâğıt sanatını anlattım. Doğadan gelen bu malzemeyi, doğa, insan, bellek ve zaman gibi temalarla buluşturarak kullandım. Çünkü sanatçı, en çok duygulanan, en çok yaşananlardan etkilenen insandır. Her zaman yerleşik yargıları dönüştürmeye çalışır. Ben de kâğıt aracılığıyla tam olarak bunu yapmaya uğraştım. Başkalarından farklı bir yol açmak istedim. Topluma dair tüm heyecanımı, üzüntümü, tanıklıklarımı kâğıtla yaptığım işlerde ifade ettim. Zaten çevre, toplum ve insan olmazsa sanatçı beslenebileceği bir kaynak bulamaz; benim üretimim de bu gerçekliğin içinden şekillendi. Plastik sanatlarda kullanılan tüm teknikler, kâğıt sanatında da karşılığını buluyor; yalnızca malzemenin doğasından gelen bazı teknik farklılıklar ortaya çıkıyor. Kâğıtla heykel yapan, seramik etkileri arayan, hatta dokuma yaratan sanatçılar var. Ben de yıllar içerisinde tüm bu olanakları araştırmaya, denemeye ve kendi üretimime katmaya çalıştım.”

 

Bienal Lefkoşa’ya “Copper Tunnel” (Bakır Tünel) adlı eseriyle katılan Kansu, yıllardır hafızalarda yer eden Lefke’deki bakır madeni felaketini kâğıt sanatının diliyle görünür kıldı. Bedesten’de izleyiciyle buluşan bu tünel formundaki yerleştirme, sembolik ve fiziksel bir geçiş hissi yaratarak ziyaretçileri madenin karanlığına, bölgenin taşıdığı acı mirasa doğru yürütüyor. Kâğıdın kırılgan ve doğadan gelen yapısı, bakırın ağırlığı ve zehirli tarihi ile yan yana getirerek yarattığı zıtlık, eserin en çarpıcı yönü.

brc-6776.jpg

“Bakır Tünel çalışmamda karma bir teknik kullandım. Kâğıtlarımın tamamını kendim ürettim. Selüloz lifli bitkilerden elde ettiğim kâğıtlar da var, başka kâğıtları dönüştürerek hazırladıklarım da… Maden taşlarını, yerin oyulmasını ve toprağın parçalanmasını farklı tekniklerle anlattım. Kâğıdın sulu hâliyle çalıştım; henüz kurumadan dokusunu şekillendirdim, liflerini yönlendirdim. Bu tünelle CMC madenini ve madenin geride bıraktığı büyük yıkımı anlatmaya çalıştım. Bunu yaparken doğaya ‘merhamet’ kavramını özellikle merkezde tuttum. Çocukluğumda hafta sonları Lefke’ye, teyzemi görmeye giderdik. Orada çalışanları, onların gündelik hayatlarını, Lefke’nin o güzel günlerini bugün bile çok iyi hatırlıyorum. Ama zamanla, maden terk edildikten sonra geride bıraktığı tahribatı da gördüm. Denizin nasıl kirlendiğini, nasıl kırmızıya döndüğünü… Toprağın, suyun ve elbette insanların nasıl zehirlendiğini… Tüm bunlar hafızamda çok derin bir yer etti. Bu nedenle bu tüneli yaptım. Bu tünel hem Lefke’nin hikâyesiyle, hem orada çalışan madencilerle, hem madenin kendisiyle hem de madenin geriye bıraktığı kirlilikle ilgilidir. Her yıl Kasım ayında Madenciler Günü kutlanır; ama orada çalışan insanlara verilen sözlerin hâlâ büyük kısmı tutulmuş değil. Patronun derdi para kazanmakken, madencinin tek derdi hayatta kalmaktır. Ben işte bu iki zıt düşünceyi eserin içinde yan yana getirmeye çalıştım. Doğaya, denize, toprağa ve madenciye merhamet üzerinden düşünerek ürettim Bakır Tünel’i. Bienal boyunca eserimin Bedesten’de yer alması nedeniyle çok sayıda yerli ve yabancı ziyaretçiyle karşılaştım. Gördüğüm yoğun ilgi beni gerçekten çok mutlu etti.”

Bu haber toplam 727 defa okunmuştur
Etiketler :