1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. İyilik ve Görecelik Üzerine
İyilik ve Görecelik Üzerine

İyilik ve Görecelik Üzerine

Yani “görecelilik” kavramının hayatımızda daha anlamlı bir yeri olsa belki de birbirimizi düzeltmek ve değiştirmek amacı gütmek yerine çevremizi anlamayı odak noktamız haline getirebiliriz.

A+A-

Vedia Bakıroğlu
vediabakiroglu04@hotmail.com

“İstemiyorum Olric. Onların istediği gibi yaşamak istemiyorum.”

– Oğuz Atay, Tutunamayanlar.

İnsanın iyiliğinin veya kötülüğünün; içine doğduğu kültüre, dini yapıya, ailesine bağlı olup olmadığını ya da insanın iyi ya da kötü olduğunu kendi bakış açımızla ne kadar evrenselleştirebiliriz? Hepimizin amacı, hatta ailelerimizin bizi yetiştirirken amacı topluma “iyi” bir birey kazandırmak olmuştur her zaman. Herkes sağduyusu çerçevesinde kararlar vermeye ve hep bu doğrultuda yararlı bir insan olmaya çalıştı. Bedeli, işini veya bir arkadaşını kaybetmek olsa bile, yalan söylemeyen insan iyi biri olarak tanımlanırken; bir durumu, kendi geleceğini, sevdiği birisinin güzel duygularını hatta kendi duygularını korumak için yalan söyleyen insan genelde kötü biri olarak tanımlandı, ama bir toplumsal değer olarak bireyselcilik ve bencillik her zaman en önemli ve “hayatta başarılı olmak için” en iyi ve kullanışlı özelliklerden biri olmaya devam etti. Yardımsever olmak her zaman iyi bir bireyin özelliği oldu ama bu yardımseverliğin arka yüzünde kalan kendini bir başkası üzerinden tatmin etmek, başkasına yardım ederek kendinden kaçmak, ya da bunu yaparak egosunu beslemek gibi bazen insanları “yardımsever” olmaya iten unsurlar ya göz ardı edildi ya da hiç farkına bile varılmadan durumun derinliklerinde öylece kalakaldı. Önemli olan bu hareketi yapmak ve bu görevi yerine getirmek sonuçta. Bazılarına göre, bunun arkasında yatan herhangi bir duygunun, pozitif veya negatif, hiçbir önemi yok gibi sanki. Yani bize dayatılan ve bizim için bir paket gibi hazırlanan doğruları ve değerleri hiç koşulsuz, sanki bir robot gibi kabul edince ya da karşımızdakinin, çevremizin, mahallenin işine geldiği gibi davranınca mı iyi ve yararlı biri oluyoruz sadece? Bu durumda bizi yalana, yanlışa, “kötülüğe” iten ve bizi yalanın yanlış olduğuna inandıran şey doğamızda mı var, bununla mı doğuyoruz, yoksa bizi her şeye rağmen kötü yapan ve kötülüğü bir kalıba sokup bize bunu kabul ettirmeye çalışan şey toplum mudur?

Mutlak gerçeklik üzerine kurulmuş değerler ve davranış yargıları üzerine daha çok düşünmeliyiz bence. Tek bir doğru, tek bir güzellik algısı, tek bir doğru arkadaş veya doğru eş prototipi kabul edildiği içindir belki de üzerimizde olan bu “Her şeyi mükemmel yapmalıyım.” baskısı. Peki kim kuruyor bu baskıyı? Ailemizin, arkadaşlarımızın, sokakta yürürken yanımızdan geçen herhangi bir vatandaşın hakkımızda ne düşündüğü ve ne düşünürse düşünsün bunun iyi bir şey olması gerektiği algısı ve bilinci, yaşadığımız topluma ayak uydurmamız için ortaya koyulan değerlerin sonucudur aslında. Sonuçta herkes farklı bir davranışa iyi dese ve “iyilik” üzerinde bir konsensüs olmasa bir arada kalmak bizim için hayli zorlaşır. Google’da “iyi bir insan ne demek?” sorusunu arattığınızda bile aldığınız cevap dünyanın en soyut cevaplarından biridir: “İyi insan, kötülük yapana da iyilik yapabilmeyi bilendir.” Kötülüğe iyilikle cevap verilmesi gerektiğine, neyi kötü olarak sınıflandırdığımıza ve bunlara bağlı olarak ne derecede iyi bir insan olduğumuz kanaatine nasıl varıyoruz peki?  Genel anlamda iyi ve kötünün tanımı kurallar çerçevesinde yapılabiliyorken bireye baktığımızda bu sınıflandırmayı yapmak pek zordur. Yani, devletin bizi iyi veya kötü kalıbına sokması ve bu kalıplara bağlı bizi cezalandırması binlerce sayfalık da olsa karar aşamasında somut cevaplar sağladığı için anayasalar ve sosyal sınıflandırmalar çerçevesinde yeterliyken, kişilerin gözünde hatta kendi gözümüzde bu spektrumda kendimizi bir noktaya koymak tamamen sübjektif olduğundan aynı sınıflandırmanın yapılması pek de olası değildir.

İlişkiler mesela. Genelde hikayelerde bir kurban, bir de hain olmak zorunda. Hep derler ya, gidene mi zor kalana mı diye ve günün sonunda hep sevene zor olduğu anlaşılır. Ama üzen, üzmek istemese de bir şekilde bunu yapan, yani genel anlamda “kötülük” yapan da üzülmüştür belki de ya da giden ve karşı tarafın tanımlamasına göre “üzen” taraf seven taraftır aslında. Bu gibi kombinasyonlarda ve bin bir türlü olasılık doğuran durumlarda akıllara Oğuz Atay’ın gelmemesi pek olası değil – “Gidenler sevinçliydi. Geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzülüyorlardı.” Ayıp olmasın diye üzülmek bireye dayatılan genel bir değer olabilir bence. Sonuçta herkesin ortama kötü bir şey eklenince üzülmesi gerekir, ya da buna inanılır. Aynı ikilem arkadaşlıklar, aile ilişkilerimiz, kısaca girdiğimiz her ortamda geçerli aslına bakarsanız. Benim bu yazıyı yazarken amacım ise buna bir cevap getirmekten ziyade durumu genel olarak anlamak ve özel alanımızı nasıl etkilediğine dair daha derin bir bilince sahip olmak. Biz neyi kötü olarak tanımlıyoruz ki bu kötülüğe salt iyilikle cevap verince bilgisayar oyununda yeni seviye kilidi açar gibi kendimize iyi insan kimliğini atfediyoruz? John Stuart Mill’in Düşünce ve Tartışma Özgürlüğü Üzerine adlı kitabında değerlendirdiği üzere, “Bir kişi hariç bütün insanlık aynı görüşte olsa, tek bir kişi karşı görüşte olsa, insanlığın o kişiyi susturma hakkı, o kişinin gücü yetse insanlığı susturma hakkından fazla değildir.” Ne de olsa, kendimize “iyi” deyip bir başkasının üzerinde söz sahibi olduğumuz yanılgısı, toplum değerlerine kendi değerlerimizle çakıştığı için “yanlış” demekle eşdeğerdir.

İşin sonunda,  insan kötü mü doğar yoksa insanı kötü yapan toplum mudur diye sormak o kadar da basit değildir aslında. Kendi kendimizi değerlendirebileceğimiz gibi bir başkası da bizi değerlendirebilirken, kime ne ifade ettiğimiz de pek değişkendir. Yani “görecelilik” kavramının hayatımızda daha anlamlı bir yeri olsa belki de birbirimizi düzeltmek ve değiştirmek amacı gütmek yerine çevremizi anlamayı odak noktamız haline getirebiliriz.

Bu haber toplam 2758 defa okunmuştur
Gaile 499. Sayısı

Gaile 499. Sayısı