1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3.  Hüseyin Kıran’ın Küstah Kitabı İçin Bir Başlangıç Denemesi
 Hüseyin Kıran’ın Küstah Kitabı İçin Bir Başlangıç Denemesi

 Hüseyin Kıran’ın Küstah Kitabı İçin Bir Başlangıç Denemesi

Sistemin emir-komuta zincirine tam bir teslimiyet, derin bir tevekkülle bağlanan bireylerin mutlak güven ve kaynaşma ile oluşturduğu “toplum” ve onun gündelik yaşama ilişkin göstergeleri, var olunabilecek tek yeri işaret eder.

A+A-

 

Emel Kaya

El Greco’ya Mektuplar’da “Ruhumun üst tabakalarını –bedeni, bireyi, milliyeti, insanı- aşıp içimdeki korkunç Ata’yı bulmak için uğraştıkça kutsal bir korkuyla sarsılıyorum. İlk başta yüzler bir babanın ya da erkek kardeşin yüzüne benziyor, ama köklere doğru ilerledikçe kasıklarımdan tüylü, geniş çeneli, aç, susuz, gözleri kan çanağı bir ata doğrulup uluyor. Bu ata bana, insan haline sokma görevi verilen ağır, işlenmemiş bir canavardır.” diyen Kazancakis’in “ata”sı, o günden bu yana hiç bu denli ifşa olmamıştı. Hüseyin Kıran’ın, 2014’te İkaros Yayınları’ndan çıkan Küstah kitabında “ey beni kendimle yenen insan”, “bu boğuldukça diri bağıran bu”, “bu kokulu taun titremeli bir tanıyorum” diye seslenilen, bu “ata”dır. O “ata” ki, terbiye ve teskin edildiğine en çok kanaat getirildiği bir anda, var oluşun derin kuyularında iniltisi yankılanan, “varlık”ın imkânlarını daha kuvve (niyet) aşamasındayken boğup bitirendir. Kitap, başlı başına bu “ata”ya ve onun yüzyıllardır birey-toplum-devlet-tanrı adıyla eylediklerine ironi yüklü, sarsıcı ve ısrarlı bir başkaldırıdır.

Kıran’ın başkaldırısı insandan başlayarak, iç içe geçmiş halkalar halinde doğa-devlet-tanrı ekseninde genişler. Neredeyse hiçbir dizesi yoktur ki bir itirazı dillendirmesin. Tercih ettiği dolaylı dil, itirazını zayıflatmaz; tam tersine dilde bu dolayım üzerinden kurduğu hakimiyet, dilin bizzat kendisine de başkaldırıdır: “ilkeli dilim üşüdü/ kendime bu yüzden bozuk bir aksan seçtim”. Sanki dünya içinde var olma, rijit bir çatkı işlevi görür ve o da bu çatkı içinde yol alıp giderken zemindeki sertliğe ve muallaklığa, içinde belirsiz bir süreçte birikmiş histeri ve teessürle dönüp dönüp sağlam, yıkıcı tekmeler savurur.

boğuşurum onlarla/ eteklerimden elektrik dökülerek/ ve tekmeleyerek ergen kedileri/ çünkü tayların süt dişleri/ ve bütün ergen kediler/ hayatı benden çok bilmedeler”

 “Süreç” Kıran’ın şiirlerinde önemli bir yer tutar. Herşey bir süreç içerisinde teslim olur, çürüyüp yozlaşır; içindeki “ata”ya hükmedemeyen, kendi var oluşunu gerçekleştiremeyen, kendini ıskalayan insan, bu “süreç”in nesnesi haline gelir. Şiirlerde sıklıkla karşımıza çıkan “yerleşmek/ durmak” eylemi, bu nesne olma durumuna ironik göndermeler içerir: “azalmak beni kutlu ve yerleşik kılar”, “ben hayatı durmamakla suçluyum/ saksı nedir nedir yumuşak/ ırmak kenarlarında biriken yavaşlık/ nedir cüzzam bitkisi/ kahkaha gözü nedir/ ellerimi metallerde unuttum”

Peki, kimdir bu insan?

Kendi kararlarını kendisinin verebileceği öngörülen, bu kararların ve öngörünün bütün şeraiti kamu kurum ve kuruluşlarınca hazırlanan, reklamlarla şekillendirilip yönlendirilen, medya ve sosyal medyanın sonsuz olanaklarıyla onaya sunulan ve “birey” diye adlandırılan bu insan, o tüylü “ata”nın sistem tarafından evcilleştirilmiş; şehirlere, ormanlara, maden ocaklarına, hayvan postlarına, kadınlık organlarına, AVM’lere aynı gürültü, aynı aymazlık, şevk ve hırsla dalan, tahrip gücü yüksek, pimini kaptırmış canlı bombalarıdır: “ey kükreyen organ/ işlek trafo/ gürültü emrimdedir benim/ portakallar emrimde/ emir beklemede/ kurşun boğaların hızıyla/ yüklenirken gövde”

insana bir beter and olsun/ ellerini hınçla toprağa sokmuştur/ hayvanların genç kalbine gerek/ madenleri damarına sokmuştur/ inatçı yerlerine dişilerin/ secdem budur diyerek”

Her gün yüksek dozlarda yutturulmaya çalışılan “birey” algısına karşı tavrını ve bu bireye yabancılığını şair, apaçık ortaya koyar: “size emredilen nedir?/ tütünler robotlar insan rulmanları/ beni terk etmektedir/ baykuş oturuşu bana yerleşir/ karaca kaçışı bana yerleşir/ uçtukça biliyorum uçtukça tüylenmekteyim/ uçmak bana yerleşmektedir// uçmayı bilmediğim yere çarparak/ yere çarparak belirmektedir/ gittikçe ölüyorum gittikçe ölmek/ ölmek bana iyi gelmemektedir”

Sistemin emir-komuta zincirine tam bir teslimiyet, derin bir tevekkülle bağlanan bireylerin mutlak güven ve kaynaşma ile oluşturduğu “toplum” ve onun gündelik yaşama ilişkin göstergeleri, var olunabilecek tek yeri işaret eder. Huzur, otoritede, kamu gücünü ve vergileri ödetme hakkını bir kutsallık ve özel bir dokunulmazlık kazandıran olağanüstü yasalarla sağlama almış otoritenin gökyüzü altındadır. Huzur, uygarlığın alametlerinde, vergi verenlerde, eli silah tutanlarda, tetiği çekenlerde, “çekiçle ayçiçekli tarlaya dalan”larda, “madenleri yatağından eden”lerde, hayvanları katleden, “elektrik kusarak dirilen”, evrakını uygun yerlere mühürleten, inşaat molozlarını uygun alanlara dökenlerdedir! Huzur, dingin akan bir ırmak değildir artık; arızalı ve tekinsiz bir kavramdır. Şair, “böğürme, çatırdama” ile “bu” sözcüğünü, yeni “huzur” algısını imlemek amacıyla ustaca kullanır:

 “(...)altıma alıyorum gökyüzünü dört defa mutlak// artık kokunç huzurlu çatırdayan bu/ çatırdayan şimşek telaşı huzur dolu bu/ huzurlu böğüren damlalarla huzurlu/ hayat gözlerini kaçırıyor, katlanıyor bana/ bozuluyor ritmim orada, ikinci son adada/ bozuluyor ritmim orada, ikinci son adada/ belki bir ırmağı izlemek gerek, kıyıda” (s. 28)

Yozlaşma ve “maddeleşme” her yere sirayet etmiştir ve gölgesi gittikçe ağırlaşmaktadır. Şehirler beton yığınıdır; müzik diye dayatılan gürültü, insanların duygularını, zihnini sömüren habis bir ur gibi alyuvarlarımıza yerleşmekte, yozlaşmanın ritmini ayarlamaktadır; edebiyat, popüler kültüre çoktan teslim olmuş, ışıltılı vitrinlerde, marketlerin manav reyonlarının yan tarafında “ehlileştirilmiş” okuyucularını beklemektedir:

-ey katı katliamı gülüşümün/ ey durdurulamaz şey/ ey beton erbabı, sinsi müzik/ kitaplara doluşun/ ve ey kömür/ bitebilen şey, söküldün”  

“korktum maddeden madde ki ben olmuştur/ çünkü madde bazen için demir olmuştur/ bu düşündüm uzun kimin umurunda/ bu bir belki şükür kumun umurunda/ madde bu inşaatla çünkü şehir olmuştur”

Kıran’ın şiirinde geleneksel din, toplum, devlet, sınıf, aile anlayışı alabildiğine eleştirilir. Her başı sıkıştığında “kutsallık / kutsanmışlık” kisvesine bürünen bu kavramlar, insanın var oluşunun tezgaha yatırıldığı; çeşitli yaptırımlar, “biçimleme, ehlileştirme” aşamalarından sonra uyum sağlayanların sırtının sıvazlandığı, uyum sağlamayanların boğulduğu bir mezbahaya dönüşür. Bu mezbahadan sağ çıkabilenler, ancak sülük bilinci olanlar ve feodal gericilerdir.

beni biçen ölçü, ey şakıyan şey/ ırmak kıyılarının sadeliği boğucu/ kötürüm tanrıların yerleştiği bir evde/ tarla açan adamların sert nefesi/ sıvalı kollarımdan bir put biçimlemede”

 “yazı bilenlerin bindiği/ o tuhaf ve kuru ve sıska bilgi/ iyice irildi”.

ayrıştıranlar var onlara and olsun/ kırık kollarımda acımak ilkesi/ ilik tadında bir su sızar koynuma/ ayılırım, kalbur bilinç ayılır/ her insan yerini kendiliğinden bilir/ kimse yanlış yerde değildir/ kalbur bilinç gereği// sülük bilincim vardır/ vantuzlu/ şeylere emerek tutunur/ posada yerleşik olgunun/ tahtasına ulanırım/ hortuma emici bir and olsun/ emmeyi emretmektedir/ sülük bilinci artırır”   

Kıran, gelenekle en büyük yüzleşmesini din üzerinden gerçekleştirir. İnsana kendi özünden ayrı, bambaşka bir var oluş yükleyen, hurafeler ve yasaklarla günah bilincini besleyen, akıl ve vicdanla değil, örf ve vahşetle terbiye eden gelenek, en az bugünkü modern, maddeci dünya kadar suçludur: “bu allah bana atalarımdan kalmıştır/ atalarım ikiye kadar saymayı bilmez/ bu dürtücü dürtü bana/ bu cin dolu çelik sepet/ cinnetin eşiğinde/ bu gürültülü yalnızlık/ bana atalarımdan kalmıştır// atalarım yer yer ilerlemişlerdir/ kuytusunda hayvan boğazlanan/ kaygısız bu kaya/ bana atalarımdan kalmıştır/ ve heveslerimde yenilmek// iyi ki kalmıştır/ ben böyle oldum”.

“allah usulca yaklaşmaktadır/ bağırmanın huzuru bana çöküyor/ eşik cinleri susmaktadır/ yerleşmek için yeterince/ adımın odası bulunmaktadır”.

“Hayvan” sözcüğünün  Kıran’ın şiirlerinde çok özel bir yere sahip olduğunu söylemek gerekir. “Hayvan”, kimi şiirlerde, insanın içindeki vahşeti, insanı sistemin vaad ettiği ve albenisi katlettiklerinin kan kokusundan kaynaklanan oyuncaklarına peşkeş çeken, baş edemediği geniş çeneli, tüylü “ata”yı imlemektedir: “hayatın hayvanından sana sığındım”, “ter içinde/ dudaklarım ağacın içinde/ hayvanı hayvan eden o şeyden söz etmede”,ey bedenime sürtünen soğuk, beni buğula/ tenimdeki hayvanı boğ, aklımı öv ve kutsa/ ruhumu biç, biçim ver ona/ hatalarımı arkala, bana arsızlık bağışla”, “hayvan gelir öyle durur hayvanı boğ”.

Diğer taraftan kimi şiirlerde “hayvan”, olup bitenlere karşı önüne geçilemez, içgüdüsel bir başkaldırıyı temsil eder: “kokuları kokan katı madde/ beni yenemezsin/ buradayım, içinde, içinde elmanın/ elinden geleni ardına koma/ burada, duruyorum küstah hayvan tavrıyla/ ve aç hayvan sabrıyla/ kesilen elim, şimdi kamaşarak kana...”

Neresinden girilirse girilsin dünya, bu haliyle yaşanası bir yer değildir. Şair, bunu “gittikçe genleşiyor kelimeler/ gittikçe içlerine bakmaktayım/ gittikçe bilmiyorum gittikçe uzalmaktayım/ çatlayan atlardan taşan köpük/ ben öpmek için var kalmaktadır// köpük kemik ve beyaz kaplan/ aklımdan gitmemektedir/ yaşamak bana yetmemektedir” diyerek haykırır; ama “kutsal”larını yedekleyen ve “yazgı”sına sırtını dayayan insan, kendi varlığının imkan teminatını, sahiciliğini ve dolu doluluğunu güvence altına aldığı zannıyla dünyaya iyice yerleşir: “ısrar etmeli, ruhtur siner, yazgı bozmaya çıkılır ey/ yazgı dediğin gece gelişli bir şeydir ki” ... “yazgı adama uçarak gelir”.

Kıran’ın şiirleri, tekil öznenin bölünmüşlüğü (yani tutarsızlığı) ve gelenekle topluma özgü antagonizmaların (tezatlar), burjuva ahlakının beslediği popüler kültür tarafından normalleştirilerek pompalanmasından duyulan derin kaygıyla başa çıkma ve bu ahlaka topyekün savaş açma girişimidir. Bu kaygıya deva bulabilmek için, özneyi, onun binbir surat atasını ve eylemlerini kendine özgü bir dil, biçem ve ironi ile sürekli teşhir etmeye yönelik bir çaba içerisindedir: “atalarıma tecessüsle bağlıyım/ misvak üzre/ kürklerini terk etmediler/ onlar beni berkittiler/ bu kara yerlere öyle tutundum/ tutunmaya and olsun/ çözülmeye and olsun// onlara bir hummalı and olsun/ onlar bana niyet etmemişlerdi/ onlar bende esriklikler halinde varlar/ onlar bana başkaldıracak şeyler yaptılar/ çürük tadında bir bedenle donandım/ onlardan bana şişkin/ boğunçlu bu yazmalar kaldı”

Oluşturduğu dil ile arka planı oldukça derin kavramların alabildiğine geniş bir alana yayılmasını sağlayan Hüseyin Kıran’ın şiirlerini okurken içinizde biriken kaygı, öfke, telaş ve tehlike bilinci, bir ayılmaya sebep olacaktır. Bu ayılmanın, aklıselim bir yeniden var oluş sorgusu ve dünyayı kavrayış düzeyine evrilebilmesi için gerekli ipuçlarının da şiirlerden yakalanabileceği gözden kaçmamalı.

(Bu yazı, 2015 yılında Edebiyatta Üç Nokta dergisinin 16. sayısında yayımlanmıştır.)

 

 

 

 

Bu haber toplam 4604 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 414. Sayısı

Gaile 414. Sayısı