1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Haksız Bir Savaşın Siyaseti: Bir Arap-Iraklı Yanıtı*
Haksız Bir Savaşın Siyaseti: Bir Arap-Iraklı Yanıtı*

Haksız Bir Savaşın Siyaseti: Bir Arap-Iraklı Yanıtı*

Savaşın daha büyük gündemi, efendileri sömürülerini sürdürürken kitlelerin aptal kalmasını sağlamak için özellikle dünyanın batılı olmayan bölgelerinde toplumun küresel olarak polisleştirilmesidir.

A+A-

Prakash Kona
Çeviren: Hakan Karahasan

Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’inin girişinde şöyle der: “Hegel bir yerde, tüm büyük dünya-tarihsel olguların ve kişiliklerin, deyim yerindeyse, iki kez ortaya çıktığını söyler. Eklemeyi unutmuş: ilk kez trajedi olarak, ikinci kez fars olarak.” 1991'deki ilk Körfez Savaşı bir trajediydi. İkincisi ise bir fars. Baba George Bush farsa dönüşen bir trajedinin baş kahramanıyken, oğlu George Bush trajik tonlar vermeye çalışan bir farsın kahramanıydı. Trajedi ve farsı bir araya getiren şey, bunların çok yönlü bir sömürgecilik söyleminin ve bunun sonucunda kapitalizm ve ataerkilliğin iki yüzü olmalarıdır. Britanya'nın 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başındaki imparatorluğu bir trajedi iken, Amerika'nın dünyayı sömürgeleştirme girişimleri bir farstır. Cengiz Han'ın torunu Hülagü Han’ın 13. yüzyılda Bağdat'ı “kan nehirleri” akan sokaklarla harap etmesi bir trajediydi. Katillerin en az insan kaybıyla hava bombardımanını bir cinayet stratejisine dönüştüren Körfez savaşları ise deyim yerindeyse bir farstır. Marx’a göre, Birinci Napolyon trajedi söylemine düşerken, On Sekizinci Brumaire’in Louis Napolyon’u bir fars idi. Bu açıdan bakıldığında George Bush (büyük ve küçük) başka bir seviyeye taşınmış bir maskaralıktır çünkü onlar ne Hülagü Han ne de Napolyon'dur. Baba George Bush gerçeklikten üç kat uzaktır, oğul ise gerçek olmaktan başka bir şey değildir. Birinci Körfez Savaşı’nda baba sömürgeciliğe şüpheli “müttefik güçler” etiketi altında uluslararası bir nitelik kazandırmaya çalışırken, ki bu müttefik hırsızlar ya da dolandırıcılar da olabilirdi, oğul sömürgeciliği kendi içinde bir amaca dönüştürerek onu bir koalisyon olarak adlandırıyor ki bu koalisyon özünde paralı askerlerden oluşan bir orduya sahip düzenbazlar (Edward Herman), istilacılar ve işgalciler koalisyonudur. Ya da bir kral kobra ve bir engerek yılanının emrinde olduğu bir yılanlar koalisyonu.

            Yazımın temel düşüncesi, Batı’nın ulus-devletlerinin özünde sömürgeci devletler olduğudur. Filistin ve Irak işgalleri ile son körfez savaşları şu ya da bu biçimde sömürgeciliğin örnekleridir ve çalışan sınıfların ezilmesiyle birleşerek batının teknolojik üstünlüğünün ve hegemonyasının bedelini ödemeye devam etmektedir. Irak savaşı, algılamadan gören liberaller için bile bir şeyi açıkça ortaya koymuştur: Üçüncü dünya ve işçi sınıfının tarifsiz acıları, batıdaki burjuvazinin ve onların ayna görüntüsü olan batılı olmayan devletlerin üst sınıf elitlerinin kaba tüketim iştahlarını ve enerji gereksinimlerini finanse etmektedir. Tüm baskı söylemleri gibi Batı medeniyeti de sömürgeciliği meşrulaştırmak için icat edilmiştir. 1935 yılında Lord Macaulay “Minute on Education 1835” adlı eserinde şöyle der: “Aralarında [sömürgeleştirilmiş entelektüeller iyi bir Avrupa kütüphanesinin tek bir rafının Hindistan ve Arabistan'ın tüm yerli edebiyatına bedel olduğunu inkar edebilecek birine rastlamadım.” Ayrıca, aynı Rapor’da şunları da ekler: “Şu anda yönettiğimiz milyonlarla aramızda bir tercümanlar sınıfı oluşturmak için elimizden geleni yapmalıyız; kan ve renk bakımından Hintli, ama zevk, fikir, ahlak ve zeka bakımından İngiliz olan bir sınıf.” 19. yüzyılda bu uygarlaştırma misyonunu üstlenenler İngilizlerdi. Şimdi ise Amerikalılar. Ancak Batı’nın Doğu’ya karşı üstünlük duygusu ve üçüncü dünyada Batı'nın üstünlüğü fikrini sürdürmekle görevli bir “tercümanlar sınıfı” ya da başka bir deyişle sömürgeleştirilmiş entelektüeller yaratma misyonu devam etmektedir. Bugünlerde bu medeniyetin diğer adı küreselleşme ya da Amerikanlaşma ya da McDonaldlaşma, kolacılık ya da Nikeizm ya da George Orwell'in Hayvan Çiftliği'ndeki gaspçı domuz Napolyon'un acımasızlığıyla dünyanın canına okumak isteyen burger adlı bir kralın tarihi.

            Eric Cheyfitz, The Poetics of Imperialism (Emperyalizmin Poetikası) adlı kitabında haklı olarak buna işaret etmektedir:

“Dolayısıyla, Batı ataerkilliğinin ayrıcalıkları içinde yaşayan bizler, giderek daralan bir psişik ve sosyal alanda yaşıyoruz. Çünkü dünyanın sosyal alanlarının çoğuna girmeyi göze alamıyoruz; bizim için tehlikeli hale geldiler, ezdiğimiz insanların şiddetiyle, tanımayı reddettiğimiz yabancı biçimlerdeki kendi şiddetimizle doldular. Ve bu toplumsal alanları düşünmeye, protesto dillerini hayal etmeye giderek daha az gücümüz yetiyor, çünkü böyle bir hayal bizi sürekli bir çatışma, kendimizle sürekli bir çelişki içinde tutacak, giderek daha fazla rahatımıza kapanmamıza neden olacaktır. Zenginliğimiz ve gücümüzle dünyayı terörize ederek, dışarı çıkmaktan, açıkça düşünmekten korkan bir terör dünyasında yaşıyoruz. Burada farklılık ve diyalog imkansızdır. Büyük bir halüsinasyon içinde başkalarıyla konuştuğumuza inanarak kendimizle kendimiz hakkında konuşuyoruz.”

Bu “başkalarıyla konuşma” “büyük halüsinasyonu,” televizyondaki resmi kanallarda gördüğümüz ve radyoda duyduğumuz üçüncü dünya ve işçi sınıfı meseleleri üzerine yapılan açık oturumlarda yeniden üretilmekte, uzmanlar tarafından tekrarlanmakta ve üniversitelerdeki konferanslarda sözde profesyoneller, gazeteciler ve akademisyenler tarafından papağan gibi tekrarlanmaktadır. Büyük halüsinasyon devam ediyor. Kendi kendimize kendimiz hakkında konuşuyoruz. İronik bir şekilde başkalarıyla konuştuğumuzu hayal etmekte ısrar ediyoruz. Freud’u okuyan herkes halüsinasyonların tarihsiz olmadığını bilir. Stereotipler halüsinasyonları devam ettirir ve böylece halüsinasyonlar kalıcılaşır. Arap-Müslüman, Batı’nın oryantalizmin temel bir yönü olarak yarattığı bu stereotipe kilitlenmiştir. Başka bir deyişle, halüsinasyon kurumsallaştırılmıştır ve Althusser’in ideolojik devlet aygıtı olarak adlandırdığı şeyin temeli olarak işlev görmektedir. Bu halüsinasyonda ne farklılığa, ne de diyaloğa yer vardır.

            Savaşın daha büyük gündemi, efendileri sömürülerini sürdürürken kitlelerin aptal kalmasını sağlamak için özellikle dünyanın batılı olmayan bölgelerinde toplumun küresel olarak polisleştirilmesidir. Sanskritçe bir kelime olan "Matsya Nyaya" ya da balıkların adaleti, büyük balığın küçük balığı yediği bir toplumsal düzen anlamına gelmektedir. Adına ister Amerikanlaşma ister küreselleşme deyin, bu yağmacı söylemi temsil eder –büyük balığın çoğunluğun artığına el koymaya devam edebilmesi için küçük balığın tüketilmesi gereken ironik bir adalet. Küçük işletmeleri yiyip bitiren süpermarketler bu balık adaletinin bir örneğidir  (Chomsky). Ahlaki açıdan insanların en yozlaşmışı yararlanıcılardır. Şirketlerin petrol “tüccarları,” savaşın iyi görünmesini sağlamak için bu durumu cazip hale getirmiş, CNN, Fox ve BBC gibi medya da “tüccarlık yapan” firavunlar George Bush Jr. ve Tony Blair’e firavunun haremağaları rolünü oynamıştır.

            İki savaş, ambargo ve sömürgeleştirme nedeniyle ölen ve ölmeye devam eden Iraklı ve işgal altındaki Filistinli çocuklar ve masum siviller, batı emperyalizmine karşı direnişin şehitleri olarak her zaman hatırlanacaktır. Yanlış odaklanmalarına ve masumiyetin sınırlarını zorlayan bir zafiyeti ön plana çıkaran son derece sorunlu araçlarına rağmen canlı bombalar da buna dahildir. İsrailli, Amerikalı ve İngiliz yok ediciler söz konusu olduğunda, Marx'ın Paris komünü üzerine yazdığı makalenin sonunda belirttiği gibi, “tarih, rahiplerinin tüm dualarının onları kurtarmaya yaramayacağı o ebedi boyunduruğa çoktan çivilemiştir.”

            Sol haklıdır ve sağ haksızdır. Söylemler doğaları gereği ikirciklilik ve çokluk ile karakterize edilirler ve her ikisi de eleştirinin yokluğunda kaybolurlar. Bu iddiayı göz önünde bulundurarak, Walter Benjamin ile birlikte, mevcut “mülkiyet ilişkileri” statükosunu faşist bir toplumun temeli olarak görmeyen her türlü söylemi “sağ” olarak tanımlıyorum. İranlı Marksist düşünür Ali Şeriati'nin işaret ettiği gibi: “Mesele şu ki, ister özel ister toplumsal (müşterek/ortak) biçimiyle olsun, mülkiyet [toplumsal düzenin] tek temelidir.”

            Bu nedenle, tarihte her zaman iki temelin var olduğuna inanıyorum; kaynakların, araçların ve tüketim mallarının herkes tarafından erişilebilir olduğu dönem ve ikincisi, metaların tekelleştirildiği dönem. “Sosyal” temelde maddi kaynaklar (manevi kaynaklar gibi) herkes tarafından kullanılabilir. “Sınıfsal” temelde ise kaynaklar tekelleşmiştir ve bunun sonucunda toplum kutuplaşmıştır. Kutuplaştıktan sonra, iki kutup arasındaki ilişki de değişecektir.

“Diyelim ki dün bir köleydim ve bir efendi bana sahipti. Ve bugün bir serfim ve aynı efendi üzerimde; yarın bir çiftçi olacağım ve yine aynı adam bana patronluk taslıyor. Hangisi değişti, alttaki mi üstteki mi? Açıkçası üst kısım. Ancak ne zaman altta bir değişiklik olsa, ilişkilerimizde olduğu kadar sınıfsal statülerimizde de eşzamanlı bir değişiklik olur. Bu hiçbir şekilde statükoyu ve mevcut kutupların özelliklerini koruyan yüzeysel bir değişim değildir, aksine köklü bir değişimdir.”

Gelenek, ister dinden isterse belli bir zaman dilimindeki toplumsal pratiklerden kaynaklansın, kapitalizmi analiz edecek silahlara sahip değildir. Eğer Arap kitlelerinin entelektüelleri ve halkın kendisi, Batılı meslektaşları tarafından desteklenen feodal egemen sınıfların askeri ve kültürel saldırıları karşısında kültürel kimliklerinden ve dinlerinden bir şeyler korumak zorundaysa, duruma tarafsız bir gözle bakmaları ve dünyanın diğer bölgelerindeki muhalif gruplar tarafından uygulanan sol eğilimli söylemlerden öğrenerek sosyal düzeni inceleme araçlarını edinmeleri zorunludur. Bu küreselleşmenin antitezidir. Tehlikeli derecede baskıcı bir düzenin unsurlarını, bu düzenin temelini yok etmek için kullanmak.

            Batı bireyciliği benliği ötekinden koparır. Tüm metafizik, ötekisi olmayan bir benliğin varlığını kanıtlamaya yöneliktir. İdeoloji, ötekinin açlığını benliğin oburluğuna bağlayan yaşam çizgisini gizlemek için kullanılır. Sonuç olarak, batı demokrasisi bir sahtekarlıktır çünkü mülkiyet ilişkileri söz konusu olduğunda temel değişiklikler yapmadan cinsel özgürlük ve konuşma gibi belirli türden kişisel özgürlükleri tanır. Konuşmakta özgürsünüz ama bu sesinizin duyulacağı anlamına gelmiyor. Mevcut statükoya alternatifler bulma özgürlüğünü gerçekten vermez. Alternatifler yukarıda belirtilenlerdir. Bu demokrasi sahtekarlığı başka ülkelere ihraç edildiğinde sadece yerel halklar arasında tarifsiz acılara ve bölünmelere yol açıyor.

            Walter Benjamin, “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” başlıklı makalesinin sonunda şöyle der: “Komünizm sanatı politikleştirerek yanıt verir.” Öncelikle komünizm faşizme hayatı siyasallaştırarak yanıt verir. Komünizm Marksizm'den daha eskidir. Komünizm, toplumsal varoluşun temeli olarak mülkiyeti ve özel mülkiyeti reddeden bir yaşam biçiminden bahseder. Komünizm, topluluk fikrine yaptığı vurgu nedeniyle özellikle Asyalılar için iyidir. Marksizm, politik ekonominin ve onun sivil toplumla ilişkisinin bir yorumudur. Benim direnişe bakışım, direnişin ölümcül üçlüye - kapitalizm, ataerkillik ve yeni sömürgecilik - meydan okuması gerektiğidir. Bağlantılar çok açık. Kapitalizm, varlığı üçüncü dünya halklarının ve işçi sınıflarının emeğine dayandırılabilecek erkek egemen bir dünyada gelişmektedir. Bu genellemeler basit gibi görünse de, batı uygarlığını gerçek kılan şeyin sömürgecilik (ya da yeni-sömürgecilik) olduğunu gözden kaçırmak mümkün değildir.

            1979 yılında Ali Şeriati, Makineciliğin Esaretindeki Makine adlı kitabında şöyle diyordu: “İnsanlık tarihinde daha önce Doğu ile Batı arasında hiç bu kadar büyük bir mesafe olmamıştı. Bu ölçülemez ve benzeri görülmemiş uçurum her geçen gün o kadar genişliyor ki, 2000 yılına gelindiğinde bir Avrupalının geliri %100 artarken, bir Doğulununki %3 gibi cüzi bir oranda artacak.” Dolar ve onun muadili Euro, üçüncü dünyada kendi mantıksal kurbanlarını yaratmaktadır. “Batı” kavramı mağduriyetin ideolojik temelini oluşturmaktadır. Bu, Doğu’nun yerel kültürlerine temelde aykırı olan bir yaşam biçimini empoze etme arzusundan kaynaklanmaktadır. Şeriati bunu teknolojinin kendi içinde bir amaç olduğu "makinecilik" olarak adlandırıyor. “Makineleşme, Batılı insanın çok iyi bildiği bir deneyimdir. Aynı hataları Doğu’da tekrarlamamalıyız. Fanon’un inandığı gibi, Afrika ve Asya'dan ikinci bir Avrupa yaratmaya çalışmamalıyız; tıpkı Amerika’nın yaratıldığı gibi. Amerika'da hem makine hem de makinecilik var. Afrika'dan üçüncü bir Amerika ve Asya'dan dördüncü bir Avrupa yapmak ideal midir? İki Amerika daha mı yaratmak istiyoruz? Hangi özgürlükçü böyle bir ideali beslemekten hoşlanır?” Bu mekanizmanın temelinde özel mülkiyet ve hayali güvenlik ihtiyacı yatmaktadır. Batı’nın güvensizliği, yüzyıllardır baskı altında tutulan alanlardan duyulan korkudan kaynaklanmaktadır. Ötekinin benliği yanılsamalarından soyutlayabileceği neredeyse gerçek bir tehlikedir. Benliğin yalıtılmış bilincinde bu yanılsamalara duyulan ihtiyaç. Lübnanlı şair Adonis'in de belirttiği gibi: “Ötekinin bilinci, Arap-İslami Doğu ile Avrupalı-Amerikalı Batı arasındaki karşıtlığın entelektüel ya da şiirsel bir nitelik taşımadığını, siyasi ve ideolojik olduğunu, aslen Batı emperyalizminin bir sonucu olduğunu fark etmemizi gerektirir... Batı, herhangi bir Arap çöküşünden daha çökmüş birçok ‘Bat’ içerir ve Arap Doğu, bu Batıların en gelişmişlerinden daha gelişmiş birçok ‘Doğu’ya sahiptir.” Adonis'in de belirttiği gibi bu, ‘bir toplumun ilerlemesinin yalnızca ekonomik ve sosyal yenilenme ile değil, daha temelde insanın kendisinin özgürleşmesi ve sosyo-ekonomik yapının altında ve ötesinde bastırılmış unsurların özgürleşmesi ile temsil edildiği anlamına gelir; öyle ki en özgür ve en duyarlı haliyle insan hem eksen hem de amaç haline gelir.”

            Adonis'in bahsettiği özgürleşme ancak muhalefet yoluyla gerçekleşebilir. Muhalif sürgündedir ama sürekli geri dönen biridir. Sürgünde ölen Iraklı komünist şair El-Beyyati’nin şiirinde olduğu gibi, sürgün başka yerlerde ve başka topraklarda yeniden doğar. O bir sanatçı ve devrimcidir. Birinci dünyanın üçüncü dünya mekânlarında ve üçüncü dünyanın işçi sınıfları arasında yaşar.

            “Cehennemin kapısında Picasso ve Madridli gitarist duruyordu.

Tiyatro kraliçeleri için perdeyi kaldırdı,

Palyaçoya bekaretini geri verdi,

Başka bir dirilişe kadar silahları ve tohumları toprağa sakladı.

Sürgünde bir kafede öldü, gözleri uzak ülkesine çevrilmişti,

Duman bulutlarının ve gazetenin arasından bakarken,

Elleri havada geziniyor

Silahları ve tohumları işaret eden gizemli bir işaret.

Madridli gitarist

Yeniden doğabilmek için öldü,

Başka şehirlerin güneşleri altında ve farklı maskeler içinde,

Ritmin ve rengin krallığını arayın,

Ve bir şiiri harekete geçiren özü için,

İnanç ve Yeniden Doğuş çağlarının devrimlerini yaşayın,

Beklemek, savaşmak, mevsimlerle birlikte göç etmek,

İşkence eden ışıktan bir taç giyenlerle birlikte toprak anaya dönmek,

Muhalifler ve yaratıcı şehirlerin kurucuları

Ritim ve renk denizinin dibinde (215).”

Şiirin ardındaki fikir, baskı ve zalimler olduğu sürece devrimin ve devrimcilerin dünyaya geleceğidir. Sürgün ve dönüş devrimci estetiğin temelidir. Filistin ve Irak’ın kurtuluşu, üçüncü dünyanın, işçi sınıfının kurtuluşuyla ve kapitalist bir devletin ve onun ataerkil zihniyetinin nihai olarak yıkılmasıyla bağlantılıdır.

 

Çevirenin notu:

Uzun yıllar önce, ABD’nin Irak’ı işgal ettiği dönemlerde kaleme alınan bu yazı, birçok açıdan geçerliliğini hâlâ koruduğu için, olduğu şekilde bırakılmıştır. Metinde geçen George Bush, George Bush Jr. ve Tony Blair referansları yazının yazıldığı dönemin siyasi aktörlerini kast etmektedir, ancak bugün ile benzerlikler bulunması mümkündür.

Bu haber toplam 2002 defa okunmuştur
Gaile 505. Sayısı

Gaile 505. Sayısı