
Denizde karartı var, bu giden Sırrı mıdır?
Sırrı Süreyya gibi dopdolu adamları anlatmak kolay iş değildir ve de onların yaptıklarının etkileri “bu fani dünyadan” göç etmeleri ile sınırlı da değildir.
Burak Karataş
burak.karatas.729@gmail.com
Yine süreçlerden bir süreç yaşıyorduk… Her zaman öyle olurdu. Millet olarak Hoca Nasreddin’e çok benzeriz (üstelik bu hoca milletimizin sevdiği cinsten bir ‘din alimi’ de değildir!): Eşeğimizi evvela kaybeder, sonra da “nereye gitti yahu bu mendebur?” yollu aramaya koyuluruz.
Aramaya yollananlar da hep aynı isimler olurlar ha… Orada da hiç kimse elini taşın altına koymak istemez. Çünkü bu memlekette, ellerin taşın altında ezilmesi tehlikesi her daim bakidir. O nedenle mezarlıklar, ömrünü barışa adayan, mücadeleci ve çelebi insanlarla dolup taşmıştır. Kaçıncı yüzyıla kaçarsan kaç, böyledir bu… Bitmek bilmeyen bir barış arayışı ve bulamayışı…
İlginçtir, bu kez bu arayışın başı sonu pek belirgin göründü. “Yok yahu, yapmaz, yapamaz” denilenler de cesur kararlar ve tavırlar alarak ellerini taşın altına koydular, bu sayede beylik deyimle “birlikten kuvvet doğdu” ve de kimsenin eli taşın altında ezilmedi.
Bizler, şimdi zamanla birilerinin barbarları beklediğine nazire edercesine barışı bekliyor ve istiyoruz tüm halklar için ama… Bunu istemeyenler de var tabii. Sırrı Süreyya ne demişti? “Barış kavramı düşlerine bile girdiğinde, ‘hafazanallah, şeytan vesvese sokmuştur!’ diye celallenen bir güruh vardı” demişti.
Ben bugün size onları anlatmayacağım. Ben bugün size, sadece elini değil, gövdesini taşın altına koymaktan çekinmeyen bir barış güvercinini anlatacağım. “Normal bir memlekette” yaşasa çok büyük bir rejisör, senarist, yazı adamı ve sanatçı olabileceği halde, bu coğrafyada aykırı bir adam olarak doğduğu için, annesi Nurcu, babası Türkiye İşçi Partili olduğu için eziyet üzerine eziyet gören, hayatını hapishanelerde ve işkencehanelerde geçiren, giderken de hepimizden bir parça alan, her birimize de başımıza taş atılırsa sığınmamız için bir barış anıtı bırakan Sırrı Süreyya Önder’i anlatacağım. Tövbe, “anlatmak” ne kelime, anlatmaya çalışacağım.
Herkese değil ama… Stendhal, “to the happy few” der… Anlayana…
BİR İHTİMAL DAHA VAR (MI?)
Sırrı Süreyya Önder. Aç parantez, 7 Temmuz 1962 tarihinde Adıyaman’da doğdu. Çek çizgiyi, 3 Mayıs 2025 günü, İstanbul’da vefat etti. Merhum Ferhan Şensoy’un deyimiyle, “kapatma ulan, bırak, açık kalsın parantez!”
Çünkü Sırrı Süreyya gibi dopdolu adamları anlatmak kolay iş değildir ve de onların yaptıklarının etkileri “bu fani dünyadan” göç etmeleri ile sınırlı da değildir. Sonradan, hep sonradan görürsünüz etkilerini. Bunu “herkesi çok etkiledi, aman faşistler de ‘insan Sırrı’yı ne severlerdi” gibi bir yerden söylemiyorum. Bu tiplerin herhangi bir insana, insanı bırakın, herhangi bir şeye sevgi duyabileceklerini zannetmiyorum. (“Ayrıştırmayın” diyorlar… Bunlarla tabii ki ayrışacağız.) Nitekim “yaptılar yine yapacaklarını” ama bu kez sert kayaya tosladılar: Bir halk çocuğu vefat etmişti, tüm halklar ona sahip çıktılar, arkasından gözyaşı döktüler. Bu ilk sert kaya. İkincisi de şudur ki Sırrı Süreyya’nın “ölürsem gözüm arkada gitmeyeyim” diye göğsünü gere gere konuşabileceği bir kızı vardı. Ne mutlu ona…
Sahi, ne şanslı adamdı… “Gevende” derler, basbayağı Türkmen’dir yani. Ayrıca Sünni Müslümandır… Sırrı Süreyya, Kürtlerin vekili, Türklerin tebessümü, Müslümanların gür sesi, ezilenlerin gülümsemesi olmayı başarmıştı. Kaçımız kendinde bu kadar çok insanı toparlayabildik ki? Nitekim cenaze töreni de bunu yansıtmadı mı? “Nitekim” dedim de, aklıma geldi: Türkiye’yi mutlak irade ile yönettiği üç sene boyunca “sistematik işkence” uygulanmasına müsaade eden, tövbe, bunu teşvik eden bir diktatör vardı, ismini tam olarak hatırlamıyorum şimdi… Onun cenaze töreni nasıl olmuştu?
Sırrı Süreyya ile teşerrüf etmek nasip olmadı. İsterdik tabii… Ortak bir dostumuza söylediğim gibi, bu diktatörler de çok uzun yaşıyorlar! İnanır mısınız, sağlık sorunları falan da olmuyor. Onları genelde genç yaşta hapse atılan, işkenceler gören halk çocukları yaşarlar. Yine de inandıklarından vazgeçmezler. Bu yük, Sırrı Süreyya’yı daha “epik” bir yere itti, orası öyle ama o da bunu layıkıyla kaldırmayı bildi. Olanca iyi niyetiyle, olanca çabasıyla, olanca dervişliğiyle…
Gerçi o, bu çabayı hep bir “kendi kuyruğunu kovalamaca” olarak gördü. Birilerinin bizi birbirimize düşürerek vakit kaybetmemizi, insanımızı, enerjimizi kaybetmemizi istediğini bilecek kadar akıllı bir adamdı.
“Humor” sahibiydi. Vicdan, merhamet sahibiydi. (Pek çok insanda bulunmaz.) Bizim memleketi temsil etmesi için birini seçecek olsak, belki herkesin “eyvallah” diyeceği tek adamdı…
Türkü severdi, müzik severdi, sinema severdi yahu… Bu memlekette ömründe tek bir kitabın tek bir sayfasını açmayan binlerce kişi yaşıyor, fakat bir Sırrı Süreyya sığmadı! Bizim buralara birkaç gömlek büyük gelmişti…
ALLI TURNAM BİZİM ELE VARIRSAN…
Kendini “Molla Kasım” zanneden bazı densizler yine peydah oldular ya, ben çok dinle imanla içli dışlı bir adam değilim ama Sırrı Süreyya bunların ağzının payını iyi vermişti. Yazalım! Sadece onlar için değil, camiye gitmek isteyen ama bir ibadethanede nasıl davranacağını bilemeyen “yurdum insanı” için de ilaç gibi gelebilir:
“Cenaze namazı,” diyor Sırrı Süreyya, “inananlar için gidene yapılması farz olan bir görevdir. Ve fakat yeryüzünde bir kişi bile bu vecibeyi yerine getirirse, insanlığın kalanından bu borç kalkmış olur.”
Gıyabında falan da kılabiliyorsunuz. (Laf aramızda, dua etseniz de olur, hatta içinizden yürek dolusu bir sesle, “ne içli adammış yahu” derseniz bence daha makbule geçer!) Evinizde de mümkünmüş.
Şöyle: Evvela abdestinizi alacaksınız. Sonra da kıbleye döneceksiniz.
Allah için namaza, meyyit için duaya durup er kişi niyetine diye niyetinizi beyan edin. (İçinizden geçirseniz de oluyormuş.)
“Allah-u Ekber” diyerek birinci tekbiri getirin ve ellerinizi bağlayın.
“Sübhaneke” duasını (ve celle senaük) kısmıyla beraber okuyun.
İkinci tekbiri alın ve “Allahümme Salli” ve “Allahümme Bârik” dualarını okuyun.
Üçüncü tekbiri alın ve cenaze duası ya da Fatiha’yı okuyun. (Kunut duası da olur, diyor Sırrı Süreyya…)
Dördüncü tekbiri alın. “Es selâmu aleyküm ve rahmet’ullah” diyerek sağa ve sola selam verin.
İşte bu kadar. Bilmeyenler için internette bu duaların hepsi var. Allah kabul etsin. Sizlerin de geçmişlerinize rahmet olsun. Amin…
***
Ekliyor: “Bu ibadetinizi daha da şereflendirmek isterseniz eğer bildiğiniz bir duayı da ekleyerek, bu duadan hasıl olacak sevabı Hatice annemize de hediye edin ki o İslamın Resulullah (s.a.s)'la beraber ilk namazını eda eden şahsiyettir fakat cenaze namazı kılınmamıştır.”
Lafı bağlayalım ve telifimizi de kurtaralım: “Bütün vakitsiz gidenlerden” olan Sırrı Süreyya, bedeni yüreğine dar geldiğinden olsa gerek, barışın son mührü için Karadeniz’e gidemedi.
Fakat onun gidişi, barışın şafağına denk geldi ki bu bin yılda bir olacak iştir.
Yine de işimiz kolay değil. Diyelim ki örgüt silah bıraktı, her şey usulüne uygun yapıldı, devlet de demokratikleşme adımlarını atmaya başladı… İş orada bitmiyor ki! Bizlerin Sırrı Süreyya’nın ardından kalan anıta saygı göstermek için evvela bu barışın kıymetini bilmemiz, bu fidana sahip çıkmamız, onu yeşertmemiz, hastalıklardan korumamız, dört gözle kollamamız, değerini unutmamız, bu uğurda yaşananları ve yitirilenleri hayırla yad etmemiz, birbirimize sahip çıkmamız lazım.
Ve bunları bir Sırrı Süreyya üslubu ile yapmalıyız.
Bunun için bazı notlar çıkardım, sizi onlarla baş başa bırakacağım bir süreliğine… Belki bir faydamız dokunur.
MAYIS BİZDE KARADIR.
Sırrı Abi… Tanışamadık malum ama senin de tanıyıp sevdiğin Eray Özer’in sana yazdığı hastane notlarını görmüşsündür. Ben de bu “abi” lafını hiç sevmememe rağmen oradan ödünç almak zorunda kaldım.
Yok, sana “abi” demeyi yanlış bulduğumdan değil, yanlış anlama beni… Sen “ağaçların” da vekili olmuş adamsın, biz senin acını yaşarken “Cumhuriyet’in ne hayrını gördük” lafını tersinden anlayıp terbiyesizlik edenleri de affedecek kadar büyük bir adamsın üstelik. Herhalde, “ne yani, ağaçların vekiliyiz de odunların vekili değil miyiz?” derdin… Biz o cinsten değiliz. Senin yanında biz hep daha yaşlı kaldık. Daha durgun, daha yorgun, daha suskun… O yüzden hepimizden önce çekip gitmedin mi sanki?
Ondan ters geliyor… Edebiyat seversin, bilirim. Büyük şair Thomas Stearns Eliot öyle demişti, ondan “serlevhayı” öyle seçtim naçizane: “April is the cruellest month”... Nisan, en zalim aydır.
Bizim için de mayıs öyledir. Her cenahın, her görüşten insanın acı yaşamak için bir nedeni bulunur bu güzelim ayda. İsteyen Menderes, Zorlu ve Polatkan için üzülür, isteyen 3 Mayıs’ta Milli Şef emriyle tabutluklara atılan ve tırnakları söktürülen milliyetçilere… Arzu edilirse 27-28 Nisan Olayları’nı da dahil edelim, 27 Mayıs gayretkeşliğiyle Turan Emeksiz’e üzülenler dışarıda kalmasınlar.
Şimdi bir neden daha çıktı ortaya. Keşke çıkmasa, yaşanmasaydı da ben de başka konulardan söz açabilseydim. Belki de CHP’yi falan yazardım, az biraz da olsa gülebilirdik.
Öyle olmadı çünkü sen vefat ettin. (“Öldü” diyorlar, bu nezaket yoksunları ölmeyeceklerini, hep yaşayacaklarını falan mı zannediyorlar abi? Acaba biz gideceğiz de onlar hep sapasağlam buralarda cirit mi atacaklar?)
Demin de dediğim gibi: Türkiye daha düzgün bir memleket olsaydı, kendi istediği işe odaklanacak, büyük bir sanatçı, bir sinema adamı, bir rejisör, bir senarist olacaktın. Tıpkı Mehmed Uzun’un da, Muhsin Kızılkaya’nın da öyle olacağı gibi. (Dostun Volkan Konak’ın arkasından yazdığın o güzelim yazıyı okuyunca hakkında telaşlanmıştım, meğer içime doğmuş… Maalesef içime hep kötü şeyler doğuyor Sırrı Abi.)
Tıpkı “Beynelminel” filmi gibi nice kaliteli filmler üretecek, 12 Eylül’ün zalim işkencecilerinden bu sayede, sanat yoluyla hesap sormuş olacak, hem kendini hem yaşadığı acıları ölümsüzleştirmiş, ayrıca o acılar üzerinden ticaret yapan Kızılçam ekibine de hak ettiği yanıtı vermiş olacaktın…
Öyle olmadı çünkü Türkiye, annesi Sünni olan, Nurcu olan bir Adıyamanlı Türkmen çocuğuna babası solcu olduğu için ufacık yaşında eziyetlerin yapılabildiği bir ülkedir. Ayrıcalıklı olma hâli de bir yere kadar — Sen bundan hiç faydalanamadın, istemedin de.
O yüzden herkes sağlığına duacı oldu, pek çok cenahtan insan sana dua etti, arkasından hastaneye gitti, pankartlar astı, kumanya dağıttı, birbirine tutundu, hiçbir şey yapamasa da ağladı. Cenazenin kalktığı Levent’teki camiye şöyle bir bakacaktın ki…
Senin arzun da buydu zannederim.
Bu nedenle bu cenaze töreni Türkiye için de apayrı bir iftihar vesilesi oldu, bakın, biz o kadar da geri değiliz, ömrünü bizim için adayanlara saygı duruşunda bulunuyoruz, vefa gösteriyoruz, bu kelime sadece İstanbul’da bir semt adı değildir falan… Umursuyorsan tabii. “Oralarda” durum nedir, bilemeyeceğim. Tek bildiğim şu ki artık aklıma mayıs denilince sadece Engin Abi’nin (onunla da atışmıştınız ama sonra arayı toplamışsınızdır herhalde, diğer dostlarınla da öyle şeyler yaşamadın mı abi?) ya da Menderes’in ve arkadaşlarının vefatı gelmeyecek. Portofino şarkısı, çakal eriği, asker postalı, Hayat Mecmuası, tramvay abonmanı, Beşiktaş’ın Çarşı çetesi, Mekteb-i Sultani lisesi, Çağlayan Yayınevi de gelmeyecek.
Bunlara bir yenisi daha eklendi: Hayatını barışa adayan pos bıyıklı kara kuru bir devrimci... Seni bu yola itenler ne büyük kaybettiler yahu, dünya çok ama çok büyük bir adam, bir barış emekçisi kazandı. Şimdi dövünseler ne fayda…
Bizim vazifemiz, senin yaptığın gibi, emanete sahip çıkmak ve mezarına binlerce, on binlerce, yüz binlerce gözyaşı ve kırmızı karanfil olarak konmaktır.
Ve “the rest is silence” demek tabii, “geriye kalan sessizliktir”. Dostlarımızın sessizliği...
***
Hastaneye kaldırıldığın haberinin geldiği o kara gece, “gitme, gün akşamlıdır, barış gelsin de elbet biz de gideriz” yazmışım.
Her zamanki gibi bizi dinlemedin. Dostlarını, seni sevenleri dinlemeyip siyasetle uğraştığın, hastalığın ilerlediği halde enseyi karartmadığın günlerde yaptığın gibi…
Bizim için çabalıyordun ama kimilerimiz bunu fark etmiyordu. Herhalde insanı en çok da bu üzer. İyi şeyler yaparsın ama kimse değinmez. Sonra “gidince” çok bahsederler, ağlarlar. Hayattayken niye sustunuz diyesi gelir insanın… Belki de onun için suskunlukların en iyisi, cenaze namazı esnasındaki suskunluktur. Ömrün boyunca konuşmuş, şakalaşmışsındır; şimdi sükut vakti erdi diye düşünürsün… Eh, insansın ya, kendini de düşünürsün tabii, saçlar da beyazladı, acaba sıra bize de mi geliyor?
“Sistemi” bilemeyeceğim tabii ama genelde en olmayacak olanlar en önde gidiyorlar. Allah’ın ya da doğanın hikmeti, meşrebinize göre seçiniz.
Şimdi gel de lügat parçala bakalım… (İstediler abi, hepsi de değerli insanlar, n’eylersin?) Fakat… Seninki kadar güzel olmaz. Şaka yapalım… O da seninki kadar komik, tatlı, cana yakın… Vallahi olmaz. Ondan denemedim.
Biraz da dertleşelim: Yahu ne severmişim seni... Şimdi gördüm de aklıma geldi sanki. İnsan, ister kedi olsun ister baba ister Sırrı Süreyya, kaybedince anlıyor sevdiğinin değerini. Bu nedenle, senin seveceğin gibi diyeyim, “vallahi billahi” insan olmamak lazım sevgili abiciğim. Hem bak, öyle olmadan da yaşayanlar var. Senin ardından şu sapıtanlara baksana... Gerçi sen olsan, bıyık altından olmasa da gülümser (hep öyle gülerdin) ve “benden yana hakları varsa, helal olsun...” derdin.
Şimdi bu fakir seni yazıyor ya, bir yandan da durup düşünmekte… “Acaba” diyor, “bizi de bir yazan olur mu?” Hani Woody Allen’ın bir filmi vardır, Radyo Günleri diye, işte o filmde bir de meşhur radyo skeci oyuncusu vardı, kısa boylu kel bir adam… Maskeli Süvari namıyla marufmuş! (Eskiden, ellilerde falan, çok meşhurdu bu oyunlar. Zamanla unutuldular. Şimdi Selçuk Kaskan desem, kim hatırlar? Bu memlekette bir kuşaktan ötekine ne aktarılıyor ki bunlar aktarılsın canım abiciğim?) Orada geçiyor işte… Filmin bir yerinde, Süvari ve arkadaşları katıldıkları balo salonunun çatı katına çıkıyorlar, kapı kilitlenince orada kapana kısılmış oluyorlar. Dışarıda da hava buz gibi, 1944 yılbaşıdır, harp var ama eğlenceden ödün veren yok maşallah! Kendi aralarında söyleşiyorlar, nasıl kurtulacağız da baloya kaldığımız yerden devam edeceğiz yollu… O esnada havai fişekler patlamaktadır, yeni yıla bu vaziyette girerlerken bizim Süvari soruyor: “Acaba bir gün bizi de hatırlayan çıkar mı?”
Kendimden bahsediyorum sanma, öyle bir hadsizlik yapmam da, lafı şuraya getireceğim: Bak, ben şimdi seni hatırlıyorum. Lakin gün gelecek, o görüntü de yavaş yavaş, nasıl derler, “kaybolacak”.
İnsan olmanın en kötü yanı bu işte… Sevdiğin bile gün gelince uçup gidiyor… O halde? Ne kaldı geriye, “bir zevk-i tahattur” falan mı?
Ona da engel oluyorlar. Yine de çabalıyoruz. Galiba o sebeple, senin gibi mücadele ederken değil de, ittire kaktıra mevcudu sürüklemeye çalışırken “gideceğiz”. Ne diyelim, değer inşallah… Oysa ölümle insan iç içedir, bir bütünün iki parçası gibi. (Edebiyat yapmıyorum.) Ölüm tabiidir, olması gerekendir. İlla bir şeye sevinilecekse ölüme sevinmek gerekir. Kalanların gülmesi gidene, ağlaması kendilerinedir.
Ben demiyorum, Muhyiddin İbnü’l-Arabi Hazretleri söylüyorlar. Herhalde sen de bilirdin, işin kötüsü, tıpkı benim gibi, severdin de.
Peki ya biz ne yapalım şimdi? Özür dilerim ama soramadan edemiyorum abi: Niye hep iyi insanlar gidiyorlar? Biz bu dünyaya sevdiklerimizi gömmeye mi geldik? Bu ne menem bir çiledir?
Bilelim hangi suyun sakası olduğumuzu ya Rabbelalemin, tütmesi gereken ocak nerede?
***
Benden bu kadar. Yeniden görüşene kadar… Eyvallah.
