1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Değişen Dünya, Dönüşen Zihin: Bugünün Şiiri Bize Ne Söyler?
Değişen Dünya, Dönüşen Zihin: Bugünün Şiiri Bize Ne Söyler?

Değişen Dünya, Dönüşen Zihin: Bugünün Şiiri Bize Ne Söyler?

Şiir bugün, pek çok şair kadın için, toplumun içinde dolaşan eril iktidar mekanizmasının karşısında bir ‘varlık mekânı’ olarak belirmekte.

A+A-

 

Emel Kaya
emel_kaya@hotmail.com

                                                                                 

21 Mart Dünya Şiir Günü’nü selamlayarak…

Rollo May (1), yaratıcı edimde dikkatimizi çeken ilk şeyin bir ‘karşılaşma’ olduğundan bahseder. Sanatçı, ‘karşılaştığı şey’e bakar, onu şu ya da bu açıdan gözler, onun içine emildiğini, yutulduğunu hisseder. Bu emilme ve yutulma, karşılaşılanın tecrübe edilmesi anlamına da gelir ve sanatçının bununla başedebilmesi, içine fırlatıldığı atmosferi kavrayabilmesi, ona hâkim olabilmesi gerekir. Yaratıcılık, yani ‘yapma, varlığı ortaya çıkarma’ süreci bundan sonra başlar. Sanatçı, karşılaştığını ve deneyimlediğini yapacak/aktaracak/sezdirecek kendine özgü bir yol bulmak zorundadır. Kendine özgülük, hem sanatçının, hem deneyiminin biricikliğine vurgu yapar. 

Şairin karşılaştığını aktarım/sezdirim alanı dildir. Nesnel dünyayla anlağımız arasındaki etkileşim, gidimlilik, dilin içinden kurulmuştur. Her karşılaşmada şair, sezdireceği atmosfere ve dile hâkimiyeti ile sınanır. Bu, şairin her karşılaşmada dile kafa yormak, dili yeniden kurmakla yükümlü olduğu anlamına gelir.

Şu durumda, şair ve şiir üzerine konuşacaksak, öncelikle dil ve dili etkileyen, şekillendiren unsurlar üzerine konuşmaya başlarız. Bugünkü şiiri ve şairini söz konusu ediyorsak, bugünün dilini ve dili kullanan bireyi anlamamız gerekir. Bugünün bireyi, modern dünyanın kendisine dayattığı yaşama modelleri gereği, her ne kadar başlı başına bir ‘bütün’ gibi görünüyor veya sunuluyor olsa da, esasen, bütünlük algısını ve kendi varoluşuna ulaşabileceği ipuçlarını yitirmiş, parçalanmışlık ve tamamlanamamışlık içinde debelenen bireydir. Dışarıdan dayatılan ‘tamlık’ algısıyla içindeki eksiklik arasındaki boşluktan aşağıya durmaksızın yuvarlanan bu birey ölçüsüz, aç (bir türlü tatmin olamamış), dağınık, savurgan, agresif ve yalnızdır. Aynı zamanda, kentlere hapsedilmiş, bir parçası olarak anlamını bulduğu doğayla ilişkileri asgari düzeye indirilmiştir. Şu durumda, ya sürekli obsesif bir sorgulama halindedir ya da körü körüne bağlılıkla işleri yürütmektedir. Her iki durum da bireyi, uçlara doğru taşır ve ortalama bir gerilimi hem üretir hem de bunun devamlılığını sağlar. Bugünün şiirinde söyleyen/eyleyen birey, her açıdan kendiyle ve yaşadığı dünyayla gerilim/çatışma halinde olan bu bireydir.

O halde, ‘birey’ bundan 30-40 yıl öncesiyle kıyaslandığında, ciddi bir ‘değişim’ ile karşı karşıyadır. Değişim için, olumlu yahut olumsuz yönde bir evrilme, diyebiliriz. Değişim kavramı; tarif edilmiş, bilinen, bilindiği için görece güvenli, net bir durumdan, henüz tarife muhtaç, bilinmeyen, ucu bucağı kestirilemeyen, ne vaat ettiği müphem, görece güvensiz ve bulanık bir duruma geçiş sürecini ifade eder. Öyleyse “değişim”in bir süreç olarak da değerlendirilmesi gerek. Süreç tamamlandığında değişim de tamamlanmış, değişimin öngördükleri meyvelerini vermeye başlamıştır. İster olumlu, ister olumsuz yönde olsun, değişimin tedirginlik ve kaygı üretici bir yanı mevcut. Bir süreliğine kontrolü kaybetme (bu bazen çok iyidir), ne olup bittiğini kavrama, birtakım öngörülerde bulunma, yeni baştan tanımlama ve konumlandırma, yıkma-yapma sürecini de imlediğinden, değişimin heyecan verici, damar açıcı, yaratma sürecini tetikleyici yanını da yedeğimize alalım.  

Edebiyatın/sanatın “şahsî ve muhterem” olduğunu öne sürsek bile, sanatçının bir toplum içerisinde yaşıyor olması, toplumun geçirdiği tüm siyasi ve sosyal değişimlerden etkilenmeyi beraberinde getirir. Absürt edebiyatın ortaya çıkışının II. Dünya Savaşı yıllarına denk gelmesi, bir tesadüf değildir. Çeşitli ülkelerden milyonlarca insanın ölümüne ve trajedisine tanıklık edilen bu yıllarda, ‘varoluş’, ‘hiçlik’ ve ‘saçma’ kavramlarını merkezine alan bu akım, Başkaldırı Edebiyatı’nın da temelini oluşturacaktır. Türkiye’de ibrenin Doğu medeniyetinden Batı medeniyetine çevrilme süreci olarak da değerlendirebileceğimiz Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminde yaşanan toplumsal ve siyasi değişim, önce Recaizade, Ahmet Mithat Efendi gibi yazarların eserlerinde Batı özentili tiplerin eleştirisi ile karşımıza çıkacak; sonra Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi, Refik Halid Karay gibi yazarların eserlerinde Doğu medeniyetinden yana olanların eleştiri ve hezimetinin anlatıldığı romanlarla devam edecek; Tanpınar’ın Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi romanlarında bir arayışa dönüşecek; hem toplumsal/siyasi yaşamda hem de edebiyatta bugüne kadar süregelecek varoluşsal bir tartışmanın zeminini hazırlayacaktır. Siyasi darbelerin edebiyatta daha kapalı ve imgesel bir dil arayışını beraberinde getirdiğini biliyoruz. 2000’lerin başından itibaren Türkiye’de başlayan siyasi/toplumsal değişim ile son yıllarda Türkiye’nin içinde ve yakın coğrafyasında yaşanan savaşların, edebiyatta özellikle ironi üzerinden gelişen, yer yer sertleşen bir sistem eleştirisini öncelemekte olduğunu görüyoruz. Bu eleştiri sadece tematik/biçemsel bağlamda değil, zaman zaman dilsel alanda da sözdizimine aykırı kullanımlar, sözcük bozmaları, yazım kurallarının manipüle edilmesi ile dikkat çekiyor. Edebiyat, siyasi/toplumsal değişimin neden ve sonuçlarının birey/ler üzerinden somutlanıp sorgulandığı, irdelendiği, dolayısıyla birey odağından toplumsal bilinçaltının yüzeye çıkarıldığı bir çeşit kazı sahası durumunda.  O halde söz konusu değişimlerin, edebiyatı hem tematik, hem dilsel, hem de biçemsel açıdan etkilediğini, hatta edebiyata şekil verdiğini söyleyebiliriz.

Artık, “‘Aranızdayım’, diyorum ‘Lan Müdür!’ / Öyle rahatta beklemeyin beni!” vb. dizelerin; “Babanın Seni Cumaya Gönderdiği Vakitler Sana Çarpan Dünya”, “%49.50000000000” ya da içinde bulunulan toplumsal/siyasal kısırdöngüyü şah damarından yakalayan “Aydemir Gürsoy’un ayağı kangren olan tavuğuna protez bacak taktırması” vb. başlıklı şiirlerin; “Aşağıdan Seveceğim Ülkeyi” vb. isimli şiir kitaplarının yazılıp yayımlandığı yıllardayız. Toplumsal dünyayı hâkim ideoloji ve onun söylemi üzerinden yorumlamayı reddeden, hâkim ideolojinin görmezden geldiği, es geçtiği, üstünü kapattığı ya da daha küçük ölçekte sunduğu konulara büyüteçlerle bakmaya, büyük puntolarla öne çıkardıklarının içini boşaltmaya ve bunları dile getirebilmek için de söylemini karşıt zeminde üretmeye girişen şiirler toplamı dikkat çekiyor bugün.

Kıbrıs’ta, 74 öncesinde çoğaltılan milliyetçi/militarist söylemin, tam da Türkiye’deki darbe dönemine denk gelecek şekilde, 80’li yıllarda antimilitarist bir söylemle yerinden edilmesi, modern şiir adına büyük bir alan açar. Yaşanan çatışma ve göçlerin ontolojik sarsıntıları, 2000’lerin başına kadar şiirde kendini çokça hissettirir. Son 10 yıldır şiirler yazıp yayımlamaya başlayan Kıbrıslıtürk şairlerin pek çoğu, toplumsal çatışmaları yaşamamış, ancak etkilerini hissetmeye devam eden bir kuşağın temsilcileridir. 2003’te kuzeyle güney arasında açılan kapılar, toplumsal ve siyasi bir dönüşümün habercisidir. Genç şairler yaşadıkları toprağın tamlığı-eksikliği mevzusu ile somut alanda karşılaşmış, Ada’yı farklı bir tecrübe alanına dönüştürmüş, önceki kuşaklara göre görme ve kavrama biçimlerini çoğaltmış, politik olana karşı dilde yeni bir konumlanmaya girişmiştir.   

Gerçekliğin yeniden üretilmesini sağlayan dil ile gerçekliği kodlama sistemi olan ideoloji arasındaki işleyişin iyice kavranması, hangi gerçekliğin hangi kodlarla üretilmekte olduğunun farkına varılmasıyla birlikte, özellikle kadınların şair özne olarak kendi gerçekliklerini dil üzerinden yeniden üreterek hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta şiirde güçlü bir söylem yakaladıklarının altı mutlaka çizilmeli. Şiir bugün, pek çok şair kadın için, toplumun içinde dolaşan eril iktidar mekanizmasının karşısında bir ‘varlık mekânı’ olarak belirmekte.

Sistemin teknoloji ve medyayla da manipüle ettiği yaşam alanları ile deformasyona uğrattığı mekân algısının karşısında şiir, yukarıda sözünü ettiğimiz ölçüsüz, aç, savurgan, agresif ve yalnız bireyden nasibini almış şair için bir çeşit alan savunması yahut mekânda direniş noktası olmuş durumda.

Tüm bunları bir araya getirdiğinizde, 30 yıl önceki bir söyleme biçiminin bugünkü bireyin toplumsal, siyasi ve iktisadi değişimlerin şekillendirdiği kaotik zihin ve duygu dünyasını yansıtmakta yetersiz ve cılız kalacağı rahatlıkla fark edilebilir. Değişim algısına ulaşmamışsanız, onun karşısında söyleyecek sözünüz yoktur. Değişim, adı üzerinde bir şeylerin eskisi gibi olmayacağını diretir. Bu diretmeye değişimden önce kullandığınız dil ile karşılık vermeye çalışmak akla Don Kişot ile yel değirmenlerini getiriyor. Dilin bir çeşit iktidar olduğunu da hatırlamak gerekir. Her dil, hem belli bir iktidarın dışavurumu, yansıması, hem de kendi iç iktidarının mutlaklaşmasıdır. Dile dönük müdahaleler, ister istemez bir iktidarın çözülmesi, bir ideologyanın parçalanmasıdır.  Değişim karşısında her zaman yeni bir dile / söyleme ihtiyaç olduğu açık. Şiirde bu dilin / söylemin üretilebilmesi için değişimin doğasına daha fazla kafa yormak gerekiyor. Böylelikle şiir, kaotik birey için bir ‘kozmos’, bir ‘varoluş’ alanı açabilir.

Şiirin, ‘varoluş’ ihtimali için bir mekâna dönüştürülmesi, ‘şiirsel’in biçim ve biçemlerinin farklı varoluşlara göre yeniden ele alınmasını ve düzenlenmesini zorunlu kılacaktır. Bu yeniden ele alış, 2000’ler şiirinin heyecan verici ve damar açıcı şiir fraksiyonlarının ortaya çıkışını müjdeler. Sadece tematik/biçemsel bağlamda değil, dilsel alanda da gerek sözdizimi, gerek sözcük kullanımı, gerekse yazım kurallarına çeşitli müdahalelerle metnin ve şiirsel olanın sınırlarının taciz edildiği, hatta yerinden sökülüp yeniden takıldığı, kimileri için ‘fazla ileriye gidilmiş’ denemelerdir bunlar. Şiirin ‘lirik’ alanla olan ilişkisini yeniden sorgulatan bu girişimlerin; sıradağların ardında olanı görme, şiirin derin nefesler alıp vereceği yeni mecraları keşfetme/yoklama ve ‘dağılıp kaybolmuş’ bireye varoluşu için verimli deltalar ima edebilme ihtimalini ciddiye almak gerekir. Çünkü edebiyat ve daha özelde şiir, algılarımızın ve duygularımızın üzerine, Kafka’nın deyimiyle, içimizde dondurulmuş denizi kırmak için bir buz baltası gibi iner, inmelidir!


Kaynakça

1. May, Rollo. Yaratma Cesareti, Metis Yayınları, İstanbul, 2013.

 

 

 

Bu haber toplam 3650 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 450. Sayısı

Gaile 450. Sayısı