
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (19)
Niyazi Kızılyürek: Üniversite ortamının genel havası, Kıbrıs Barış Komitesinde yaptıklarımız ve en önemlisi, hocalarımdan Holger Heide’nin teşvik ve uyarıları Yunanca öğrenmem ve Kıbrıs çalışmam konusunda epeyce etkili oldu
Niyazi Kızılyürek
Üniversite ortamının genel havası, Kıbrıs Barış Komitesinde yaptıklarımız ve en önemlisi, hocalarımdan Holger Heide’nin teşvik ve uyarıları Yunanca öğrenmem ve Kıbrıs çalışmam konusunda epeyce etkili oldu. Ayrıca, Kıbrıs Barış Komitesinin etkinlikleri, Hüseyin ve Christalla ile yaptığımız okumalar ve sonu gelmez tartışmalar beni konuya akademik olarak da angaje olmaya itiyordu. Fakat eğer bu konuda bir dönüm noktasından söz etmek mümkünse, bu, İstanbullu bir Rum olan Zoi ile karşılaşmama rastlar. Bulmacanın son karesinin yerini bulması gibi bir şeyden söz ediyorum: karşımdaki insan İstanbullu bir Rum’du ve Kıbrıs Sorunu ile Türk milliyetçiliğinin mağduruydu. Ben ise Helen milliyetçiliği ve Kıbrıs Sorunu yüzünden dört yaşımda doğduğum evi terk edip mülteci olmuş ve hayatımı hep bir mülteci olarak yaşamıştım. Zoi’den ailesinin hikayesini, 6/7 Eylül 1955 Olaylarında yaşadıklarını dinlerken kafamdaki resim iyice netleşmeye başladı. Ben de Zoi de milliyetçiliğin kurbanlarıydık ve ikimiz de milliyetçiliğin “hakikat rejimleri” içinde büyümüştük. Birbirlerini yaptıkları aynı veya benzer şeylerden ötürü suçlayan ve ayrı ayrı haklı olduklarını haykıran milliyetçi “paradoksun” çocuklarıydık. (Bunun bir paradoks olmadığını, milliyetçilik olgusunun diyalektiğinin değişmez bir kanunu olduğunu ileride öğrenecektim.)
Zoi’nin kaderini “İstanbullu bir Rum” olması belirlemişti. Lozan Anlaşmasıyla Türk-Yunan nüfus mübadelesinden ayrı tutulan ve Türkiye’de azınlık olarak yaşamaları kabul edilen Rumlar Türk ulus devletinin kuruluş sürecinde epeyce acı çekmişlerdi. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarının uygulandığı zamanlarda sokakta Yunanca konuştukları için hakaretlere maruz kalmışlar, meslek yasaklarına tabi tutulmuşlar, II. Dünya Savaşı esnasında çıkarılan Varlık Vergisi yasasıyla mallarına mülklerine el konulmuş, pek çok insan Aşkale’ye sürülmüş ve yol yapımında çalıştırılmıştı. Aralarında ağır angaryaya dayanamayıp ölenler oldu. Daha sonra iyi kötü yaralarını sarmışlar ve özellikle 1950 yılında çok partili düzene geçilince umut vaat eden bir döneme girdiklerini sanmışlardı. Gerçekten de başlarda öyleydi. Menderes hükümeti işbaşı yaptığı zaman azınlıklar derin bir nefes almıştı. Fakat 1950’li yılların ortasında Kıbrıs Sorunu yüzünden tam bir kabus yaşayacaklardı…
1955 yılında Kıbrıslı Rumlar Enosis için silahlı eyleme başlayarak sömürge yönetimine başkaldırmışlardı. Büyük Britanya Kıbrıslı Rumların self-determinasyon-Enosis talebini geriletmek için en iyi yöntemin Türkiye’yi devreye sokmak olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden, Yunanistan Kıbrıs Sorununu 1954 yılından sonra 1955’te yeniden BM’ye taşımaya çalışırken, İngiltere de Türkiye’yi Kıbrıs Sorununda doğrudan taraf yapan ünlü Londra Konferansını örgütlemekle iştigal ediyordu. Bu arada, İngiliz Genelkurmay Başkanlığından Ortadoğu Genel Karargâhına gönderilen “çok gizli” bir mektupta Kıbrıs’ın İngiltere için stratejik önemi yeniden vurgulanıyordu: “Kıbrıs’ta şimdiki askeri pozisyonumuzu korumadan, ki bu yaşamsaldır, Orta Doğuda bir bütün olarak etki ve prestijimizi koruyamayız. Kıbrıs’taki mevcut imkânlarımızdan vazgeçmek, Orta Doğuda savunma örgütlenmesi için yaptığımız bütün planların tamamen başarısızlığa uğraması anlamına gelecektir. Bu bizim Ürdün ve Irak’a karşı anlaşmalardan kaynaklanan taahhütlerimizi yerine getirmemizi engelleyecektir.” Konferans hazırlıkları devam ederken İngiliz dışişleri bakanlığı 21 Haziran tarihli bir telgrafla Ankara büyükelçilisine Türk hükümetinin “adadaki Türk azınlığın güvenliği açısından endişe duyduğunu Yunan hükümetine bildirmesinin yararlı olacağını” söylüyordu. Dışişleri bakanı Macmillian da 16 Temmuz 1955 tarihinde İngiltere’nin Türkiye büyükelçisi Sir James Bowker’e “Türkler başlangıçta ne kadar sert tavır alırlarsa, hem bizim için hem de kendileri için o kadar iyi olur” mesajını gönderiyordu. İngiliz başbakan ise 17 Temmuz 1955 tarihinde yaptığı bir değerlendirmede “Türkler iyi yoldadır; onlarla dostane ilişkilerimizi sürdürürsek, Yunanlılar sonunda yola gelmek zorunda kalacaklar” diyordu. İngiliz dışişleri bakanı Londra Konferansının hemen öncesinde, 23 Temmuz 1955 tarihinde, bakanlar kuruluna hitap ederken “müzakerelerdeki amacımız Yunanlıları Türklerin Enosisi reddiyesiyle karşı karşıya getirip Yunanlıları egemenliğin bizim elimizde kalacağı bir çözüme zorlamaktır” diyordu. Açıkçası, İngiliz hükümeti Yunanlılara ve Kıbrıslı Rumlara karşı “Türkiye kozunu” kullanmayı hedefliyordu.
Türkiye İngilizlerin de uyarılarıyla giderek sertleşiyordu. Özellikle Londra Konferansı arifesinde Başbakan Menderes’in Liman Lokantası’nda yaptığı ünlü konuşmada “Yunanlılar Polatlı önünde ne arıyorlardı? Tarihten ders almadılar mı? Gerekirse yine derslerini veririz” yollu sözleri Batı dünyasında tedirginlik yaratmıştı. Menderes’in sert açıklamalarından özellikle Amerikalılar çok rahatsız olmuşlardı. Nitekim Amerikan’ın Ankara büyükelçiliğinden bir yetkili Menderes’in kullandığı “tahrik edici dil” konusunda şikâyetçi olmak üzere Türk dışişleri bakanlığına gönderildi ama ters bir yanıtla geri döndü. Türk hariciyesi Amerikalı yetkiliye “bunu yapmak zorundaydık” deyiverdi.
Londra Konferansında Yunanistan self-determinasyon ilkesinin uygulanmasını talep ederken, Türkiye adada statükonun devamını istiyordu. Eğer adanın statüsünde bir değişiklik olacaksa, Kıbrıs’ın Türkiye’ye verilmesini savunuyordu. Türk milliyetçiliği ilk defa bu açıklıkta Mısak-ı Milli sınırlarının dışına taşma eğilimi gösteriyor, eski bir Osmanlı vilayetine el atılması meşru sayılıyordu. Türkiye’nin konferansta ileri sürdüğü görüşlerin hiçbir hukuksal temeli yoktu. Sömürgeci İngiltere’nin Kıbrıs’ta varlığını sürdürmesini istemek dönemin ruhuna aykırıydı. “Tarihi nedenlerle” adanın Türkiye’ye verilmesinden söz etmek ise düpedüz yayılmacılık anlamına geliyordu. İşte böyle bir ortamda Türkiye’de anti-Helen bir atmosfer oluştu. Birdenbire Türk-Yunan savaşları hatırlandı ve “Yunanlıların yayılmacılığı” ve “mezaliminden” söz edilmeye başlandı. Londra Konferansı öncesinde Menderes’in yaptığı sert açıklamalar Türkiye’de esmeye başlayan Anti-Helen rüzgârları iyice kuvvetlendirdi. Bir Türk diplomatın sözleriyle “Türkiye’de kafalar iyiden kızışmıştı. Kimse işin nereye varacağının farkında değildi ama, ne olursa olsun şu Yunanlılara bir ders verilmesi gerektiğine inanılıyordu.” Kuşkusuz, bu “bellek mühendisliği” Türk hükümetinin popülist politikaları kadar, o dönemde yeni yeni faaliyete geçen aşırı milliyetçi “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti”nin manipülasyonlarının eseriydi.
“Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti” Londra Konferansından hemen önce cemiyetin başkanı Hikmet Bil aracılığıyla Kıbrıs’ta da bir takım “hazırlıklar” yapmıştı. Dr. Küçük’ün Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi’nin adı Londra Konferansına eşzamanlı olarak “Kıbrıs Türk’tür Partisi” olarak değiştirildi. Ayrıca, Menderes’in ünlü Liman konuşmasına yol açan “Kıbrıslı Türklere karşı katliam yapılacağı” yönündeki asılsız haberler yayıldı. Dr. Küçük Londra Konferansı öncesinde verdiği mülakatlarda Kıbrıslı Rumların Enosis mücadelesini Hitler Almanya’sının politikalarına benzetiyordu. “Hitler, son cihan harbini, Almanların ekseriyette bulunduğu ülkeleri Almanya’ya katmak bahanesiyle başlatmıştı. Yunanistan’ın bu günkü hareketleri Nazilerin o zamanki hareketlerinden farksızdır” diyordu. Türkiye’de kışkırtılan kamuoyu “ne olursa olsun şu Yunanlılara bir ders vermek” gerektiğine inanıyordu. “Verilecek ders” hazırdı. Londra Konferansı devam ederken önceden planlanmış 6/7 Eylül Olayları “patlak verdi”. Özel Harp Dairesi eliyle sahnelen ve sadece İstanbullu Rumları değil, Türkiye’de yaşayan Rumları ve diğer azınlıkları da hedef alan düşmanca saldırılar Kıbrıs Sorununda Türk tarafının zayıf olan hukuksal zeminini siyaseten güçlendirmeyi amaçlıyordu. Nitekim olaylar Zorlu’nun konferans esnasında Türkiye’ye gönderdiği “buradaki duruma biraz faaliyet göstererek yardımcı olabilirsiniz” mesajından sonra çıkmıştı. Olayların önceden planlandığına hiç bir şüphe yok. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evde patlatılan bomba ve Ekspres gazetesinin özel baskıyla bunu kamuoyuna duyurması tam bir derin devlet operasyonuydu. Özel Harp Dairesi olayları örgütlemede sergilediği “başarıdan” övünç payı çıkarıyor, bunu bir müddet sonra böbürlenerek kamuoyuna anlatıyordu. O dönemde Özel Harp Dairesi’nde görevli olan ve sonraları orgeneralliği kadar yükselen ve de Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’ne getirilen Sabri Yirmibeşoğlu bir mülakatta övünçle “6/7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlemeydi” diyecekti. “Muhteşem örgütlemede” korkunç bir terör estirildi. Kendinden geçen kalabalıklar Rumların ve diğer azınlıkların işyerlerini, ibadethanelerini, mezarlıklarını ve evlerini tahrip etti. Öldürülenler oldu. 6/7 Olaylarından birkaç yıl sonra Kıbrıs’ta 1964 krizi yaşandı. Aynı devlet çatısı altında eşit koşullarda yaşamayı benimsemeyen Kıbrıslı elitlerin “milli amaçlarına” ulaşmak için yaptıkları tahrikler iki toplum arasında çatışmalara yol açtı. Daha güçsüz durumda olan Kıbrıslı Türkler ağır kayıplara uğradılar. Türkiye yine Kıbrıs üzerinden misilleme yaptı ve binlerce Yunan uyruklu Rum’u İstanbul’dan kovdu. Meğerse ben 1964 yılında mülteci olurken, Zoi’nin ailesinin bir kısmı da İstanbul’dan sürülmüştü.
Ben bir üniversite öğrencisi Kıbrıslı Türk olarak bütün bunlardan habersizdim. 1964 yılında sadece Kıbrıslı Türklerin mağdur edildiğini düşünüyordum…
Yıllar sonra Atina’ya gittiğimde ve çoğunlukla Palio Faliro semtinde yaşayan İstanbullu Rumların hikayelerini dinlediğimde, milliyetçiliğin çirkin yüzüne yeniden tanıklık edecektim. Dinlediğimi pek çok çarpıcı hikaye arasında bir hikaye beni çok etkilemişti. Genç ve güzel kadına aşık olan Hasan, 6/7 Eylül Olayları sırasında kendisinden yardım isteyen Rum flörtüne “Ben Bu Akşam Türk’üm Madam” demişti… Bu cümle beni derin düşünceler gark etti. Biz de doğduğumuz yerleri terk ederken Kıbrıslı Rum komşularımız böyle davranmamış mıydı? O gün herkes yılların komşuluğunu ve dostluğunu unutarak sadece “Kıbrıslı Rum” olmamış mıydı? Bu nasıl bir toplumsal olguydu ki insanı bir anda sadece tek bir kimliğe hapsediyor ve insanı istediği kılığa sokuyordu? Gücünü nereden alıyordu? Nasıl bir düşünce sistemiydi? Bir insanının toplumsal kimliği nasıl olur da “ölümcül bir kimliğe” dönüşebiliyordu? Althusser’in “Küçük İdeolojik Tiyatrosunda” anlattığı gibi, polis çağırdı mı nasıl herkes dönüp bakıyorsa, “ulus” çağırdı mı, herkes neden tepeden tırnağa kulak kesiliyordu? Bu nasıl bir ideoloji idi? Sorular, sorular… Sonra, tarih diye öğrendiğimiz ezberler manzumesi neyin nesiydi? Kötü bir Hollywood filmi gibi bütün iyiler “bizden”, bütün kötüler nasıl “onlardan” olabiliyordu? İçimdeki tartışmalar ve sorgulamalar giderek büyüyordu. Dil konusu ise başlı başına bir meseleydi. Doğup büyüdüğüm ülkede konuşulan dillere sırt çevirerek yaşamak nasıl bir şey idi? Zoi, Nazım Hikmet’i, Orhan Veli’yi Türkçe, Yannis Ritsos, Kavafis ve Elitis’i Yunanca okuyordu. Ben resmi dili Türkçe ve Rumca olan bir cumhuriyette doğduğum halde bu zenginlikten mahrum olarak yetişmiştim. Konuştuğum iki kelime Rumcayı da Luricina sokaklarında öğrenmiştim.
Hocam çok haklıydı. Ülkemde konuşulan dilleri ve ülkemin tarihine eleştirel bir yerden bakmayı öğrenmeliydim….

















