
Ölümün Karşısında..!(*)
(Modern) İnsan sırf ‘ontik’-sadece etten, kemikten fiziksel/biyolojik var olandan ibaret- değil, ‘ontolojik’ -ona anlam, niteliksel derinlik/yoğunluk katacak, varoluşsal-, boyutları olan, macerası ontik olandan ontolojik olana doğru seyreden bir varlıktır
Hakkı Yücel
[email protected]
İnsan ölümlü olduğunu bilir, ancak kendi ölümünün tanığı, onun doğrudan deneyimleyeni olamaz. Epikuros’a izafe edilir: ‘’Ben varsam, ölüm yok; ölüm varsa ben yokum.’’ İnsan ölümü somut bir gerçeklik/deneyim olarak bir başkasında görür; kendinde, başkasında gördüğü ölümün zihinsel/duygusal yükünü yaşar. Bir gün sıra ona da gelecektir, hayatta olduğu sürece ondan uzak olsa da ölüm her an ve her yerde hemen yanı başındadır. Ölüm hayatın öteki yüzüdür. İster birdenbire isterse yavaş yavaş tecelli etsin, geride kalanların yüreğini kanatır, canını acıtır; az ya da çok yükü ağır soruları zihinlerine boca eder, o sorular beyinleri kemirip durur. Hafıza hatırladığı kadar unutur da. Ölüm azabının sızısı zaman içinde dinmeye yüz tutsa da, en azından bir süre (yas süresi/süreci), sancılı bir süreç yaşanır. Geçici ya da kalıcı, kendimizle şu veya bu kadar yüzleştiğimiz/hesaplaştığımız bir dönemdir bu süreç aynı zamanda.
Paradoksal olarak özgürleştirici -acının lütfu mu yoksa bu- bir yanı da vardır ölümle yüzleşmenin: Söylenmemişi söyleten, düşünülmemişin düşünülmesine vesile olan, hissedilmeyeni hissettiren, hasılı bastırılanı açığa çıkaran bir yanı. Bu yüzden bir ‘son’ olan ölüm, ‘yeni başlangıçlar’ın sebebi olacak potansiyeli de içkindir.
Doğal olduğu kadar, bir ’aşırı durum’ olarak da telakki edilebilecek ölümün (öyle ya O biraz önce vardı, şimdi yok) bedeli ağırdır. Öyledir, çünkü geri dönüşsüzdür, telâfisi mümkün değildir, ‘yaşamın trajik gerçekliği/duygusudur’ bu. Ama adildir de ölüm; kim istersen, ne kadar güçlü olursan ol, nasıl bir hayat yaşarsan yaşa herkes için kaçınılmaz sondur; hiyerarşi, güç, servet, sınıf ayrımı yapmaz, her canlı için şimdi ya da sonra mutlaka tecelli eder. İster ‘inancın’ istikametini çizeceği yeni bir yolculuğa ve başka bir hayata kapı aralayan yer olsun; ister ‘bilincin’ bundan sonrası yok dediği, bedenin orada tükeneceği yer olsun, insanın son durağı, -Aşık Veysel ‘’sadık yârim’’ diyordu- (kara) toprağa açılan bir çukurdur.
Ölüm gerçeği yaşadığımız anı bütün hayatımızın toplamı kılar; ömrümüzün bir an kadar kısa, an’lar toplamı kadar uzun olduğunu, hükmedebileceğimiz zamanın da ancak bu olduğunu hatırlatır. İşte bu gerçek(lik)tir ki, hayatın ‘anlamı/anlamsızlığı’, daha doğru bir ifadeyle insanın hayata yüklediği ‘anlam/anlamsızlık’ da burada açığa çıkar. Sınırlı ömür (ölüm), hayatın anlamının (yaşamaya/yaşanmaya değer olduğunun) da anlamsızlığının (saçmalığının) belirleyeni olur.
Seçiminin hangisi olacağına, yani hayatını nasıl yaşayacağına insanın kendisi karar verir; bu seçimde bilinci (akıl/zihin/irade) ve inancı (itikadı) onun vazgeçilmez tutamakları, yol gösterenleridir. İnsanın insanla kurduğu/kuracağı ilişkinin mahiyeti de burada anlam kazanır. Bu aynı zamanda, insanlığın tarihsel gelişiminde üzerine tartışmaların devam edegeldiği ‘varoluşsal (ontolojik)-epistemolojik (bilimsel/teolojik)’ boyutları olan bir problematiktir. Üstelik oldukça gerilimli, felaketler doğurabilecek kertede bir problematiktir. Şundan: Bilinç ya da inanç, birinin diğerini öncelemesi/baskılaması, (mutlak) doğruyu ayrı ayrı sahiplenmeleri, son kertede ‘bilinç-inanç’ çatışmasına neden olur. Genel itibarıyla yaşanan da budur. Bu durumun ‘bireysel’ düzlemden, ‘kolektif-toplumsal’ düzleme genişleyerek yaygınlık göstermesi; daha net bir ifadeyle bireysel düzlemin görece tahammül edebilirliği içkin ‘sivil/sosyal’ hüviyetinden, ‘kolektif-toplumsal’ düzlemin ‘siyasal/ideolojik’ kuşatmayla çatışmacı hüviyet kazanması, bu vahameti daha da artırır. Apaçık görüldüğü üzere günümüz dünyası büyük oranda bu vahametin artarak yaşandığı yerdir.
En gelişmiş canlı varlık olan insan için ‘İlk Usta’ (Magister Primus)/İlk Öğretmen (Muallim-i Evvel) Aristo, ‘’insan, doğası gereği bilmek ister’’ der. Asırlar sonra Kant’ın, Aydınlanmanın/modernitenin mottosu olacak ‘’sapere aude’’si (‘’kendi aklını kullanma cesareti göster/bilmeye cesaret et’’), Aristo’nun insanın ‘doğal’ dediği yeteneğine ‘akıl/irade’ vurgusu yaparak güç katacaktır. Evrile devrile devam eden gelişim sürecinin -‘Homo sapiens/bilen-düşünen insan’; ‘Homo ‘faber/üreten insan’; ‘Homo/zoon politikon-sosyal(siyasal) insan’’ vb..- geldiği aşamada ‘modern’ insan, aklını önceleyen, onu kullanan insandır artık. Dönemin temel karakteristiği ‘inanç’ın (holistik bir ifade olarak din) gerilemesi ‘bilinç’in (akıl/bilim) öne çıkmasıdır. Mutlak olan karşısında aklın (şimdilik) özgürleşmesidir; insanın boyun eğen, koşulsuz teslim olandan/kul olandan, kuşku duyan, sorgulayan, araştıran, öğrenen, uygulayan özne olana dönüşmesidir. Şimdi insan özgür aklıyla evrenin merkezidir/merkezindedir, adeta Tanrıyla yer değiştirmiştir, doğa karşısında güç kazanmış-giderek kendini doğanın efendisi sayacak kadar güç kazanmış-, bir başka ifadeyle doğanın nesnesiyken artık öznesi olmuştur. Bundan sonra akıl/bilim iş birliğiyle, bilimsel akılla, uygarlık/medeniyet macerası, iddiaları ve talepleri büyük (daha güzel, daha adil, daha gelişmiş, daha müreffeh…ve daha..ve daha..vb), giderek baş döndürücü şekilde hız kazanan, şaşkınlık ve hayranlık uyandıran ve de mucizeler yaratan bir seyir izleyecektir. Ne var ki bütün bunların aynı zamanda, ağır ekolojik (doğanın yağmalanması), ekonomik (vahşi bir sömürü düzeni, kapitalizm), siyasal/ideolojik/(güç-çıkar eksenli, değer-ahlâk gözetmeyen real politik), toplumsal (bu yaşananların gerilimini içkin) sonuçları olacak, mucizelerle felaketler eş zamanlı yaşanacaktır.
(Modern) İnsan sırf ‘ontik’ -sadece etten, kemikten fiziksel/biyolojik var olandan ibaret- değil, ‘ontolojik’ -ona anlam, niteliksel derinlik/yoğunluk katacak, varoluşsal-, boyutları olan, bir başka ifadeyle macerası ontik olandan ontolojik olana doğru seyreden bir varlıktır. Bireyin kendinde ve yaşamında hayata yüklediği anlam(sızlık)ın mahiyeti de bu maceranın kapsamıyla/muhtevasıyla ilintilidir. Bu macerayı aklı/bilinci/iradesiyle yaşayan (modern) insanın büyük ayrıcalığı da derin çıkmazı da buradadır. Büyük ayrıcalığı, ‘mutlak’ olan karşısında, ona tabi nesne olmaktan çıkıp etkin özne konumuna gelmesidir. Aklı/bilinci/iradesiyle onu sorgulaması, hayatı ve dünyayı anlama ve anlamlandırmada geniş ufuklar kazanması ve de doğrunun/hakikatin mutlak/statik (aşkın) değil, tarihsel/dinamik (içkin) olduğunu açığa çıkarmasıdır. Çıkmazı ise mutlak olan karşısında özgürleşen, başlangıçta rölativist mahiyet taşıyan ayni aklın/bilincin/iradenin giderek kendini mutlaklaştırarak (mutlak doğrunun tek sahibi kılarak) otoriterleşmesi, deyim yerindeyse haddini aşarak zıddına dönüşmesidir. Böyle olunca, bilimsel, ideolojik, entelektüel, hangi zaviyeden bakarsa baksın aklın/bilincin/iradenin kendisiyle/kendi doğrusuyla sınırlı bakışı, dışa dönük ufkunu daraltacak, kendinin dışında kalan/öteki ile ilişkisini de sorunlu hale getirecektir. Burada ‘’Ya..ya da’’ ikilemini ve birinin seçimini dayatan, kendi amacı/hedefi doğrultusunda araçsallaşan/faydacı ilke, ahlâk, vicdan, empati, hoşgörü vb. yüksek değer ve duygulardan yoksun anlayış/yaklaşım söz konusudur artık. Hayatın bütün alanlarında ve ilişkilerde karşılığı/geçerliği olan bu tablonun, her gün örneklerini gördüğümüz/yaşadığımız, ağır sonuçları olacaktır.
Uzatmadan, (modern) insan bu tarihsel seyir içinde az ya da çok, şöyle ya da böyle yerini alır, kendince payına düşeni yaşar.
Ve derken ‘ölüm’ çıkagelir ve bu dünyadaki macerası sona erer.
Bütün bunları niye yazıyorum!?
* * *
22 Kasım 2005 tarihinde, aynı gün içinde, ülkeyi sarsan iki ölüm gerçekleşti. O gün, farklı/karşıt siyasi kimlikleri ve temsiliyetleriyle öne çıkan, siyasal eğilimlerimize, düşünce ve inançlarımıza göre değerlendirdiğimiz ve bu değerlendirmeler ışığında tarafında ya da karşısında yer aldığımız, iki değerli insan, Özker Özgür ve Salih Miroğlu hayatlarını kaybettiler. Aynı günde tecelli eden bu iki ölüm, sevenlerinde büyük üzüntü ve acıya yol açarken, bir süre için de olsa, anlamı bir başka şeyin sembolü oldu. İki cenazenin birlikte anılmaları ve uğurlanmaları, siyasal/ideolojik farklılıkların/karşıtlıkların bilindik çatışmacı/saldırgan karakterini aşan bir olgunluk; yine aynı ayrışmanın yaşayan mensupları olarak orada hazır bulunan ve de bulunmayanların her iki cenazeyi, taraf/karşıt olmanın ötesinde saygıyla anarak, birlikte sahiplenmeleri, siyasi/ideolojik farklılıkların kırıp dökmeden, bir arada var olabileceğinin/yaşanabileceğinin samimi gösterisine dönüştü.
Ölümün aynı günde buluşturduğu iki isimden birisi olan sevgili Özker Özgür (Özker Hoca), ister aynı safta isterse karşısında yer alınsın, o gün ‘herkes’ tarafından, arkasında bıraktığı yurt ve insan sevgisiyle yüklü onurlu yaşamı, bu kapsamda sürdürdüğü ısrarlı mücadelesi ve son dokuz ay boyunca bedenini kemiren menhus hastalık karşısında sergilediği vakur duruşu nedeniyle saygıyla anıldı. Farklı görüşleri içeren ‘kimseler’den müteşekkil ‘herkes’in samimi olarak sergiledikleri bu saygın tavır, yitirilen değerlerin, öfke ve nefret kusan cepheleşmelerin, diyalog ve hoşgörü eksikliğinin, gerilimli ilişkilerin hüküm sürdüğü ortamda, cari gerçekliğin daha iyiden yana değişebileceği umudunu -bir süreliğine de olsa- açığa çıkardı.
Diğer isim, karşı siyasi kimliğiyle sevgili Salih Miroğlu’nun da yine ‘herkes’ tarafından aynı saygıya mazhar olması, ölümde buluşan bu ikilinin, ‘büyük toplumsal buluşma’ya vesile olduklarının somut göstergesiydi. Bir kuşağın sevgilisi, coşkusu, gücü, zaafı ve kafa karışıklığı olan, bu satırların yazarının yüksek perdede yaşanan coşkulu gençlik yıllarını birlikle geçirdiği can dostu Salih Miroğlu’nun ani ölümünün, artık uzakta kalan eski yoldaşlarına ve can dostuna yaşattığı acının öğrettiği ise, katı ideolojik aklın ve inançların sınırlarını çizdiği ve o sınırların ihlali halinde bütün ortak bir geçmişi, o geçmişte yaşanan kardeşliği, dostluğu ve yoldaşlığı bir çırpıda inkâr etmenin büyük bir gaflet olduğuydu.
22 Kasım günü ölülerimizi hayat karşısında, bizleri de ölülerimiz karşısında eşitleyen ölüm acısında, kendimizle yüzleştik; içinde çatışıp durduğumuz hayata ölümün/ölülerimizin hatırlattıklarıyla baktık, içimizde dışımızda ördüğümüz görünen/görünmeyen duvarları, en azından bir süreliğine, yıktık.
Sonra cenazeler son durak toprağa defnedildi ve gün bitti. Biz geride kalanlar yeni güne uyandık, hayat devam ediyor dedik, kınına yerleştirdiğimiz kılıçlarımızı yeniden kuşandık ve bıraktığımız yerden bildiğimiz minval üzere yaşamaya yeniden başladık. Yeni ölüler ve ölüm acıları yaşayıp da, biriktirdiğimiz günahlarımızı itiraf edip arınacağımız güne kadar, kendi burçlarımıza ve meşruiyeti kendimizle sınırlı hırslarımıza, öfkelerimize, kavgalarımıza geri döndük.
Rivayet odur ki eleştirel aklı ve yaşam biçimiyle Atina’nın başına bela olan, gençleri yoldan çıkardığı, mutlak olanı sorguladığı gerekçesiyle ölüme mahkûm edilen Sokrates, hakkında hüküm verilen mahkeme salonundan çıkarken, onu bekleyenlere şöyle konuşmuş:
‘’Şimdi ben ölüme, siz ise hayatlarınıza gidiyorsunuz.
Kimin daha iyi yere gittiğini ancak Tanrı bilir.’’
(*) Bu yazı Kasım 2005 tarihinde, Afrika Pazar Eki’nde aynı başlıkla yayınlanan yazının gözden geçilmiş, yeniden yazılmış halidir. Bu vesileyle, ölümlerinin yirminci yıldönümünde sevgili Özker Özgür ve can dost Salih Miroğlu’nun aziz hatıraları önünde sevgi ve saygıyla eğiliyorum.
















