
Bitmeyen Savaşın Hikayesi: Bireysel Bir Tanıklık (15)
Niyazi Kızılyürek: 1970’li yılların ikinci yarısında Kıbrıs’ın kuzeyinden Almanya’ya düşmek uzaya fırlatılmış olmak gibi bir şeydi. Hele benim gibi çocukluğunu Luricina gettosunda ve ilk gençlik günlerini dünyadan görünmeyen ve dünyayı g
Niyazi Kızılyürek
1970’li yılların ikinci yarısında Kıbrıs’ın kuzeyinden Almanya’ya düşmek uzaya fırlatılmış olmak gibi bir şeydi. Hele benim gibi çocukluğunu Luricina gettosunda ve ilk gençlik günlerini dünyadan görünmeyen ve dünyayı görmeyen bir yer olan Kuzey Kıbrıs’tan gelen birisi için bu teşbihsiz böyleydi.
Almanya maceram beş kişilik küçük bir “kafile” içinde başladı ve ilk durağımız Ankara oldu. Elçilerin uğramadığı bir savaş bölgesinden geldiğimiz için Ankara’da Alman elçiliğine uğrayıp bilgi almayı düşünmüştük. Ne var ki elçiliğin önündeki “Gastarbeiter” kuyruğu birkaç gün beklemeyi gerektirdiğinden bu fikirden vazgeçtik ve İstanbul’a geçip oradan Almanya’ya gitmenin en uygun, yani en ucuz yollarını bulmaya karar verdik. İstanbul’a hareket etmeden önce avare avare dolaştığımız Kuğulu parkta güzel bir sürpriz yaşadık. Libya’da çalışan işçi arkadaşlarımızdan Mustafa parkta dolaşıyordu. Büyük sevinç!. Savaştan hemen sonra pek çok insan gibi Mustafa da çalışmak üzere Libya’ya gitti. Libya’ya gidenlerin çoğu ganimet-zengini olamamış işsiz zanaatkârlardı. Mustafa kalabalık bir ailede büyümüş, daha çocuk yaşında iken çalışmaya başlamıştı. Ailesi bizimle birlikte 1964 göçmeni olarak Aysozomonos köyünden Luricina’ya göç etmişti. Beraber büyümüştük. Luricina’nın kapıları açıldığı zaman Mustafa Rumların yanında demirci ustalığı yapıyordu. İyi para kazanıyordu. Kasabaya ilk vitesli koşu bisikleti getirenlerden biri de oydu. Saçlarını ilk uzatanlardandı da. Kasabada adı “hippiye” çıkmıştı ama Mustafa “sınıf bilincinden” söz ediyordu. Sonra hep beraber Akçay’a yerleşmiştik. Tuncer’in yanında beraber “solculuk” yapardık. Abisi Türkiye’de okumuş, bir süre de denizci olarak çalıştıktan sonra Kıbrıs’a dönmüştü. Yani, güngörmüş biriydi. Anlattığı hikâyeleri büyük bir ilgiyle dinler, yabancı diyarları merak ederdik. Akçay’ın “solcu” gençleri şimdi Ankara’nın orta yerinde tesadüfen bir araya gelmiştik. Mustafa Kıbrıs’a dönerken kafilemizden Özcan da onunla geri dönmeye karar verdi. Şimdi dört kişi kalmıştık.
Ankara’dan otobüsle İstanbul’a, oradan da yine otobüsle Viyana’ya ulaştık. Almanya’ya gitmek üzere trene bindiğimizde dördümüz de çok heyecanlıydık. Hareket etmeden önce konuştuğumuz herkes bize Almanya’ya girmenin zorluklarından söz etmişti. Bazıları Almanya’da insanları “sabun” yaptıklarını bile söylüyorlardı. Vize filan almamıştık. Acaba sınırdan geri mi gönderilecektik diye düşünüyor alternatif planlar hazırlıyorduk. Dönersek döneriz n’apalım diyerek kendimizi avutuyorduk. Gezmiş olmuş olacaktık fena mı?
Trenimiz Münih garına vardığında Almanya’ya bu kadar kolay girmiş olduğumuza inanamadık. Gerçekten Almanya’daydık. Münih garında trenden iner inmez garın “anadilinin” Türkçe olduğunu anladık. Ellerinde süpürgeler garı temizleyen Türk işçilerine yaklaştık. Dil bilmiyorduk. Hannover’e gidecektik. Onlar da bilmiyorlardı ama bize yardımcı oldular. Bilet aldık ve Hannover trenine bindik. Münih ile Hannover arasında bin kilometre olduğunu nerden bilecektik…
Hannover’e gitmemizin nedeni orada yaşayan ve bize yardım edeceğini söyleyen bir köylümüzdü. Gecenin geç saatinde rayların üzerinde koşan makineden indiğimizde daha sonra sık sık yaşayacağımız şokların ilkini yaşadık. Birbiriyle sarmaş dolaş öpüşen gençlere, garda uyuyan evsiz ayyaşlara, garın etrafında dolaşan Türk işçilerine bir süre şaşkınlık içinde baktıktan sonra bir taksiciye yanaştık. Gideceğimiz adresi gösterdik ve yolculuğumuzun henüz bitmediğini anladık. Gideceğimiz yer Hannover’in epeyce uzağında bir işçi yurduydu.
Köylümüz bizi iyi karşıladı. Çoluk çocuğu ile yaşadığı daracık evinde bizi misafir etti. Ertesi gün hep birlikte Hannover’e gittik ve ağırlıkla Türk ve Yugoslav işçilerin oturduğu bir apartmanda en ucuzundan iki oda kiraladık. Tek kelime Almanca bilmeden Hannover’in orta yerindeydik. Dil okulu filan bakalım derken içimizden ailesi fakir olduğu için maddi desteği olmayan Ulus okumaktan vazgeçtiğini açıkladı. İş bakacaktı ve para kazanıp Kıbrıs’a dönecekti. Üçümüz okuma azmiyle kendimizi sokaklara attık. Dil okulu bulmak için en kestirme yolunun sokaklarda yürümek olduğunu düşünüyorduk. Sarı telefon defterine bakmayı veya turist enformasyonuna başvurmayı aklımızdan geçiremezdik çünkü bu tür şeylerin varlığından haberdar değildik. Yolda Türkçe konuşan insanlara rastladık -bu Almanya’da hiç de zor bir şey değildi- ve derdimizi anlattık. Dil okulu işini hallettik sayılıyordu. Bir İtalya’nın çalıştırdığı Benedict Sprach Schule’ye kayıt yapmak için başvurduk. İki arkadaşım kayıtlarını sorunsuz yaptırdılar. Sıra bana gelince paragöz olduğu her halinden belli olan adam kaydımın yapılamayacağını söyledi. Nedenini anlamak oldukça zor oldu. Henüz on sekiz yaşını doldurmadığım için “reşit” sayılmazdım ve okulda yol açacağım olası zarar ziyanı karşılayacak birinin bir vekâletname imzalaması gerekiyordu. Açıkçası, vasiye ihtiyacım vardı.
Köylümüz hafta sonları ziyaretimize gelirdi, bazen de biz ona yemeğe giderdik. İyi kalpli karısının bizim için hazırladığı deliler gibi özlediğimiz Kıbrıs yemeklerini afiyetle yer, sohbet ederdik. Bize Hannover’de yardımcı olabilecek işçi dernekleri olduğunu anlatıyor ve derneklerden birine götürüp tanıştıracağını söylüyordu. Bir müddet sonra bir işçi derneğindeydik. Daha kapıdan içeri girer girmez tam bir şok geçirdik. Derneğin duvarları padişahların tabloları ve kurt resimleriyle doluydu. Alparslan Türkeş’in resmi en üstte asılıydı. Evet, ülkücü işçilerin derneğine gelmiştik. Köylümüz bizi “Kıbrıs Türkü” olarak tanıtınca, “hoş geldiniz mücahitler” sesleri ve büyük bir ilgiyle karşılandık. Çaylar, kahveler derken laf Kıbrıs Savaşına geldi. Tabii onlar “Barış Harekâtı” diyordu ve Kıbrıslı Rum öldürüp öldürmediğimizi merak ediyorlardı. Daha doğrusu, “kaç Rum öldürdüğümüzü” öğrenmek istiyorlardı. Rum filan öldürmediğimiz söyledik. Savaşta çocuk yaşta olduğumuzu da ilave ettik ki “yiğitliğimizde bir kusur olduğunu” düşünmesinler. Bir yandan bize gösterdikleri yakınlık, diğer yandan çaresizlikten derneğe gitmeye devam ettik. Öğretmen olarak çalışan ve dernekte saygın bir yeri olan Numan Bey ile sohbetlerimizde konu sık sık siyasete geliyordu. İçten olmamak ağırıma gitmiş olacak ki, ne olursa olsun Numan Bey ile samimi konuşacaktım. Bir gün “Numan Bey, ben solcuyum” dedim. Bu kararlı açıklamam Numan Bey’in hoşuna gitmiş olacak ki artık daha yakın olmuştuk. O, Ziya Gökalp’ın Turan’ını hayal ediyordu ben ise sosyalist bir dünyayı. Söylediklerinin hiç de gerçekçi olmadığını, bunun ancak hayal olabileceğini ifade ettiğimde kullandığı cümle aklımdan hiç çıkmadı: “Gerçekçi olmasa da bu uğurda ölemez miyiz?” Bende o zamanlar hayranlık uyandıran bu cümleden daha sonra çok rahatsız olacaktım. Özellikle solcuların ağzından bu cümleyi duyduğumda rahatsızlığım artacaktı. Bir dava uğruna ölme öldürmeyle iç içedir. İnsanların ölüp öldürdüğü koşulların olduğunu elbette biliyordum. Nede olmasa ben bir savaş çocuğuydum. Fakat ideolojik bir algının ucuna ölümü yerleştirmek varoluşu mistifiye etmek ve kutsallaştırmak anlamına geldiği gibi, iktidar-maniasında bir adım öne çıkmak demekti de…
Numan Bey ile yakınlığımız epeyce ilerlemişti. Vasi sorunuma da o çare bulmuştu. Hannover Türk Konsolosluğunda işimi halledeceklerdi. Üç Kıbrıslı arkadaş konsolosluğun kapısına dayandık. Daha içeri adım atar atmaz kendimizi duvarda bulduk. Silahlı adamlar üstümüzü başımız ararken bir yandan da nereden geldiğimiz soruyorlardı. Kıbrıslı olduğumuzu söyleyince bizi serbest bıraktılar. Bizi Ermenilere benzetmişler ve ASALA üyesi olabileceğimizi düşünmüşlerdi…
Tembih edildiği gibi noterde görevli sempatik beyefendinin yanına çıktım. Bana vekâletname verecekmişsiniz efendim demeye çalışırken cümlemi bitirmeden söze daldı ve “ben seninin gibi çoğuna vekâletname verdim. Hiç biri okumadı.” Beni bir güzel süzdükten sonra devam etti. “Sen de okumayacaksın. Saçın uzun. Yarın diskoda bir Alman kadına takılıp gidersin. Ben yine de sana vekâletname vereyim, işini gör” dedi. Söylediklerinden bu kadar emin olmasından rahatsız olmuştum. Okumak için Almanya yollarına düşmüş genç birine söylenecek sözler bunlar olmamalıydı. Teşekkür ettim ve kararlı bir ses tonuyla “ben okuyacağım” dedim.