1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Ulus Baker ve “Müzik Üstüne”
Ulus Baker ve “Müzik Üstüne”

Ulus Baker ve “Müzik Üstüne”

Müzik yaşamı değiştirme iddiasında değildir; yaşamı tarif edebildiği ise aşikârdır. Hayat zamana karşı yenilse de müzik geride kalır; mesele geriye kalanın üzerine konuşmaktır

A+A-

 

Tunca ARICAN*
tuncaarican@gmail.com

 

Ulus Baker’i kaybedeli on yıl olmuş. Geçen bu sürede bizleri hafifleten, onun külliyatı üzerine hala çalışılıyor, tartışılıyor olması... Ders notlarından, ufak karalamalarına kadar birçok metin bizlerle buluştu bu on yılda.

Ulus Hoca denilince akla Spinoza ve sinema gelse de kendisi aynı zamanda “etkin” bir müzik dinleyicisi ve düşünürüydü. Bilindiği gibi, Theodor Adorno müzik dinlemeyi edilgen bir eylem olarak kabul etmez. Onun için “ideal” olan, etkin bir dinleyicidir. Sadece müziği dinleyen değil, yaşantısını ve sürdürdüğü tüm toplumsal alanı dinleyip gözlemleyendir. İşte Ulus Hoca da müziğin üzerine konuşurken ve müziği paylaşırken hep buna dikkat etti. Müziği arkada çalan “organize gürültüler” olarak değil, geniş bir yaşantı ve etkinlik olarak gördü: “Müzik öyle herhangi bir ders çerçevesinde kuşatabileceğimiz bir alan değil. Neredeyse insanların (ve belki de başka hayvanların) yaşamlarıyla en az dil kadar, hatta daha fazla bir ölçüde ‘koşut’ olan bir yaşantı.” (1)

Müzik, varlığın, eksikliğini gidermek için giriştiği soluksuz yolda doğaya olan öykünmesi... Eksik bir anlamlandırma girişimi de olsa müzik için kısaca böyle denilebilir. Dil kadar doğrudan olmayan, fakat anlattığının çok ötesine geçebilen müzik, dinleyicinin ya da icracının her eyleyişinde farklı bir patika açabilecek gücü de işte bu doğaya öykünmesinde bulur. Çünkü doğaya dönemeyeceğini kabullenmek zorunda kalmış insan, artık duyumsadığı bu derin eksilmeyi, kendi yükselişini hatta esrikliğini, doğaya ait olan sesleri düzenleyerek ilan eder. Tek bir şarkının muktedir olduğu değişim ve kullandığı iletişim yolları müziğe olan hayranlığımızın çoğalması için yeterlidir. Bir beste anlatmayı amaçladığı meseleyi, dilin yöntemlerini kullanarak ifade etmez. Strauss, Nietzsche hayranı olarak “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te birebir “üstün insan”ı anlatmaya girişmez. Belki de yaptığı, bu felsefedeki dehaya bir öykünmedir. Zaten kendisi de büyük bir tevazuuyla bu denli yoğun bir felsefeyi müzikle anlatamayacağını söyler.

Bir aşk şarkısı kimi zaman yaşanılan aşk duygusundan çok daha yoğun, hisli hatta esrikleştirici gelebilir dinleyicisine. Bu kendinden geçmişlik hali ya da müzik ile tamamlanma hissi işte biraz önce yukarıda bahsettiğim eksilmenin yansımaları olarak da görülebilir. İnsan, sinir sistemini acı ve zevki hissetmek dışında, karmaşık zihinsel süreçler için kullanmaya başladığından bu yana, çoğu duygusunu tamamlanmışlık hissiyle yaşayamamaktadır. Hatta bu durumu gidermek için keyif verici madde ile müziğin içine düşmek, aslında insanın tamamlanma arzusundan kaynaklanır. Bir şişe kırmızı şarabın ardından hemen hemen hiçbir ezgi yoktur ki aynılık ve sıradanlıkla kulaklara dolsun. Bu, müziğin eksikliği değil, insanın yeryüzündeki lanetidir. Ulus Baker, bu “laneti” dil ve müzik ilişkisi üzerinden şöyle anlatır: “İnsanların müziğinin yine insanlara ait olan bir ön-müziği taklit ediyor olduğunu söylemek için elimizde epeyce neden var. Öncelikle kendisine müzik demediğimiz bir faaliyetin, yani konuşmanın, dilin taklidi... Diyebiliriz ki insan müzikle doğadan, yani ‘dışarısından’ çok kendi kendini taklit etmektedir. Yaşamının, çalışmasının, emeğinin, küfredişinin, öfkesinin, cinsel hayatının taklidini yapmaktadır.”  İnsan bu taklitleri yaparken belki de en can yakan şeyden, tanımlanması güç olan bir yaşam sıkıntısından kaçmaya çalışmaktadır. “Tanrıların dahi can sıkıntısına karşı olan mücadelesi beyhudedir” der Nietzsche ki bundan daha önce tanrının ölümünü ilan etmesi ile insanlığın en büyük can sıkıntısıyla karşı karşıya kaldığını da suratımıza küstahça çarpmıştır. Bu can yakan oluşu yüzümüze çarparken de müziksiz bir hayatın basit bir hatadan ibaret olduğunu söyler bize Nietzsche. Ne kadar can yakıcı ve sıkıcı olsa da, hiç tamamlanmayacak olan eksikliğimizin içine müzikle dalabileceğimizi hatırlatır bize. Bunu Yunan mitolojisinden yorumlarsak eğer; müziğin ve aşkın tanrısı Pan, Syrinks adlı bir periye aşık olur ve durmadan, usanmadan peşinden koşar. Fakat Pan’ın elinden kaçmak isteyen Syrinks’in önü bir nehirle kesilir. Çaresiz peri, bir anda kendini su kamışına dönüştürür. Pan bunu alır, bundan bir flüt yapar ve üflemeye başlar. Artık flütten çıkan her nefes Pan’ın sevdiği ama ulaşamadığı periye ağıtıdır.  Müzik Eski Yunan’da öykülendirildiği üzere bir “eksilmenin”, “özlemin” en insani ifadesidir. Ama ne kadar güzel bestelense de ne kadar derin yorumlansa da bir öykünme ve taklittir bu, fakat öylesine bir “taklit” değildir. Ulus Hoca’ya kulak verelim: “Taklit, ya da mimesis öyle gelişigüzel gerçekleşmez: Taklit edilen şeyin de, taklidi gerçekleştiren ortamın da, birbirlerine asla indirgenemeyecek iki biçimi, iki formu vardır. İstediğim kadar öteyim asla bir kuş sesi çıkaramam. Bir papağanın bet sesi bazı sözcükleri ayırdedilebilir kılsa da asla bir insan konuşması gibi değildir ve bunu ayırdedebilmek için insanın bilince sahip olduğu, oysa papağanın bilinçsizce ses çıkardığı gibisinden temalara ihtiyaç bile duymam.”

Müzik evrensel bir insani etkinlik olsa da çoğunlukla yerel olarak yorumlanan bir alandır. Nasıl ki papağanın çıkarttığı seslerin insan diline benziyor olması, onun bir konuşma sayılmasına yetmiyor ise kimi melodiler de karşılıklarını her zaman her coğrafyada bulmaz. Popüler müziklerin farklı coğrafyalara hızla yayılıp, topluluklardan birbirine benzer tepkiler alabilmesi hem zamanın ruhundan hem de küresel pazarın ustalığı sonucudur. Burada asıl olan, bu yayılmanın altında kalmak değil onu etkin olarak kullanabilmektir. Adorno odasında yalnız başına müzik dinleyen ve bu dinleme eylemini politikleştiremeyen bireye katlanamadığını belirtir. Onun için varsa yoksa “alışılagelmiş ve yerleşmiş uygulamaların” ötesinde, bilindik tüm tonların, ezgilerin ötesindeki “yeni müzik”tir. Alec Wilder, American Popular Songs: The Great Innovators 1900-1950 kitabında (2), bu dönemdeki birçok şarkının oldukça benzer kalıpları izleyerek üretildiğini belirtir. Akorlar ve nota “benzeşimiyle” yapılan yüzlerce şarkı aslında bir diğerinin sanki “hınzır” tekrarlarıdır. Bu konuya ilişkin olarak Ulus Baker şöyle demektedir: “Müziğin çok geniş bir altyapısı, derinliği, tarihi ve coğrafyası, giderek fiziği, özellikle de biyolojisi vardır. Kimyayı saymadıysam kusuruma bakmayın ancak Mendeleyev'in ünlü elementler tablosu tam anlamıyla ‘müzikal’ uyum varsayımları üzerine inşa edilmişti. Yani kimyevi unsurlar bile tıpkı müzikte olduğu gibi birtakım uyumlar ve oranlar üzerinden birbirleriyle ilişkiye geçiyorlar...”

Müzik dili ve teorisinin matematikten geldiğini düşündüğümüzde kimya ile müziğin yan yana gelmesi hiç de tuhaf kaçmamaktadır. Howard Becker, “sanat dünyalarının”, yaratım için gereken tüm malzemelerinin üreticisinden sanatçısına geniş bir birliktelik süreciyle oluştuğundan bahseder. (3) Bu kolektif süreç, kayıt teknolojilerinden ürünü satan dükkân çalışanlarına kadar uzun ve çetrefilli birçok yolu içerir. Müziğin etkin bir şekilde dinlenme esnasında beliren düşünceleri tarif edebilmek ile bunları deneyimleme arasında geçen yolculuk ise bambaşka bir insan etkinliğidir: “Schopenhauer düşmanı Hegel'in aksine en yüksek sanatın söz değil ses, şiir değil müzik olduğuna yürekten inanmıştı. Ona göre keman ağlayan bir çocuğu taklit etmezdi, bizzat ve doğrudan ağlardı […] Ağlayan bir çocuğu anlatabilir, resmini, heykelini yapabilirsiniz. Ama müzik size hiçbir zaman ‘ağlayan çocuk’ vermeyecektir. Ama diğer sanat dallarının asla veremeyeceği bir şeyi de verebilir müzik: çocuk ağlamasını.”

Müzik yaşamı değiştirme iddiasında değildir; yaşamı tarif edebildiği ise aşikârdır. Hayat zamana karşı yenilse de müzik geride kalır; mesele geriye kalanın üzerine konuşmaktır. Yaşam değiştikçe dönüşen müzik, yaşamın ne olduğuna dair dur durak bilmez yanıt arayışına girer.   Sınırları çizilen ülkelerin sınır tanımaz ezgileri, önlerine kattıkları diğer ezgilerle çoğalarak, melezlenerek yollarına durmadan devam eder. Melezleşme süreci, sadece müzikal bir süreç değil, bunun da ötesinde dünya üzerinde vuku bulan kültürel dönüşümlerin etkilerinin gözlemlenebileceği bir kesişim kümesidir. Farklı bir coğrafyada farklı müzikal ve kültürel eklentilerle beslenerek, aynı zamanda da “anavatan” ile bağını kopartmamış müzikal hareketleri anlamak için, yaklaşımların da aynı oranda çoğulcu ve esnek olması önemlidir. Çünkü melez olan, tek sesliliğin ya da arada kalmışlığın ötesinde yeni bir oluşum, yeni bir dil ve ifade yönteminin ta kendisidir.  Saf ve sınırlarını zorlamayan ezgiler, kulaklarımızda fazla uzun süre takılı kalamazlar.

Ulus Baker’in sade anlatımıyla yazıyı noktalayayım: “Her müzik bir tekilliktir. Duygulara öykünmez, onları dosdoğru yaşar, hissettirir, yaşatır... Zaten müzik yaşamıyor ise hiçbir yerde değildir.”

*Dr., Müzik Sosyolojisi.


Kaynaklar

  1. Ulus Baker’den yapılan alıntıların tamamı, “Müzik Üstüne” başlığıyla yayımlanan metindendir. Tam metne şu adresten ulaşılabilir: http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,184,0,0,1,0
  2. Wilder, A. (1990). American Popular Songs: The Great Innovators 1900-1950. Oxford: Oxford Press.
  3. Becker, H. (2013). Sanat Dünyaları. İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Bu haber toplam 6821 defa okunmuştur