1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. İNSANDAN ÖTÜRÜ: SAVAŞ
İNSANDAN ÖTÜRÜ: SAVAŞ

İNSANDAN ÖTÜRÜ: SAVAŞ

İNSANDAN ÖTÜRÜ: SAVAŞ

A+A-


Aliye Özsoylu
a_freedom1988@hotmail.com


Dil, din, ırk, millet, toprak ve tüm bunları içerisinde barındıran kültür; insanoğlunu birbirinden ayırt etmeye yardımcı olan araçlardır. Neticede herkes insan ama yine de birilerinin insanüstü olmaya ihtiyacı olduğu için bazı sıfatlar yaratması gerekir. Bu sıfatlar farklılıkları; farklılıklar da sınırları ortaya çıkarır. “Bizden” olmadığında, “bizden” uzakta olduğunda diğerlerinin başına gelene duyarsız kalmak sınırların meziyetidir. “Madem bana zarar vermiyor, madem beni enterese etmiyor, o zaman sıkıntı yapmama da gerek yok” düşüncesi çizilen sınıra gösterilen saygının neticesidir. Ama yine de neticede insanız ve insan başka bir coğrafyada yaşayan diğer insan için dertlenebilmeli. Sınırlar sadece kâğıt üzerinde var olanlardır ve bize daha çok harita üzerinde gösterilir. Kafadaki sınırların oluşmasına ise sadece kendimiz yardımcı oluruz. Başkaları başlatır ve biz de devam ettiririz. Her şey yolunda giderken bile maraza çıkarılabilecek çok neden vardır. Hayat kendimiz için iyi giderken başkalarının yaşama hakkına sahip olamaması bizi sadece “şanslı” kılar, insanüstü değil… Bu nedenle bazen beynimizdeki uzak coğrafyalara sınırsız varabilmeliyiz ve sırf oyalantı olsun diye savaş çıkaranları görebilmeliyiz. Gereksiz yere saplantılı bir güç oluşturduğuna inanılan sınırları düşlediklerimizle kaldırabiliriz. Belki sonrasında her insan “şanslı” doğmaya başlar.
İnsanın kendiyle barışık olabilmesi için önce kendiyle savaşması gerekir. Kendine saygı duyabilmesi için önce kendini sevmesi gerekir. Ama dünya üzerinde bulunan her bir toprak parçasında bu sıralamayı bozan en az bir tane insan vardır. O yüzden kendiyle barışık olabilmesi için, kazanabilmesi için başkasıyla savaşması gerektiğine inanır. Kendini kandırırken birçok insanın canını yakar. Kimi “kendinden” olanı öldürür; kimi “kendinden olmayan” herkesi… Bir topluluğun millet olabilmesi için bazı ortak paydalara ihtiyacı vardır. Dil, bunların en önemlisidir. Din, en ihtiyaç duyulanıdır. Kültür, en çok korunması gerekendir. Coğrafya, yaradan tarafından bahşedilendir ama varlığını sürdürmek orada yaşayanların becerisine kalmıştır. Bu görevleri yerine getiremezseniz “millet” olamazsınız, sınır çizemezsiniz, farklı sayılamazsınız ve “önemli” olamazsınız. Bir kimliğe sahip de olamazsınız. Her şey kavramsal açıdan bu kadar nettir. Bu durumu bulanıklaştırmak ise yine insanın kendisine bırakılmıştır. Bu yüzden insan; açıklanan her şey için kapışır, savaşır.
Din; uğruna en çok kan dökülen kutsal sebeptir. İnanç elde edildiğinde yok edilmesi en zor olan şeydir çünkü bir şeye inanmak insanın en temel ihtiyacıdır. Farklı dinlere ve farklı mezheplere mensup birçok insan inanmanın sadece kendi içinde olduğunu ve başkasına zorla öğretilmemesi gerektiğinin farkındadır. İhtiyaç duymayan inanmaz; ihtiyaç duyan da inancına yönelik tartışma kaldırmaz. Peki din için neden savaşılır? İlk insandan günümüze birçok inanç sistemi var olmuştur. Her insan bu inanç sistemlerinin içine doğmuştur; doğal olarak da “doğuştan inançlı”dır. Dinin sistematik yapısı sebebiyle onu yok sayan “ateistler” bile yaşamlarının bir noktasında bir güce inanmışlardır. Tek tanrılı dinlerdeki inanç sistemi de “ihtiyaç ”tan ötürü şekillenmiştir ve herkes bir şeye inanmaya muhakkak ihtiyaç duyar. Peki, bu kadar maneviyata inanıp manevi olandan kaçan insan topluluğunu ne zaman yarattık? Biri birilerine inancın ne demek olduğunu öğretmeye kalktığında. O yüzden de aynı dine mensup insanlar birbirlerini öldürmeye devam ediyor. Hâlbuki inanç evrenseldir; sadece inandığımızın ismi farklılaşır. Bugün Suriye’de – “bize” yakın değil ama – “din kardeşleri” antlaşmalarını bozuyorlar. İnanç sisteminin en güçlü olduğu topraklarda; inancı sorguluyorlar. Kendi içlerinde; kendilerine karşı kendiyle barışık olmayan birileri tarafından savaşa sürükleniyorlar. Kulakları dışarıya kapalı, kendini tatmin etmek için “politikacılık” oynayan biri; kendiyle birlikte ellerini havaya açmış birçok insana ölümü yakıştırıyor. Her savaşta olduğu gibi de en sonunda yine kendi kazanıyor.
Dil kültürün aktarılmasındaki en önemli unsurdur. Eğer diline âşıksan ve kendi kültürün en üst düzeyde olduğunu düşünüyorsan “senden” farklı bir dili konuşanları sömürmek istersin. Çok eskiden Fransa böyle yapardı ve kazanırdı. Her savaşta olduğu gibi… Bu yüzden dünya üzerinde bir tek bu ülkede Dil Bakanlığı var olmuştur. Peki, kültür için savaşılır mı? Bir gün biri doğar ve bunun mümkün olduğunu tüm dünyaya kanıtlar. Bu yüzden Adolf Hitler’i hâlâ herkes tanıyor. Kendi kültürünü yaşatmak için başka kültürü yok etmeye çabaladı ve “bir gün bana bunun için şükredeceksiniz” dedi. Kazandı; her savaşta olduğu gibi… Coğrafya için de savaşılır. Bu yüzden Kıbrıs adası, bugün, iki ayrı devleti bünyesinde barındırıyor. Kendini sevebilmek için başkalarının huzurunu bozacak kadar “savaşa” bağlı insanlar; yıllarca birlikte yaşayan insanlardan iki ayrı dil, din, kültür ve iki ayrı millet yaratmaya özendi. Başardı da; her savaşta olduğu gibi… Tüm bunların ve buna benzer olayların sonucunda “barış” dediğimiz sözcüğü keşfettik. “Taht Oyunları” kitabında; lordlardan biri Kral’ın Sağ Kolu’na kendi oğlunu öldürmeye teşebbüs ettiği halde başka bir kandan olan topluluğun önde geleniyle barışması gerektiğini söyler. Kral’ın Sağ Kolu; “oğlumu öldürmek isteyen düşmanımla barışmamı nasıl istersin” der. Lord şu cevabı verir: “Sadece düşmanımızla barış sağlarız. O yüzden adına barış denir”. Taht kavgalarından soğuk savaş günlerine kadar bu görüş değişmez, değişemez çünkü düşmanlar var ve biz insanlar onlarla barıştığımızı zannederiz. Barış sağlanınca düşman dost olmaz; keşke olsa ama olmaz çünkü insanlar kendileriyle savaşabilmeyi öğrenmediği sürece başkalarına tahammül edemeyecek bir sürü sebep bulurlar.
Bu dünyada en çok “biz” birbirimizi öldürürüz; tanrı daha az can alır. Bu durumun sebebini en güzel Yavuz Çetin açıklar: “Bazı çocuklar hiç uslanmazlar, onlar hep oyunbozan oldular” der bir şarkısında. Gerçekten de bazı çocuklar hiç usanmadan bıkmadan diğer çocukları dövmeye heveslenir. Sebep yoksa yaratır ve kavga yarattığını gördüğünde de kazanana kadar uğraşır. “Oyunbozanlar”; savaş çıkartıp masum insanların kanıyla barışı imzalayanlardır. Savaşta kazanan yoktur diyenlere katılıyorum çünkü kaybeden vardır. Kaybedilenler ve geri kazanılamayanlar vardır. O yüzden kimse kaybetmeyeceğini sanıp rahatlamasın. Daha önce hiç kaybetmemiş gibi de yaşamasın. Oyunu bozmaya niyetli çocuklar sadece uzaklarda doğmuyor. Ve savaş dediğimiz şey sadece topla tüfekle, kılıçla da olmuyor. Sınırlar sadece bir toprak parçasını ikiye ayırmaz; aynı zamanda beyinleri de küçültür. Bu yüzden de bir gün uyandığımızda kaybetmiş oluruz, bir daha da geri kazanamaz hale geliriz. İşte o zaman uzaklara ses çıkarmadığımız için yakınımızı da kurtaramayız. “Tanrılar çıldırmış olmalı” diyerek adaletsizliğe küfür etmeye kalkarız ya bazen; insanlar çıldırmaya delirmiş olmazsa savaş da adaletsizliği doğurmaz o zaman… Hatta insanüstü niteliklere sahip olduğunu düşünen insancıkların bizimle oyun oynamasına izin vermezsek savaş da olmaz o zaman. Kimse ilk önce ölmeyi öğrenmemeli ve hiç kimse ilk önce öldürtmeyi öğretmemeli. Çünkü bir kimliğe sahip olmak için var olanlar sadece üstümüze giymek zorunda bırakıldığımız giysilerimizdir. Ve eminim insanlığa tercih etme izni verilse savaşmamak için herkes çıplak kalırdı.

Bu haber toplam 2646 defa okunmuştur
Gaile 206. Sayısı

Gaile 206. Sayısı